• tam karşımda oturuyor şu an.

    aramızda bir haftadır evin orta sahasını parselleyen bilmem kaç bin parçalık bir yapboz var. "la palette bistro" diye küçük bir lokanta manzaralı. bitiremedik. her gün usul usul ekledi parçaları, sabırla. küçük karton parçalarını sanki sever gibi birbirine ekledi. ama bitiremedik. yapbozun kalan son parçası eksik çıktı. üzüntüden öyle bıraktı olduğu yerde, toplamadı. "sevmek", salonun orta yerinde terk edilmiş boş bir "dükkan"ın arkasında duruyor şu an.

    elinde bir kitap var, "marifetler". onu okuyor. kitap okumasına o kadar alışığım ki. insanlar sevdiğine çiçek alır, ben yeni kitap kokusu hediye ediyorum ona. öyle bir gülüyor seviniyor ki. şu an elindeki kitabı okurken mesela, hayata dair bütün soru işaretleri siliniyor aklımdan. ona bakıyorum: huzurlu. sadece, geçen trenlerin sesine dönüp bakıyor arada bir, çocuklar gibi.

    "koltuğun altında yapbozun o son parçasını bulamayınca dönüp bana baktığın yüz ifadeni özlüyorum."

    tam bu cümleyi yazmayı bitirirken kalktı geldi yanıma: "ne yapıyorsun?". iş maillerimi açıp, gereksiz bir şeyler gösterdim. yaptığım işin belki de en güzel yanı bu; meraklısı olmayanın ilgisini dağıtacak sayısız malzemem var. hafif geri çekildi, defansta derinliğin kaybolduğu bu andan faydalanıp "belim ağrıyor" bahanesiyle yönümü değiştirdim, rahat yazabilmek için. sırf sana çaktırmadan, gönül rahatlığı ile şu yazıyı bitirebilmek için:

    aramızda sadece bitmemiş bir yapboz kadar mesafe varken bile yine anladım.

    seni her an özlüyorum ve seviyorum.
  • sevmeyi bilmiyoruz. duyguyu mantığın ürünü sanıp, yükümlülük olarak yorumluyoruz. evrendeki yerimizi saplantı ve nefret arasındaki hayata elverişli bölgede aramıyoruz.

    sevmek kısa vadede çok kazandıran bir yatırım değil. ged, arren'e "sevdiğini seveceksin. üstüne aldığını tamamlayacaksın. sana güvenilir." derken birini ve geri kalan her şeyi sevmenin bir hayat boyu tamamlanabilecek kadar uzun bir yolculuk olduğunu anlatıyordu.

    sevdiğimiz bizi hemen sevsin istiyoruz. tanıma ve seçme şansı tanımıyoruz. piramitlerin kaç yılda inşa edildiğini bilmeden, bulutlara dokunmak istiyoruz. oysa maliyeti olmayan fayda yoktur. insanın insanla bağının maliyeti de, zamanla değil zihinle ölçülür.

    bir renk verecek olsaydım gri olurdu sevmenin rengi.
  • seni seviyorum demek degil.. seni seviyorum derken titremektir..
  • hikaye1:
    birkaç ay önce okuduğum bir cümleyi kafamdan atamıyorum;

    “eğer kurtuluş yolunda niyet, usulden daha önemli olsaydı, dinlerin sonu gelirdi”

    sözgelimi bu cümle, dinler için söylenmiş. ama inanır mısınız, bu cümleyi alıp herhangi bir yere uyarlayınca, yine anlamını buluyor. çünkü neden? çünkü eylem, niyetten önemlidir. çünkü niyetin ve söze dökülenin sınırı yok; evrene kadar, hayal gücümüze kadar, sınırlarımızın ötesine kadar yolu var... ama eylem öyle değil; gerçekte olacakları ayan beyan ortaya döküyor, hiçbir şeyi saklamıyor. çünkü günün sonunda, söylediklerimizden çok, yaptıklarımız, yapabildiklerimiz elde kalıyor.

    hikaye 2:
    geçenlerde bir öykü okudum. birbirini hiç tanımayan iki kadının (ben onlara kadın1 ve kadın2 diyorum) hayatı umulmadık bir şekilde kesişiyordu. önce kadın1, kadın2’nin saçlarını boyayıp, kesiyordu. çünkü kadın1’in elinden bu geliyordu ve kadın2’ye bu şekilde iyi geliyordu. bir zaman sonra, kadın2 yaşadığı daireden taşınmak zorunda kalıyordu. taşınırken de her yeri temizleyip çıkıyordu. çünkü kadın1 esasen temizlikçiydi ve kadın2 taşındıktan sonra arkasından daireyi temizleyecek olan oydu. kadın1 temizlemek için boş daireye giriyordu; her yeri tertemiz görünce, kadın2’nin ona nasıl teşekkür ettiğini anlıyordu. onca zaman boyunca, aralarında hiçbir konuşma geçmiyordu. belki bir daha hiç karşılaşmayacaklardı ama birbirlerini bu şekilde sevmişlerdi ve birbirlerine böyle yardım ediyorlardı.

    hikaye 3 (gerçek olan):
    çoğunlukla pek dışarı çıkmıyorum ama çıktığımda ellerim kollarım dolu eve dönüyorum. karşı komşum maria, beni camdan görünce (ki ne hikmetse hep görüyor), bana apartmanın kapısını açıyor, apartmanın ışığını yakıyor (hayır, otomatik değil). o haldeyken, çantamdan anahtarı çıkarmam gerekmiyor, apartmana girince ışığa basmak zorunda kalmıyorum. çünkü maria orada ve beni düşünüyor. her defasında sevinerek içeri giriyorum, yukarı çıkıyorum. kapısında beni bekliyor; hiçbir zaman “kapıyı ben açtım” demiyor, çünkü sözlere gerek yok. ikimiz de ne olduğunu biliyoruz. sadece bana gülümsüyor, ben ona teşekkür ediyorum, o bana el sallıyor kapıdan, evime girene kadar bekliyor, sonra kapılarımızı kapatıp kilitliyoruz. üst üste kilit sesleri... ama nolursa olsun, birbirimizi böyle seviyoruz.

    velhasılıkelam, sevgi nedir, sevmek nedir, diye bana sorsanız; ne afili cümleler geliyor aklıma, ne büyük sözler, ne kocaman yeminler... hiçbirinin önemi yok uzun süredir. ancak yapılanı hatırlıyorum, ancak kendi yapabildiğimi biliyorum. omzumda senelerdir taşıdığım o ağır çantaya el uzatmayan, karanlıkta yoluma ışık olmayan, yorulduğumda elimden tutmayan sevgiden medet ummuyorum. çünkü evet, usul, niyetten evladır. çünkü sevmek tam olarak usulde ve iyi ki öyle.
  • güçlü bir ego, hasta olmaya karşı bir önlemdir ama son çare olarak; hasta olmamak adına sevmeye başlamak zorundayız ve şayet sevemiyorsak hasta olmaya mahkumuz. *

    (narsisizm üzerine'den)
  • bakın bayım, biz sevdik mi yazdığınız aşk mektuplarını pvcletip mapusanenin tek camını onlarla kapatacak kadar çok severiz.
    bizde yamuk olmaz, tek bir hata etsek bizim yüzümüzden döktüğünüz gözyaşlarınızı biriktirir buharlaştırıp odamızda hava diye içimize çekeriz.
    anlarız, anladığımızı belli etmeden.
    sevdiğiniz şarkının notalarını renkli iplere dizer, size rüzgar gülü yaparız boş vakitlerimizde.
    bastığınız yerleri toprak diyerek geçmeyiz, tanırız.
    baktığınız yerleri taş diyerek dışlamaz, alır onlardan heykelinizi yaparız.
    bakın bayım.
    bayım bakın.
    gerekirse sigarayı yakıp öyle uzatır, şarj aletinizi bulur, suyu biz söyleriz.
    siz yaşayın, biz destekleriz.
    bakın bayım, biz sevdik mi hakan altun'a dönüşmekten çekinmeyiz.
    saçımızın tek teli en son dilediğinizi gerçekleştirmeye çalışırken, böbrek üstü bezimiz dün gece üşüyüp üşümediğinizi düşünür.
    unuttuğunuz havlunuzu siz seslenmeden banyoya getirir, uyandığınızda kahvenizi hazır ederiz.
    sevdiğiniz harfler yüzyıllarca yaşasın diye kitap yazar, sevmediklerinizi barındıran kelimeler unutulsun diye kullanmayı keseriz.
    bakın bayım,
    benden ayrı, şahsınızdan ayrı korkuyorsunuz ya, yapmayın.
    sevmekten zarar gelmez, basit bakın.
    bayım,
    gelirken sigara ve yoğurt alın.
  • "ne bileyim füsun.
    şimdi aramıza duvar örsen,
    yine kalkıp senin sevdiğin renge boyarım."
  • birine verdigimiz, istedigi kadar canimizi yakma yetkisi.
  • tamam, dilimin döndüğü kadar bunu anlatayım.

    annemden bahsedeceğim, annemin bahar rüzgarındaki yasemin ağacığının dalları gibi olmasından. annemin, hayatının nasıl hafif bir rüzgar altında, çevresindeki insanlara ve tüm varlıklara birer mucizelermiş gibi hissettirdiğinden bahsedeceğim.

    annemin o, hayatım boyunca kaybetmek istemediğim tüm anılarından, sözcüklerini seçerken yüzünde takındığı o zarif, karşısındakini incitmemek, incitmemek, incitmemek, incitmemek için özenle seçtiği kelimelerin insana nasıl dokunduğundan bahsedeceğim.

    bugün haftalar sonra ilk kez dışarı çıktı. yerel üreticilerden almayı sever her şeyi. meyveyi manavdan, kahveyi, kahve öğütücü amcadan. manavda da, kahvecide de demişler ki, nerelerdeydiniz, özledik sizi. demişler ki, sizden bahsettik, sizi merak ettik. ve demişler k,, aman siz dokunmayın hiçbir yere, dilediğinizi işaret edin, biz onu size paketleriz. size bir şey olmasın, biz hepsini hallederiz.

    neden böyle özlemişler anlamadım diyor, ben de diyorum ki, hani herkesin hatrını soruyorsun, hani yüzü birazcık mutsuz görünüyorsa ilgiyle ama konuyu açmadan, gözlerine bakarak gülümsüyorsun ya, ondandır. sevmişler demek ki seni. bahardaki yasemin dalları gibisin, o yüzden diyorum. hayır, sen öylesin, sen dünyanın en güzel çiçekleri gibisin, sen adın gibi, aysın, diyor. hayır diyorum, sen öylesin. sen öylesin diye ben böyleyim. en çok ben seviyorum diyor, hayır en çok ben...

    aman diyorum, dışarı çıkma. annenin artık anne olamaması nasıl bir şey, biliyor musunuz? ben bilmiyordum, bilmemişim bunca zaman, o benim kaşım eğilse çok büyük tepkiler veriyor, çok üzülüyor ya hani, ben de diyordum ki, "amadan anne ne abarttın. annem çok abartıyor. annem benim üzülmeme dayanamıyor." doğru, dediklerim doğruydu, unutmuşum ama bir şeyi. annem, artık bana annelik yapamıyor, elinden gelmiyor, gücü yetmiyor ve bu onu kahrediyor. o yüzden, kaşım biraz eğilse, yüzüm biraz asılsa, olur ya işte, gözlerim karşısında biraz dolsa, bırakıveriyor kendini. elinde olsa var ya, elinde olsa, yakacak dünyaları, ama gücü yetmiyor. yüreğinin sızısı, bedeninin ağrıları, bunca yılın ağırlığı, benim için dünyaları yakmak istede de, buna izin vermiyor ve annem, çocuğunu koruyamıyor. anlamıyor ki, çocuğunu korumak zorunda değil. anlamıyor ki, önce "ben!" demeli... anlamıyor ki, ben bu hayatta onun iyi olduğu kadar iyiyim, onun mutlu olduğu, onun huzurlu olduğu, onun yasemin dalları gibi özgür ve kendi olduğu kadar her şeyim.

    annem beni çok sevdi.
    annem beni yaşamından, ellerinden, gözlerinden, hatta öyle ki konuşma hakkını, kadınlık haklarını kimseye vermez(!), bunlardan bile çok sevdi. uzun süre düşündüm, çocukluk işte, acaba ben bu kadar yaramaz oldum d,ye mi annem bu kadar hastalandı. değilmiş, sonradan anladım. annemin bu kadar hastalanmasının sebebi, yasemin dalları gibi hafif ve narin ruhunun, kalbinin, en az onun kadar narin ve güzel ellere denk gelmemiş olmasıymış. yine de bir gün olsun öf demedi.

    geçenlerde annem aradı, geçenlerde değil, hep arıyor. ben de işim var diyerekten açmadım, kendimi iyi hissetmiyordum. biliyorum ki ben bir birim iyi hissetmezsem, annem milyonlarca birim iyi hissetmez. annemi kendimden korumak mı dersiniz, annemi hayattan korumak mı dersiniz yoksa annemin bana annelik yapmasına izin vermemek mi dersiniz bilmem. bir önemi de yok ne dediğinizin, aslında kimsenin, bir diğerinin yaşamı hakkında yaptığı yorumun bir kıymeti yok, olmaları. her ateş önce kendi yanını yoklar diyor şair, doğru söylüyor.

    ne diyordum, işim var deyip, geri çevirdim. annem öyle bir varlıktır ki, insanın üzerine gitmeden, onu kafese koymadan, olduğu hale rağmen değil de olduğu gibi sever insanı. beni de böyle sevdi, olduğum gibi. bunu yaptığımı bilse, üzülür, bunu yaptığım için değil ama, bunu yapmama neden olan şey için. kalbimi, ruhumu, bedenimi bu kadar yoran şey için üzülür. annem üzülürse, ben kimseyi affetmem.

    sevmenin, sevilmekten çok daha önemli olduğunu annem yaşlandıkça, güçten düştükçe, bazı sabahlar hareket edemediğinden öylece yatakta çabalayıp, yine de o hareketleri etmek, kalkmak, yaşamına devam etmek için var gücü ile çalıştıkça anlıyorum. kalkıyor. en nihayetinde kalkıyor ayağa, yardım istemiyor, içim acıyor ama müdahale etmiyorum. sonra bana sevgiyle ve zafer kazanmış bir eda ile bakıyor. ruhuma akıyor varlığı, şükrediyorum. onun bu yaşama tutunmaya çalışma sebebinin de, yaşama arzusundan değil de, bu ağrılar yaşamasına izin vermiyor desem yeri, beni sevdiğinden, beni sevdiği halin eksilirse bana yansıyacağı etkileri yüzünden bırakmıyor kendini. önce kendini, sonra beni. ne demiştim, ben onun iyi olduğu kadar iyiyim. 53 yaşında bunu anladı ancak. ne kadar genç değil mi, ne kadar ikinci bahar bir yaş, olsun, buna şükür.

    dikkatim dağıldı, belki yoruldum, belki başka bir şey, bilmiyorum.
    burada keseceğim.

    şunu diyeceğim bir tek, sevmek, sevdiğine zeval gelmesin istemek.
    ağrılarını, ağırlıklarını, üzüntülerini yüklenmek istemek değil ancak beraber hafifletmek demek.
    sevmek, kendine onun için bakmak, kollarının yetiştiği kadar kendini sarmak ve iyi etmeye çalışmak demek.
  • yanlış hatırlamıyorsam bir ingiliz gazetesinde okuduğum ufak köşe yazısından aklımda kalan bir ipucu vardı: "ilk buluşmanın iyi geçip geçmediğini anlamak için partnerinize "biranın tadı nasıl, beğendin mi?" diye sorun. genelde herkes zaten sevdiği ve genelde tercih ettiği biranın siparişini verir ve bu içkinin tadı nerede içilirse içilsin üç aşağı beş yukarı her yerde aynıdır. eğer biranın tadına "süper!" gibi bir cevap aldıysanız bilin ki bu işin devamı gelir, zira bu standart bir biranın tadını süper hissettirecek kadar güzel bir gece geçirmişsiniz manasına gelir."

    neden böyle? çünkü sevmek, insanın ortama olan farkındalığını artırıyor. daha önceden farkına varmadığımız bir çok güzel detayı yakalamaya başlıyorsunuz, o detayların daha çok tadını çıkarır oluyorsunuz birden, o yüzden bir çok şey daha güzel geliyor insana. o standart bira dahil.

    o yüzden beraber olduğunuz biri "aaa aya bak, ne güzel di mi?" dediğinde peşini bırakmayın. ay, aynı şekle yılda 12 kez gelmektedir ve bunu diyen kişi, eminim ki ayın o şekline daha önceden de denk gelmiştir. sayenizde bir güzelliğin farkına varan o insana başka güzellikleri tattırmak için beraber devam edin yolculuğunuza.
hesabın var mı? giriş yap