• annem, babamın telefonuna kendini "aşkım" diye kaydetmiş. bir akşam bağırıyor evde: arıyorum arıyorum niye açmıyorsun be adam? ne zaman aradın diyor babam, görmedim ben hiç. sonra arama geçmişinden annemin gün içinde babamı birkaç kez aradığı bilgisine ulaşıyoruz. hmm... babamın savunması içler acısı: sen miydin o ya?

    haha aşkım diye biri o derece yok ki adamın hayatında, yanlış numara sanmış!

    açmıyor da ama ha... sadık yani. bittim buna. off sevgililer günü yağ.
  • yıllardır özel gün ve haftalara mesafeli duruşumuz gün itibariyle değişime uğradı. 22 yıllık sevgilim ve dahi 16 yıllık kocam, bu sabah şaşırttı beni.

    canım benim, sabahın altısında kalkmış, kahvaltı için çayı demlemiş, masayı hazırlamış ve bize kaşarlı sucuklu tost yapmış. masada bir gül eksik. sabah karga bokunu yemeden nerden bulsun adam gülü değil mi ama? laf.

    neyse tost yapmış. yapmış ama; çıkarmış bir kangal sucuk, bir paket kaşar. doldurmuş içine doldurmuş malzemeyi elinin ayarını sevdiğim. basmış tereyağını. yarısını yakmış, yarısını söndürmüş. böyle yıvış yıvış mı desem, çiğ mi desem, yanık mı desem? mutfak desen savaş alanı gibi. bir tost için 20 ayrı mutfak eşyası yağa banıp çıkar mı? çıkmış anacım, çıkmııış. mutfağın ağzına sıçmış mı seninki, afedersin sıçmış bırakmış. yani bi kıçı kırık sucuklu kaşarlı tost için sabah sabah...

    öhöm. evet ne diyordum; bu sevgililer gününde kocam sürpriz yapmış sabahın körü, kedi canını onun. kedi canını da, sanırım 22 yıl çok uzun bir zaman.

    oha 10 yıl geçmiş editi : az önce aradı "turna balığı aldım üf süper, kızartırız akşama ha ne dersin?" diyor. sevgililer günü içinmiş. dev seviyorum ;)
  • özellikle bu sabah, dimdik kalkar ayağa,
    yarini görmek için, aşkla dolu genç adam.

    girdiğinde banyoya, uzun uzun sıvazlar,
    yüzündeki sakalı, tıraş olur ardından.

    ne zamandır vermedi, bugün kesin verecek,
    aşk dolu bir öpücük, kaplar içi heyecan.

    sevgilisin düşünür, kavrar alır eline,
    aldığı hediyeyi, günler önce çarşıdan.

    coşku ile dayanıp, hızlı hızlı vuracak,
    sevdicek kapısına, sabırsızca durmadan.

    tutar uzun sapından, ağır ağır kaldırır,
    vermek için çiçeği, sevgilisi açmadan.

    gençliğin ateşiyle, deli gibi pompalar,
    kan değil de tutkuyu, kalp bedene bu zaman.

    sevgilisi açınca, hemen tutar başını,
    sonra yaslar göğsüne, sarılır bırakmadan.

    daha kapı önünde, eline yerleştirir,
    elini sevdiceğin, öper koklar durmadan.

    erkek uzattığında, kız da arkadan verir,
    kendi hediyesini, sonra öper dudaktan.

    öpsen de sarılsan da, ağza almazsa olmaz,
    sevgi sözcüklerini, korkma söyle bıkmadan.

    istemsizce sarsılıp , birdenbire fışkırır,
    gözlerden gözyaşları, aşktan ve mutluluktan.

    bu kadarla da olmaz, tüm erkekler yapmalı,
    yarine her gün sürpriz, sevgiyle usanmadan.

    sanki ilk günmüş gibi, tutku ile çakmalı,
    şu aşkın kıvılcımı, tüm kalplerde tekrardan.

    ilki acıtsa bile, tekrardan sokmak ister,
    kalbe bir sevgiliyi, aşk acısından tadan.

    şu obez kirpi george, ister bi kere vursun,
    ona aşk piyangosu, bıktı on dört şubattan.

    sevgililer gününün, bana göre anlam ve önemi hakkında diyebileceklerim bunlar. tüm sevgililere selam ederim.
  • yıllaaaar yıllaaar önce ankara tunalı hilmi caddesinde geçiyor olay
    o zamanlar mum cafe diye bir yer var hala duruyor mu bilmem. sevgilimle sevgililer günümüzü yemek yiyerek içki içerek orada kutluyoruz,aman bir romantik ortam sormayın.hatta yalan söylemeyim tarkan dı adı sanırım ,yerel bir şarkıcı çok harika şarkılar söylüyor..bizde mest bir şekilde gözlerimizin içine bakıyoruz,kalkıp dans ediyoruz falan, derken garson eşşek gibi (ulan cidden beni bile şaşırtacak büyüklükte) bir gül yığını ile masaya geliyor.. hassiktir bu ne lan derken;

    -sizi dünyada en çok seven erkek tarafından..

    diye ekliyor..bunun akabinde sevgilimin gözleri öyle bir parlıyor ki ışıl şıl.."ay dirtyyyyy" diye kalkıp masadan beni öpüyor..ama sorun şu çiçeği gönderen ben değilim,
    "eheh.. ekii.. sevgilim bitanem " falan diyorum ama salak mıyım neyim "bu çiçeği ben göndermedim" diyemiyorum.. "ulan kesin eski sevgilisi gönderdi hımmm.. ama yok arkadaş herif ona nasıl cesaret edecek" diye düşünürken vakit de epey geçiyor. çiçek ise ben göndermişim gibi masada öylece masanın yarısını kaplamaya devam ediyor.-baya büyüktü ulan hatırlıyorum da herif utanmasa çelenk yaptırcakmış-. ben de yapraklarını kopartıp kopartıp sevdiceğin üzerine falan serpiştiyorum, o kadar da sahiplenmişim yani..

    neyse gece bitiyor bizde üst kattan alta iniyoruz çıkmak için,a aa alt katta büyük bir süpriz ..sevdiceğin annesi ile babası.. bizimkinin elindeki gül destesini görünce babası;

    -almışsın çiçeği..
    +ne çiçeği
    ben: glukk... diye bir yutkunma..
    -işte elindeki..birtanecik kızım benim seni dünyadan ben fazla hangi erkek sevebilir sandın...

    ulan 14 şubatın resmi renginde takip ediyorum muhabbeti. sırıtsam mı napsam bilemiyorum..
    +a sen mi aldın onu baba?
    -tabi ya..

    bu üçü bir bana bakar hepsi anlamıştır.

    ben: "ihihihihi..neyse ben eve gideyim annemler bekler geç oldu zaten"..

    ulan ben o ödediğim hesaba anıtkabire yetecek çiçek alırdım, hep öyle hatırlanacak o 14 şubat ona yanarım. o günden sonra da her 14 şubatta hatırlar hatırlar gülerim.size daha da ilgincini anlatayı mı? aynı akşam sevgilime mesaj attım.

    "iyiki baban almış o çiçekleri, yoksa eski sevgilini çok fena dövecektik arkadaşlarla..." bak bak gerizekalını attığı mesaja bak..

    işte 14 şubat bazılarını aşk sarhoşu ederken bazılarınıda yerin dibine fena sokuyor a dostlar.

    yıllar sonra gelen edit:

    o kııpkırmızı günü biraz daha kızartmak gerekirse;

    eski sevgilime bu olaydan bahsederken, "hesabı da babam ödemişti" demesin mi... sonra düşündüm evet doğru kasaya gitmiştik hesap odendi demişlerdi.. tabi 6, 7 yıl geçmiş hatırlayamadım.. ya da işime geldiği gibi hatırlamışım hihi..
  • feminizm vs. günün anlam ve önemi üzerine sallamalar...

    yıllardır ne isa'ya yaranabildim ne de musa'ya... politikada, hayatın kendisinde kendimi "değil"lerle ifade edebiliyorum. bunu da çoğunlukla izmler altında kendi benliğimi kaybetmemek için yapıyorum. aslında itiraf etmek gerekirse dayatmalar ve zorunluluklar beni ziyadesiyle sıkıyor. elbette kaçamadığım bazı izmler var: hümanizm, feminizm gibi... insanların anlamadığıysa izmle biten kelimelerde genellikle farklı bakış açıları yani fraksiyonların olduğu.

    feminizm, özel olarak erkeklerde, genelinde ise insanlarda alerji yaratan bir kavram. feminist dendiğinde erkeklerden nefret eden, kısa saçlı, makyaj yapmayan, kaşları çatık ve sürekli kavga halinde bir kadın canlanıyor insanların gözünde. şimdi "lipstick feminism"e uzanan geniiiş bir yelpazeden bahsedip de sizi yormayacağım, zaten uzun yazıyorum, sıkmayayım. temelde feminizm şu benim gözümde: cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa uğrayan, ezilen bir grubun bir araya gelerek mücadele etmesi. emin olun kendini feminist olarak tanımlayan kişi ve gruplar arasında da çok derin fikir ayrılıkları var. ama başta da söylediğim gibi hepsinde en temel düşünce kadına ikinci sınıf rolü biçilmesine karşı çıkmak. bu açıdan bakıldığında gayet net anlayabileceğiniz gibi erkekler de feminist olabilir.

    eşit olmak, özgür olmak, ikinci sınıf olmayı reddetmek, kendi ayaklarının üzerinde durabilmek kavramlarının içi daha en başından, alışılmış düzenin konforuna kendini kaptırmış erkekler tarafından boşaltılıyor. örnek üzerinden gideyim:

    birkaç yıl önce florya'da bir iş görüşmesine gittim. maltepe'den gidiyorum. önce minibüsle bostancı'ya, oradan deniz otobüsüyle bakırköy'e, oradan da taksiyle florya'ya geçtim. bilmeyenler için uzak, çok uzak bir mesafe ve çok da pahalı. dönüşte cüzdanıma baktığımda param ve banka kartımın olmadığını gördüm. ya unutmuştum evde ya da düşürmüştüm, akbilimde de çok az bir para kalmıştı, beni florya'dan maltepe'ye geri götürmeyecek kadar... telefonla yardım istedim birinden. aramız bozuktu ve şöyle bir cevap aldım: "ya evrim, sen güçlü kendi ayaklarının üstünde duran bir kadınsın ya hani, gidip yabancı ülkelerde tek başına ayakta kalabiliyorsun ya, bence florya'dan da maltepe'ye tek başına gidebilirsin." ayağımda topuklu ayakkabılar vardı. bir noktadan sonra ayakkabıları çıkarıp elime aldım ve saatlerce yürüdüm, karşıya geçtikten sonra da yürümeye devam ettim.

    o gün çok düşündüm yürürken... biri benden böyle bir durumda yardım isteseydi ne cevap verirdim? şimdiye kadar yardıma ihtiyacı olan kime "kendi başının çaresine bak!" dedim? elbette tek başıma ayakta durabilirim, florya-maltepe ne ki, otostopla tüm dünyayı da gezebilirim. sorun bu değil, sorun kendine yetebiliyor olmanın hayatınızdaki erkeklere kendini yetersiz hissettiriyor oluşu. sorun, size haddinizi bildirmek için azıcık zor duruma düşmenizi bekliyor oluşları...

    erkekler ve kadınlar arasında fiziksel farklılıklar olduğu kadar belirli cinsiyet rolleri de var. ne kadarı içten geliyor, ne kadarı ataerkil düzen içinde oluşturulmuş, ne kadarı cinsiyetçilik ve tü kaka... en büyük kafa karışıklıkları da burada ortaya çıkıyor sanırım. cevapları hakkında tereddüte düştüğüm sorularım var. feminist olmamız dürtülerimizi reddedeceğimiz anlamına mı geliyor? sevdiğimiz insanlar bize sarılırlarsa daha güvenle uyuruz, kapımızı açarlarsa hoşumuza gider, çiçek alırlarsa mutlu oluruz. bu duygular bizi feminist felsefeden uzaklaştırıyor mu yani?

    feminizm maskülenleşmek ya da cinsiyetsizliğe giden bir yol değil benim bakış açıma göre. yanımdaki adamın canı kahve istiyorsa kalkıp kahve yapmaktan gocunmam, benim canım kahve istediğinde kalkıp kahve yapacağını bileceğim adam yanımda olur ama çalışan, üreten, kendi yaşamını başkasına muhtaç olmadan sürdüren kadınların, ne kadar kentlileşmiş olurlarsa olsunlar erkekler tarafından tehdit olarak algılandığının da farkındayım. bu nedenle hayatımın farklı dönemlerinde, farklı adamlar tarafından haddim bildirildi, birer ders verildi. anlayamadıkları şu oldu, aldığım her dersten sonra ayaklarım yere biraz daha sağlam basmaya başladı, daha bağımsız, daha güçlü oldum. bu yüzden buradan bir teşekkürü kendilerine borç bilirim. verdiğiniz eğitim işe yaradı çocuklar, kişisel gelişimime çok şey kattınız, kıpsss!

    sevgililer günü mevzusuna gelirsek... feminist 14 şubat kutlar mı? "müslüman noel kutlamaz!!1!" diye yeni yıl kutlamalarına itiraz eden yobazlar geliyor aklıma... kutlar ayol, neden kutlamasın. sadece dikkatli olsun, her yerde fiyatlar uçmuş, kerizlenmesin kalp şeklinde pasta yiyeceğim diye... güne, olduğundan fazla bir romantizm atfedip, gereksiz beklentiler içine girip hayal kırıklığına uğramasın. kendini hediye alıp vermek zorunda hissetmesin. sevgiyi sadece yaldızlı paketler arasında değil, çayın deminde de bulabilirsiniz. klişelerin sizi travmatize etmesine izin vermeyin.

    baktınız karşınızdaki adam ona olan muhabbetinizi size bir ders vermek için kullanmak istiyor, ikinci sınıf hissetmeniz için zayıf düşmenizi bekliyor, vurmak için yumuşak karnınızı kolluyor işte o zaman topukluları elinize alıp florya'dan maltepe'ye yürürsünüz. yürümek iyidir, insanı zinde tutar. ben, mesela, bundan sonraki yürüyüşümü maltepe'den florida'ya yapmayı planlıyorum.

    bir not da bugün sevgilisi olmayan kadın ve erkeklere:

    tabii ki küresel sermayenin oyunu, ne o öyle her yer galp galp galp, gerizekalı çiftler mıçmıçmıç. tiksinç bir şey! bence de çok saçma ayol!
  • ekşi'de #ekonomi kanalında bulunan başlık.

    başka söze pek gerek yok herhalde.
  • rahmetli pederin vasiyetinden ötürü önemlidir bu gün benim için, o gittiğinden beri anneme her sevgililer günü, evlilik yıl dönümü ve doğum gününde bir demet gül alıp veririm.. bu yüzden benim için sevgililer günü demek babamın adına anneme çiçek yaptırmak her seferinde annemin sevinmekle üzülmesine sebep olmak işte..

    sizinkileri bilemiyorum kendi açımdan da çok önemli bakmıyorum.. en azından bir işe yarıyorum.
  • asla kutlamadığım gün...

    yıl 1994 ya da 95, yeniyıl telaşı yeni atlatılmış, sömestr istanbul'da anneannede geçirilmiş ve gökçeadaya dönülmüş. iki hafta içinde alışveriş, tatil, sinema ve aileye doymuş bünye, yüzde bir gülümseme, alınan yeni kitaplar, ailenin verdiği harçlıkla öğretmen lojmanlarındaki gerçek hayata dönülmüş... üst kattaki odamda herhangi bir ısıtma teçhizatı yok, buz gibi gökçeada ayazı, katalitik oksijen tükenince otomatik olarak sönüyor. yerler beton, üzerinde bir sümerbank halısı, dolabım gömme ve kirli beyaz yağlı boyalı, yeni kıyafetler yerleşiyor, hayattan kaçmak istediğimde ben de yerleşiyorum dolaba, eski olan her şey gibi dolap da büyük... duvarda yüzlerce poster var, odanın lambasına asılmış kurdelelerden sarkan küçük bir çaput yığını, pedagog annem ergen kızının kişisel alanına tecavüz etmiyor asla, orası benim dünyam, ben nasıl istersem öyle... duvarda süper baba'dan arak birkaç mısra: bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde istanbul olsun... boşanmış aile çocuğu tribi, bu bir klasik, bir dokunulmazlık edinme aracı... iki adet lüks var odamda: bazalı ortopedik yatağım* ve odamdaki paralel telefon...

    ayrıldığım sevgilimden telefon bekliyorum, 14 şubat, beni araması lazım, hediye istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum, beni yine sevmesini bile istemiyorum, şu dünyada hala yer kaplayabilmemin bir anlamı olabilsin diye, var mıyım yok muyum anlayabileyim diye o telefonun çalması gerekiyor... kırmızı bir teyp var, markasını hatırlamıyorum şimdi, kaset kapaklarını çıkarmışım niyeyse... sertab erener'in kasedini koyuyorum, lal çalıyor, diğer şarkıları çalıyor, anneme hediye gelen vakko mumlarını yakıyorum, kızmaz ki hiç annem bana, bir kere tokat attı hayatında sadece eve izinsiz geç döndüğüm için, sonra da sarılıp ağladı... ne yanlış yapsam, neyi kırsam, döksem annem bana kızmaz, sadece üzülür kendime zarar verdiğim zamanlarda, beni öldüreceksin der, kanser edeceksin der, keşke dövse derim ben de içimden, vicdan azapları yüklemese bana... ben kimseyi kırmaya kıyamam, kimseyi üzmeye, hele anneme hiç kıyamam...

    merdiven altındaki depoda rum şarabı var, pek kaliteli bir şey değil, ben de gurme değilim zaten, muhtemelen ikinci kadehte ağlaya ağlaya uyuyacağım, kaset dönüyor da dönüyor, onu çıkarıp çelik koyuyorum, şarap, mumlar, perdeleri açıp dışarıyı izliyorum... penceremin tam önünde bir erik ağacı var, meyvesi yenmez, aşılanmıyor senelerdir, annem hiç anlamaz bahçe işlerinden, dallar kuru dışarısı görünüyor... eski olan her şey gibi kocaman boydan boya cam, yatağımın bitişik durduğu duvar, yattığım yerden yıldızları görebiliyorum, öyle çok ki, istanbulda göremediğim kadar çok, hatırlamadığım bir filmden bir alıntı yapıp yıldızla konuşuyorum, dilek tutuyorum... hep dilek tutarım zaten, yıldızdan, denizden, kuyudan, allahtan hep bir şey isterim: "mutlu olmak istiyorum".

    tekrar sertab'ın kasedini koyuyorum, bir ara kenny g. ya da gloria estefan mı dinlesem diye düşünüyorum ama yok, şarap ve sertab beraber iyi gider... telefona bakıyorum, çalmayacağını biliyorum, geç oldu zaten, bu saate kadar arasa arardı, çok mutsuzum ama mantıklıyım... şarabı bir tarafa bırakıp ağlıyorum biraz, teybi kapatıp, mumları söndürüyorum... rüzgara bakıyorum, yeri öptürüyor ağaca, yıldızlar bir acayip, gökyüzü garip bir lacivert, rüzgar cidden feci, çocuk inlemesi gibi olan sesi dayanılmaz...

    geleceğimi düşünüyorum, neyim, ne olacağım? daha mutlu? daha mutsuz? sanırım hayatın her dönemi ergenlikten daha iyidir, %90 nem içinde nefes almaya çalışmak gibi o günler... sabaha doğru ağlamam tamamen kesiliyor, işte bu turunculuk mükemmel bir şey, umut veriyor insana... kendimi hayatımda hiç olmadığım kadar güçlü hissediyorum, gözlerimi kuruluyorum, bir sigara yakıyorum ve 15 şubata büyüyerek merhaba diyorum...

    asla sevgililer gününü kutlamadım, 15 yaşımın 15 şubatını yeniden yazmak elimde olsa, yine öyle yazardım...
  • az evvel arkamdaki koltukta uzanıp tv seyreden eşiminkini, kafamı yüzotuzbeş derece çevirmek suretiyle kutladım. kendisi de hiç istifini bozmadan uzaktan öpücük attı ve olayı kapattık.
hesabın var mı? giriş yap