• uykuların kaçar geceleri, bir türlü sabah olmayı bilmez.
    dikilir gözlerin tavanda bir noktaya,
    deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında.
    ne çarşaf halden anlar ne yastık.
    girmez pencerelerden beklediğin o aydınlık.
    onun unutamadığın hayali,
    sigaradan derin bir nefes çekmişçesine dolar içine.
    kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın.
    sevmek ne imiş bir gün anlarsın.

    bir gün anlarsın aslında her şeyin boş olduğunu.
    şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin.
    gün gelir de sesini bir kerecik duyabilmek için,
    vurursun başını soğuk taş duvarlara.
    büyür gitgide incinmişliğin kırılmışlığın.
    duyarsın,
    ta derinden acısını, çaresiz kalmışlığın.
    sevmek ne imiş bir gün anlarsın.

    bir gün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin,
    niçin yaratıldığını.
    bu iğrenç dünyaya neden geldiğini.
    uzun uzun seyredersin aynalarda güzelliğini.
    boşuna geçip giden günlerine yanarsın.
    dolar gözlerin, için burkulur.
    sevmek ne imiş bir gün anlarsın.

    bir gün anlarsın tadını sevilen dudakların.
    sevilen gözlerin erişilmezliğini.
    o hiç beklenmeyen saat geldi mi?
    düşer saçların önüne, ama bembeyaz.
    uzanır gökyüzüne ellerin.
    ama çaresiz,
    ama yorgun,
    ama bitkin.
    bir zaman geçmiş günlerin hayaline dalarsın.
    sonra dizilir birbiri ardına gerçekler, acı.
    sevmek ne imiş bir gün anlarsın.

    bir gün anlarsın hayal kurmayı,
    beklemeyi, ümit etmeyi.
    bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
    bütün vücudunu saran o korkunç geceyi.
    lanet edersin yaşadığına.
    maziden ne kalmışsa yırtar atarsın.
    o zaman bir çiçek büyür kabrimde, kendiliğinden.
    seni sevdiğimi işte o gün anlarsın.

    hemen arkasından “candan erçetin - neden” ile devam edilirse belki biraz anlatır hislerimi.
  • yaklaş bana
    seninle kardeş değiliz
    hüzünle karışık sevinçlerinden kurtul artık
    arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev
    biliyorsun
    önce tanrı insanı yarattı
    sonra insan sevgiyi
    ne yapsak boş
    ne kadar çabalasak faydasız
    geriye dönemeyiz
    olanlar oldu iş işten geçti
    çamurumuza sevgi karışmış bi kere

    bu deli eden uğultu nerden geliyor
    kim kırdı bu aynaları
    toplayın yüzümüzü görelim
    çirkin değiliz artık
    bir kapı açıldı önümüzde ölümsüzlüğe
    güzeliz
    sabahlar bizimle dolu
    ışık diyordun al işte
    kör kuyular kadar ışıdı yeryüzü
    renk diyordun al işte bak
    çarşılar dolusu kırmızı
    süt beyazından geceler
    sarı güneşler ortasında turuncu bir gün
    yitirilmiş saadetlerin bahçesinde "mor" çiçekler

    kardeş değiliz diyorum inanmıyorsun
    yalan bunca faziletler yalan
    bizi bu ciğeri beş para etmez insanlar mahvediyor
    aldırma diyorum sana
    dünya ikimiz için yaratıldı
    üç milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne

    verdiğin her kederin yüreğimde yeri var
    hangi kitabı açtıysam seni okudum yıllardır
    hangi aynaya baktıysam seni gördüm
    gel desen gelemem
    git desen gidemem
    öl desen kanım akmaz
    anladım artık seni sevmek yüce bir şey
    anladım seni sevmek tanrı'ya yaklaşmak gibi

    insanlar içinde bir sana inandım
    bir seni sevdim kendimden başka
    uykularımın bölündüğü saatlerde
    sendin düşündüğüm soluk soluk
    sivri bıçaklar gibiydin karanlığımda
    gözümü yumsam seni görüyordum
    türkülere benzeyen yürüyüşünle
    sen çıkıyordun karşıma
    karanlığımda
    iki yıldızdı ellerin görülmedik
    karanlığımda
    bir orman yangınıydı dudakların

    istesen hayat verirdim bu karanlıklara
    istesen gökyüzünü bir mendil gibi yırtardım
    denizlerden göllerden nehirlerden
    sana görmediğin renkler yaratırdım
    zamanın ötesinde
    yeni bir dünya kurardım sana
    insansız kedersiz
    severdin
    dağ rüzgarlarının serinliğince
    yaşardın
    bu sefil dünyamızdan uzak

    bir yanıp bir sönen ışıklar gibiyim
    yumruk kadar yüreğimde sen varsın
    kutsal kederler içinde seninleyim artık
    sarı badanalı evlerde başbaşayız
    bütün duvarlara gölgen vurmuş
    kokun sinmiş bütün perdelere
    kapılarda parmakların beyaz beyaz
    sokaklarda ayaklarının izi
    ben bu sokaklarda ölsem
    kaldırımlar çekmez ağırlığımı
    söylesem aşkımı asırlar boyunca
    bu iki yüzlü insanlar anlamaz beni

    senin o kocaman kocaman gözlerin yok mu
    nasıl duruyor boşluğunda arzuların anlamıyorum
    nasıl bakıyor bana
    böyle merhametten uzak
    git diyorsun
    nereye gideyim
    ümitlerim ne olacak
    bunca şiirleri kim söyleyecek sana
    kim anlatacak dünyaya sığmayan güzelliğini

    gitmek mümkün olsa da gitsem uzaklara
    sevmesem seni bir daha
    paramparça etsem yüreğimi cam gibi
    sonra yaksam
    savursam küllerini karlı dağlardan açık denizlerden
    yine seni severdim toz toz
    yine sana tapardım küllerin ağırlığınca

    bu oksijen gazı olmasa da olurdu
    ama beethoven gelmeseydi dünyaya
    seni bu kadar sevemezdim
    ikimizin ortasında o duruyor
    sağımızda birinci keman
    solumuzda ikinci keman
    karşımızda üçüncü keman
    sonra orglar flütler kontrbaslar
    sustur şu orkestrayı beethoven
    şimdi dokuzuncu senfoninin sırası mı

    bunca yalnızlıklar bunca yoksulluklar benim işim değil
    bu çirkinliği ben yaratmadım
    ne de bu kahpe güzellikleri
    bende sevmediğin ne varsa senden türedi
    şu karanlık bakışlar
    şu ellerin pisliği
    şu dudaklarımdan çıkan iğrenç sözler
    besbelli senin eserin
    ne buldumsa sende buldum kötülükten yana
    ne öğrendimse senden öğrendim
    seni sevdikten sonra başladım yaşamaya

    yine bana bakarken yüzün kızarıyor
    toplum kurallarından kurtulamadın daha
    bütün çayırlar bomboş
    görmüyor musun
    al başını dağlara çık
    avaz avaz şarkı söyle sokaklarda
    bir kibrit çak
    bütün evler yansın
    yüz bin yılın öcünü al bu şerefsiz dünyadan
    sonra kaldır kendini denize at
    biraz serinle
    sevebildiğim kadar insanım ben
    haydi git
    yok olduk iki olduğumuz yerde
    haydi git
    beni düşünme

    şiirin ardından "yaşar - gel benimle"
  • bu sefer şarkı yerine, şiirden önce kısa bir hikaye.

    1949 yılının bir ilkbahar günü istanbul büyük kulüp’teki bir toplantıda, davetliler bedri rahmi eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını isterler. eyüboğlu ayağa kalkar ve titreyen sesiyle karadut’u okumaya başlar;

    “karadutum, çatal karam, çingenem
    daha nem olacaktın bir tanem
    gülen ayvam, ağlayan narımsın
    kadınım, kısrağım, karımsın”…

    bedri rahmi şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülmeye başlar.

    salondaki herkes niye ağladığını anlamıştır; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı eren eyüboğlu. çünkü şiirde “kadınım, kısrağım, karımsın” dediği kadın, karısı değildir.

    bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştır: mari gerekmezyan.

    mari, bedri rahmi’nin asistanlık yaptığı güzel sanatlar akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. bedri rahmi’nin bir büstünü yapmış, bedri rahmi bu büstü, mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. artık aşklarından bütün istanbul haberdardır. bedri rahmi, sanatında tam bir patlama yaşıyor, eren eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekliyordur.

    “karadut”, 1946’da tüberküloza yakalanır. iyileşebilmesi için antibiyotik lazımdır. fakat 2. dünya savaşı yeni bitmiştir ve ilaçlar ateş pahasıdır. bedri rahmi, sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başlar. ancak bu çabalar da sonuç vermez ve o yıl istanbul alman hastanesi’nden mari gerekmezyan’ın ölüm haberi gelir.

    bedri rahmi yıkılmıştır. sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi eren olacaktır.

    aşağıdaki şiir, o dönemin ürünüdür:
    “türküler bitti
    halaylar durdu
    horonlar durdu
    hüzün geldi baş köşeye kuruldu
    yoruldu yüreğim, yoruldu.”

    eren eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı olur.
    onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabalar.
    başardığını sanmıştır.
    ta ki büyük kulüp’teki o geceye kadar…
    “karadut”u okurken, bedri rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıdır. bunun üzerine eren, bir süre paris’te yaşamaya karar verir. oradan eşine yazdığı bir mektupta “o gece”yi hatırlatır;

    4 ocak 1950 – paris
    “canuşkam,
    kulüpte bir gece, şiir okumuştun hani. hatırladın mı? gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. sesin nasıl titremişti. bütün bunları hatırlıyor musun? sanki böğrüme kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum. o gece… senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! ruhuna insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. ruhunun çektiği acıları allah dindirsin. allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan mutluluk duyabilmeni sağlasın.
    eren.”

    bu dualar işe yaradı belkide.
    bedri rahmi eşine döndü.

    1974’teki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde, diz dize birlikte geçirdiler. eren eyüboğlu böğrüne kızgın bir ütü yapışmış gibi hissetmesine rağmen oğlunun ve bedri rahmi'ye duyduğu sevginin hatırına ailesi için mücadele etti.
    öldüğü gün, eşi eren cenazeden dönüşte, 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu.
    “babanı uğurladık” dedi, “ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. yaşadığı ilişkiyi unutmadım. hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. buna katlandımsa, bil ki, sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”

    işte o şiirin tamamı;

    karadutum, çatal karam, çingenem
    nar tanem, nur tanem, bir tanem
    agaç isem dalımsın salkım saçak
    petek isem balımsın a gülüm
    günahımsın, vebalimsin.

    dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
    yoluna bir can koyduğum
    "gökte ararken yerde bulduğum"
    karadutum, çatal karam, çingenem
    daha nem olacaktın bir tanem
    gülen ayvam, ağlayan narımsın
    kadınım, kısrağım, karımsın.

    sigara paketlerine resmini çizdiğim
    körpe fidanlara adını yazdığım
    karam, karam
    kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
    sıla kokar, arzu tüter
    ılgıt ılgıt buram buram.
    ben beyzade, kişizade,
    her türlü dertten topyekün azade
    hani şu ekmeği elden suyu gölden.
    durup dururken yorulan
    kibrit çöpü gibi kırılan
    yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
    artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
    sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum

    n'etmiş, n'eylemiş, n'olmuşum
    cömert ırmaklar gibi gürül gürül
    bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
    yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.

    karam, karam
    kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
    sensiz bana canım dünya haram olsun.
  • delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızdan hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. az sonra bir şeyi daha hissetti, kızın da ona baktığını. göz göze geldiler, kız gülümsedi. fark etmişti galiba kız, bir defa daha gülümsedi, manidar, “anladım” der gibi bir gülümseyişti bu. kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı, belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti. o hafta boyu hep bu dünyalar tatlısı kızı düşündü.

    her çıkış saatinde ya okul civarında oluyordu, ya da kızın kapısının önünde, onu bir kez daha görebilmek için. karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı.

    bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü. o gün yine tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, iki sokak ötede yine karşısına çıkmıştı. kız bu defa, iyice gülmüştü. karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce.

    gel zaman git zaman bu emekler işe yaramış, konuşmaya başlamışlardı. artık daha yakındılar yakın olmasına ama ufak bir sorun vardı. araya mesafe girmişti. delikanlı üniversite öğrenimi için istanbul’a giderken kız kendi şehrinde kalmıştı.

    iletişimleri sadece telefonlaydı. bir akşam konuşurlarken satır arasından bir cümle gözlerinin parlamasına sebep oldu delikanlının. kız okulun basketbol takımındaydı. ertesi gün maçları vardı. “keşke sende orda olsan” dedi, “gözlerim seni arayacak”.

    hayır, aramayacaktı.
    delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. gece yarısı kalkan otobüse bindi.
    sabah erkenden şehrindeydi. maç saatine kadar ailesiyle hasret giderdi. sonra doğru salonun yolunu tuttu. takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. ilk anlarda kız farkında bile değildi onun. nasıl olsun ki. az sonra kız fark etti delikanlıyı. yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardı sanki. maç bitti. kız soyunma odasına, delikanlı evine gitti. tek kelime konuşmadan. konuşmaya gelmemişti ki. "keşke orada olsan" demişti kız. o da olmuştu işte. hepsi o. ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında.

    bir gün bir şiire rastladı. daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı. kapısında beklemeye başladı kızın. karşıdan belirdi kız. koşarak yanına gitti. "bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan, kız dizeleri okurken.

    "ne hasta bekler sabahı
    ne taze ölüyü mezar
    ne de şeytan bir günahı
    seni beklediğim kadar!"

    ertesi gün akşamüstü, tarif edilemez heyecanlar içinde kızın kapısının önündeydi yine. kız karşıdan geliyordu. kalbinin duracağını sandı yaklaşırken. "sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız. o da heyecanlıydı, belli.

    "bak iyi dinle. dünkü satırlar için çok teşekkürler. herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. ama başka birisi daha var. ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim hanginizden daha çok hoşlandığıma. ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok."

    "o zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni" dedi delikanlı ikiletmeden. ayrıldı kızın yanından. bir daha kapısında beklemeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan. bir daha onu hiç görmeden.

    şarkıda da söylediği gibi; “yeter ki onursuz olmasın aşk”. günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. heyecanla bekledi. hırsla, arzuyla bekledi. umutla, umutsuzlukla bekledi. bazen öfkeyle bekledi. ama bekledi. başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi.

    bir gün şiirin tamamını buldu. iki dörtlüktü şiir aslında. ilki kıza verdiği. bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. o dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. cebine koydu.

    bekleyiş sürüyordu.
    okullar kapandı, açıldı. aylar, aylar geçti. bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü. "günlerdir seni arıyorum" dedi kız. "günlerdir seni arıyorum. işte sana haber. artık hayatımda hiç kimse yok!"

    "yaa" dedi delikanlı. "yaa" dedi sadece.
    kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı.
    "yaaa!!!"

    cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. "sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün" dedi. "bu da ikinci ve son dörtlüğü onun."
    sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan, kız dizelere bakarken.

    "geçti istemem gelmeni
    yokluğunda buldum seni.
    bırak vehmimde gölgeni
    gelme artık neye yarar!"

    aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. delikanlı bugün hâlâ düşünüyor.
    o uzun, çok uzun bekleyiş aşkını öldürmüş müydü, acaba?
    ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. o sevgilinin kendisi bile. hayalindekini yaşatmak için mi, yaşayanı silmişti yani? yokluğunda bulmak bu mu demek oluyordu?

    ya da.. ya da..
    bir şiirin romantizmine kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmiş miydi acaba?
    delikanlı bu soruların yanıtını bugün hâlâ bilmiyor.
    bilmediğini de en iyi ben biliyorum. çünkü o delikanlı…
    ..bendim!!!

    ikinci kıtası beni çok yaralar bu şiirin. bir insanı yokluğunda bulmak çok tuhaf bir duygu. gelse bile daha iyisi olamayacak gibi sanki.

    iki kıta arasında neler yaşanmış bilinmez, o aceleci tavırdan eser yoktur artık. arayan ve bekleyen aramanın ve beklemenin esas olduğunu, aranan ve beklenenin bu bekleyişte giderek önemsizleştiğini ve yok hükmünde olmaktan kaçamayacağını fark eder.

    ben de durum bundan biraz farklı, gelmeyeni değil "gelemeyeni" bekliyorum, düşünüyorum.

    işte bu şartlarda “tevekkül” girmeli galiba devreye. kirmani “bulmak ve kaybetmek sırasında kalbin sukûnet içinde olmasıdır” diye tanımlamış tevekkülü.

    çalışmak çabalamak lazım diyorum, sonra da ümit etmek. ümitle, dua ile kaderinin seni nereye götüreceğini görmek.

    “neden ordaydın ki ve neden ben seni gördüm, sonra sen neden güldün ki bana, bilmez misin o gülüşün beni ne hale getireceğini?” bu sorulara verebildiğimiz tek cevap kader değil mi zaten?

    yanlış anlaşılmasın. hiç şikayet etmiyorum halimden, bilakis memnunum bu bekleyişten. sadece kişi olarak değil herhangi bir şey için beklemekten vazgeçmek, beklentisizlik içinde yaşamak çok acı olmalıdır. cesare pavese’nin dediği gibi "yine de bir iştir beklemek, bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan”.

    şarkı paylaşmadan yazıyı bitirmek olmaz. ilk dinlediğimde ne saçma gelmişti bu şarkının sözleri, şimdi nasıl da yerli yerine oturdu.

    kaan tangöze – bekle dedi gitti
  • erkek kadına dedi ki:
    -seni seviyorum,
    ama nasıl,
    avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
    parmaklarımı kanatarak
    kırasıya
    çıldırasıya...
    erkek kadına dedi ki:
    -seni seviyorum,
    ama nasıl,
    kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
    yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
    yüzde hudutsuz kere yüz...
    kadın erkeğe dedi ki:
    -baktım
    dudağımla, yüreğimle, kafamla;
    severek, korkarak, eğilerek,
    dudağına, yüreğine, kafana.
    şimdi ne söylüyorsam
    karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
    ve ben artık
    biliyorum:
    toprağın -
    yüzü güneşli bir ana gibi -
    en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
    fakat neyleyim
    saçlarım dolanmış
    ölmekte olan parmaklarına
    başımı kurtarmam kabil
    değil!
    sen
    yürümelisin,
    yeni doğan çocuğun
    gözlerine bakarak..
    sen
    yürümelisin,
    beni bırakarak...
    kadın sustu.
    sarıldılar
    bir kitap düştü yere...
    kapandı bir pencere...
    ayrıldılar...

    nazım hikmet.
  • canım sevgilime;

    hep böyle çocuksu mu bakar senin gözlerin?
    hep böyle içinde uzak bir ışık mı yanar ?
    bakışlarında beni dinlendiren bir şey var; kıyısındaymış gibi en sakin denizlerin...
    ümit yaşar oğuzcan
  • zambaklar en ıssız yerlerde açar
    ve vardır her vahşi çiçekte gurur
    bir mumun ardında bekleyen rüzgar
    ışıksız ruhumu sallar da durur
    zambaklar en ıssız yerlerde açar

    kırgın kırgın bakma yüzüme roza
    henüz dinlemedin benden türküler
    benim aşkım sığmaz öyle her saza
    en güzel şarkıyı bir kurşun söyler
    kırgın kırgın bakma yüzüme roza
  • ayrılık diye bir şey yok.
    bu bizim yalanımız.
    sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var.
    şimdi neredesin? ne yapıyorsun?

    güneş çoktan doğdu.
    uyanmış olmalısın.
    saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi?
    öyleyse ayrılmadık.
    sadece özlemliyiz ve bekliyoruz.

    zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum.
    önce beklemekten.
    ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan.
    ikisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.

    bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar,
    sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini...
    zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını,
    kanunlara saygı göstermesini,
    insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar.

    ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.
    ya o? ya o?
    insanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat,
    çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor,
    saadet bekliyor yaşamaktan.

    zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık.
    aradıklarının çoğunu bulamamış,
    beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak
    göçüp gidiyor bu dünyadan.

    işte yaşamak maceramız bu.
    yaşarken beklemek, beklerken yaşamak
    ve yaşayıp beklerken ölmek!

    özleme bir diyeceğim yok.
    o kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası.
    o nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı.
    o tek güzel yönü bekleyişlerimizin.

    insanlığımız özleyişlerimizle alımlı,
    yaşantımız özlemlerle güzel.
    özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin.
    bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem.
    bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.

    verdiğin bütün acılara dayanıyorsam;
    seni özlediğim içindir.
    beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni;
    seni özlediğim içindir.
    yaşıyorsam; içimde umut varsa,
    yine seni özlediğim içindir.

    seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki!

    sarkim
  • şiir; nazım hikmet seni düşünmek
    "seni düşünmek güzel şey,
    ümitli şey,
    dünyanın en güzel sesinden
    en güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey
    fakat artık ümit yetmiyor bana,
    ben artık şarkı dinlemek değil
    şarkı söylemek istiyorum..."

    şarkı; moğollar çaya kaç şeker
    "yanlızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla
    yaşlanmak hoş değil duvarlara baka, baka
    bir dost göz arayışıyla, saat tıkırtısıyla

    korkmam, geçinip gideriz biz mutlulukla
    ama "günün aydın, akşamın iyi olsun" diyen biri olmalı

    bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda
    yoksa, zor değil, hiç zor değil, demli çayı bardakta
    karıştırıp bir başına yudumlamak doyasıya
    ama "çaya kaç şeker alırsın?" diye bir ses sormalı ya"
  • “baktım rüzgârsın sen
    baktım çamaşır ipini zorluyorsun
    hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
    baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
    ayağına terlik giy
    bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun

    biz satranç oyuncusuyuz sevgilim
    üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz
    inanıyoruz ceketlere düğmelere
    inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
    işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası
    bir tek şahımız duruyor sevgilim, o da evli, iki çocuk babası

    kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
    uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar
    buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
    içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz
    herkese küsmek için
    hemen o cumartesi buluyoruz, hemen o pazar

    yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
    bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
    ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim, biraz da kekik toplayalım
    kıymetini bilmediğimiz şeyler var

    yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
    geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
    düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
    düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
    başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
    tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
    bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman

    ama baktım sen rüzgârsın sevgilim
    kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
    başucunda bir bardak su
    beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun.”

    barış bıçakçı
hesabın var mı? giriş yap