ursula kroeber le guin hanımefendinin, 2008 şubat itibariyle metis kitap tarafından basılan kitabı
voices'in türkçe çevirisinin üst başlığı. çeviriyi yapan, her zamanki gibi yine
çiğdem erkal ipek.
batı sahili yıllıkları serisinin ikinci kitabı gözüyle de bakmak mümkün kitaba, her ne kadar ilk roman olan
marifetleri okumak, bu kitabı anlamak için gerekli değilse de...
ursula hanımefendi ne yazsa okurum diyenlerden ve yıllardan beri yazdıklarının yakından takipçisi olanlardanım. okumadığım kitabı yok denebilir. bu bilgi sayesinde de şunu söyleyebiliyorum ki, sevgili le guin'in bugüne dek okuduğum en dingin öyküsü idi
sesler. dingin yorumum yanlış anlaşılmasın, diğerlerinden çok daha farklı bir agresifliği, savaşı, yıkımı içinde barındıyor. fakat her şeye rağmen bu olan bitene, bir perdenin arkasından bakıyor okur. le guin'in karakteristiği sebebiyle olaylar, yine okuyan ile özdeşleştirdiği karakterin gözünden akmaya başlıyor. her satır, daha taraflı olarak bulurken kendisini okur, aslında bu tek taraflılığın farkında olduğunu da sezdiriyor inceden. başka açıları görmesi için itiyor okuru. öyle tehlikeye iter gibi değil, hafif hafif sırtına vurarak, biraz cesaretlendirerek. sonunda, iki açıyı da tek gözden görebilmek mümkün oluyor bu cesaretlendirmeyle. aslında gerçek bir okurun ta kendisi olan ana karakterle, kitabı ellerinde tutanı özdeşleştirmiş olması, sadece yapay bir örtüşme değil, zekice planlanmış bir yol hazırlığı adeta. bu sebeple, 234 sayfa süren bu serüven insanın içine biraz daha işliyor, belli etmeden.
bunun yanı sıra konuya değinecek olursak,
atuan mezarları'ndan bu yana yazdığı en çok din sorgusunu ve din diktatörlüğünü içinde barından bir öyküsü olduğundan söz edebiliriz. ister istemez, kitabı okurken din yüzünden çıkan savaşların(ve hala da devam eden) varlığını düşünmeden edemiyor insan. her ne kadar konu tam tersine dönmüş olsa da, din havarilerinin hastalıklı, batıl sapkınlıklarına yönelik bir yergiyi de içinde barındıyor. engizisyonun bilgiye, kitaplara karşı olan tasvir edilemez korkusuyla birlikte, şeriatın başkaldırıya, insana ve kadına yönelik korkusunu birleştiriyor. bunun yanına yahudilere has bir ari ırk kavramını da katıveriyor. tek bir taraftan bakıyor görünse de, aslında tüm tirani din hareketlerini tek bir noktada toplamayı başarıyor. bu noktada karşılaştığımız ise, başkaldırının ta kendisi. jung'un esaslı bir savunucusu ve takipçisi olan sevgili le guin,
toplumsal bilinçaltı kavramını bu başkaldırı çerçevesi içinde şekilden şekile sokuyor. doğru ellerde, doğru şekilde yönetildiğinde bir kitle bilincinin az kayıpla çok kazanca dönüştürülebileceğinin mesajlarını veriyor.
garip olan şu ki, bu tüm toplumsal, dini, politik mesajların verildiği; bilginin, su gibi kendi yolunu bulduğu öykünün, küçük bir kızın çocukluk, ergenlik ve büyüme öyküsü olması. yine gariptir ki, bundan 35 sene önce yazılmış olan ve sesler'e birçok açıdan en yakın kitap olan
atuan mezarları'nın da benzer bir konusu vardır. toplumsal ve dini içeriğinin yanı sıra, küçük bir kızın çocukluk, ergenlik, büyüme ve kendini keşfetme öyküsü olarak da okumak mümkündür bu kitabı.
dünyaya ve toplumsal hayata en yakın iki kitaptan biri olan "sesler", içeriği itibariyle bir özgürlük öyküsü aslında
*. toplumsal özgürlüğün yanı sıra bir bireysel özgürlüğün de anlatıldığı kitap, ursula hanımefendinin, yaşadığı dağ evinde ruhuna sinen dinginlikle yoğrulmuş iyice.
diyeceğim şudur ki, sevgili ursula'yı her kitapta biraz daha keşfetmenin yolu
sesler. anlatmaya olan tutkusu ve yazmaya, yaratmaya duyduğu aşkını her daim okuruna hissettiren le guin'in, artık "anlatıcılık" ve "yaratma" bayrağını yeni nesillere devretmeye hazırladığını da gösteriyor. işin bu kısmını okumak benim için acı verici de olsa, artık 79 yaşında olan le guin için hayatın gerçeği sanıyorum. işte bu sebeple sadık okuyucusu için altın madeni kadar değerli bir kitap
sesler,
marifetler ve yakında raflarda yerini bulacak olan,
batı sahili yıllıkları'nın üçüncü kitabı "
güçler".
her şeye rağmen dizinin dibinde dinliyoruz sözlerini tanrıçamızın…
*“şimdi, altı yaşındaki bir çocuk kadar cesur olmayan on dört yaşındaki kız çocuğu içimi burkuyor; halbuki o çocuk da korktuğu her şeye karşı cesaret, güç ve kuvvet isitoyrdu en azından her zamanki kadar. korku sessizliği doğurur, sonra sessizlik korkuyu doğurur; ben de bunların bana hâkim olmasına izin verdim. orada, o odada, dünya üzerinde kim olduğumu bildiğim tek yerde bile, ileride kim olabileceğimi düşünme izni vermiyorum kendime.”
*-
“seferbeyi, o gün… çeşmenin aktığı gün.”
“çeşme,” dedi, “evet.”
“mucize” dedim.
o da hafif bir tebessümle, “hayır,” dedi.
belki şaşırdım, belki şaşırmadım.
tebessümü daha da yayılarak, daha bir neşekendi. “bir süre önce pınarlar ilahı bana yolunu göstermişti,” dedi. “istediğin zaman sana gösteririm.”
başımla onayladım. aklım orada değildi.
“bir mucizenin bizim ellerimizde olması, ki öyle oldu, seni şaşırtıyor ve üzüyor mu memer?”
“hayır, dedim. “o mucize şaşırtmadı.”
*-
“bizi azat eden minik kitaba baktım.denios’un sözleri geldi aklıma ve yüksek sesle söyledim: “her yaprakta bir tanrı vardır; kutsal olanı açık avucunda tutabilirsin.”
bir süre sonra ekledim: “hiç iblis yok.”
“yok,” dedi seferbeyi. “sadece biz varız. iblislerin işini biz yapıyoruz.”
**