• kitapta en sevdiğim kısım, geceleri saraydan kaçıp sabaha kadar dans eden 12 prenses masalının, prenseslerin sırrı açığa çıkıp 12 prensle evlendirilmesinden sonrasını anlatan küçük öyküler kısmıdır. kitabın o kısmını ara ara açar, hikayeleri okurum aklıma estikçe. benim için en etkileyicisi aşağıdadır, bence aşkı-ilişkileri en güzel anlatan yazılardan biridir. "sevdiğine nasıl görünüyorsa öyledir insan".

    "bana jess derdi, çünkü şahinlere takılan gözbağına bu ad verilir.
    onun şahini bendim. koluna asılır, yemeğimi avcundan yerdim. burnumun keskin ve zalim, gözlerimin ise deli olduğunu söylerdi. bana yumuşak davrandığı takdirde onu parçalayacağıma inandığını da söylerdi.
    geceleri dışarı çıkacak olursa beni karyolamıza zincirle bağlardı. uzunca bir zincirdi bu, gerektiğinde oturağı kullanabiliyordum, pencerenin önünde dikilip gece geç gelen baykuşları bekleyebiliyordum. baykuşların sesine bayılırım. av peşine düştüklerinde kanatlarını birden yaymalarına bayılırım. sonra dalıverirler ve acı çeken bir aşık gibi ulurlar.
    birlikte ata binmeye gittiğimizde de kullanırdı zinciri. onunki kadar güçlü bir atım vardı. atımı arkadan kırbaçlar, ağaçların arasında dört nala gitmesini sağlardı. bizi yarım baş geriden izler, ikide bir zinciri çekerek eğlenip eğlenmediğimi sorardı.
    en hoşuna giden şey, seviştiğimizde beni üstüne almak, sırtımın girintisini sıkı sıkı tutmaktı. titreyen mum ışığında gözlerini oymayayım diye beni üstüne almak zorunda kaldığını söylerdi.
    ben onun dediği şeylerden hiçbiri değildim, ama zamanla oldum.
    bir gece, haziran ayındaydı sanıyorum, kolundan uçtum, karaciğerini gövdesinden oyup aldım, kemirerek zincirimi kopardım, onu yatağın üstünde gözü açık bıraktım.
    gözlerinde şaşkınlık ifadesi vardı, neden bilmem. aşığına nasıl görünüyorsa öyledir insan."
  • soyle bir sey var bu kitapta: "zina işlediğimi biliyordum, çünkü sevdiğim şey evimin dısındaydı".
  • kitabin baslarina dogru erkekler kullanim kilavuzundan bir sayfa vardir akillara senlik.. okunmalidir kesin.
  • jeanette winterson un yazdigi dus gucunu ve yolculuklari anlatan ilginc bi kitap...
  • "koca bir fili gökyüzüne salıvermek bir kadının omuzlarına olmadık sorumluluklar yükler."

    pınar kür çevirisiyle, tekrar raflarda.
  • winterson tarafından yazılan çok farklı, güzel bir eser. okuduktan sonra, üzerine benzer bir deneme yazmıştım. here it goes ;

    uzun yıllar evvel, aşk salgını sarmış bir kenti, o kadar kuvvetliymiş ki aşkları, bütün herkesi öldürmüş. ölenleri gömen mezarcı ise bir kadını mezara gömerken tabutun içinde kendisini görüp, âşık olmuş ve tabutun içine girip, bütün müdahalelere rağmen içinden çıkmamış, kadının yanında usulca, mezara girerek aşkın diri diri öldürdüğü biri olmuş
    mezarcı ölünce, kalan ölüler ırmağa atılmak zorunda kalmış, ve bir hastalık ki kalan halkı da teker teker öldürmüş. ancak geriye iki kişi, bir rahip- sadece kilisenin kutsal suyunu içerek korunmayı başaran- ve bir de orospu kalmış, -hiç su içmeyen
    usulca yatağa girmişler, tekrar bir topluluk yaratmak istemişler, şartları sevişirken usul usul aşk yasaktı yeni toplulukta, bir daha kimse ölmeyecekti.
    daha çocukluk yıllarından aşılandı bu herkese, cinsellik sadece belli zamanlarda üreme için uygun görüldü, ve belli panayır zamanlarında. bu panayırda, halk başka toplulukla birlikte olup ihtiyaçlarını giderirlerdi.
    gülümsemek yasaktı, eğer biri gülümsüyor ise, aşkın ilk ışıklarını yakıyor demekti, müzik yasaktı, keman, mandolin yasaktı
    köye uğrayan devasa bir kadın, bir keman ya da mandolin almak için usulca bir kadına yaklaştığında sert tepki gördü, ancak yabancısı olduğunu söylediğinde kendisi aşk müzesine yönlendirildi
    orda gördüğü, aşkın, ihtirasın lanetlendiği, istenmediğiydi. oysaki, aşkı uyandırmak kolay öldürmek ise zor değil miydi?
  • historiographic metafiction anlatim teknigini ornekleyen, fantazi dunyasiyla tarihi gercekligin birbiriyle ortustugu son derece surukleyici bir roman.
  • francis bacon'da dediği gibi bazı kitaplar tadımlıktır, bazıları çiğnenir bazıları ise yutulur. bu işte o yutulması gereken kitaplardan biri olsa gerek ki hakkında çok az yazı vardır çünkü bazı kitapları okumak ciddi anlamda bir birikim gerektirir. öyle sıradan okuyucu bunu okuyamaz, okusa dahi anlayamaz. postmodern bir kitap olan bu kitap içinde bir çok mesaj barındırır gelin bunları bir inceleyelim.

    öncelikle kitap bir feminist ve lezbiyen olan (bkz: jeanette winterson) tarafından yazılmıştır. kitap oldukça şiirsel bir dille yazılmıştır ama tumturak yoktur içinde. tarihsel bir üstkurmacadır kitap. olayları totalize edici bir şekilde güçlüler tarafından anlatmaz. yani aslında bunu tarihsel anlamda konuşacaksak eğer bir şeyin tarihini yazmak başka bir şeyin tarihini yazmamaktır çünkü tarihte birden fazla olay olur aynı anda sadece bir kısmını anlatmak büyük bir çoğunluğu es geçmektir ve o dönemde yaşayan bireylerin hiçbir önemi yoktur. mesela corona günlerindeyiz her zaman rakamlar var isimlerini bile bilmiyoruz ölenlerin önemli olmadıkça. şu an tarihe tanıklık ediyoruz hepimiz ama sizin yaşadığınız şu çileler kimin umrunda mesela? işte bu yüzden totalizer sistemi eleştirerek kişilerin bakış açısını içeriyor tarihsel olaylara. bunları genelde dogwoman denilen bir karakter anlatır. jordan denen karakter ise gezmeye bayılır. ama bu seyahatler öyle seyahatlerdir ki newton'ın yasasını tarumar eder, bir geçmiştedir j bir gelecekte bir bakarsın şimdidedir.

    gelelim kitap adına. kitapta jornal bir deney yapar normalde cinsiyetsiz olan vişnelere cinsiyet verir. işte kitap ismini buradan alıyor. yazarın verdiği mesaj ise şudur ( tabi kendisi lezbiyen): bizler aslında cinsiyetsiz doğarız ancak toplum bize bir cinsiyet verir. burada cinsiyetten kastı kesinlikle bir penis veya vajinaya sahip olmak değildir cinsiyet organlarla ölçülmez her şeyimizi cinsiyetimiz belirler ve bu cinsiyet bizi çocukluktan itibaren dayatılır. örneğin bir erkek çocuk barbie bebekle oynamaz ya da bir erkek sarı tayt giymez. hatta erkekler pembe bile giymez çoğu zaman. ama ben bir " erkek " olarak giyiyorum bana yakışıyor hehe.*

    kitap karakterlerine gelecek olursak çok detaya inmeden sizlere aslında o karakterlerin verdiği mesajları anlatmak isterim.

    dogwoman denen çirkin mi çirkin bir karakterdir. kadın dev gibidir bir erkek gibi güçlüdür, otuz tane köpeği vardır hayvanlarla içiçedir. bu kadın aslında zihniyetmizdeki kadın karakterleriyle hiç uyuşmaz. bu kadın aslında öyle bir varlıktır ki tanrıça’yı temsil eder. evet çünkü dog’un tersten okunuşu goddur ve godwoman şeklinde okunur bu sefer. aynı zamanda eski tanrıçalar gibi çok güçlüdür. bu kadın aslında bir ikircimdir kadın ve erkek, insan ve hayvan, insan ve tanrı arasındaki. çirkin olmasına değinmiştim kadının çirkin olmasının en büyük sebebi de aslında o dönem insanların tüm çirkinliklerini anlatmasıdır. işte o an şunu sorarız? bu kadın mı çirkin yoksa yüzü güzel olan çirkin davranışlarla o insanlar mı?* kadın tarihsel olayları sırasıyla anlatır.

    jordan’a gelecek olursak arkadaşlar jordan ( ürdün) eski ahit’te aşağı akmak demektir. aslında jordan’ın seyahat etmesinin sebebi de budur. akışkandır jordan yerinde durmaz. ve jordan yine bir nehirde bulunur godwoman tarafından. bu incil’e bir göndermedir zira musa da aynı şekilde bulunmuştur. burada önemli olan bir olay da godwoman’ın anne oluşunun yine bildiğimiz geleneksel şekilde olmaması. bakın kadın anne olurken dahi çocuğu buluyor yakışıklı bir prensle falan yapmıyor bunu. hatta jordan da fortunata adlı karakterlerle evlenmek isteyecek ama fortunata bunun aşağı çekici güç olduğunu uçmak için özgür olmak gerektiğini söyleyecek ve o 12 prensesin en güzeli, en akıllısı geleneksel hikayedeki gibi evlenmeyecektir. işte bakın bu da başka bir bakış açısı. neyse gelelim jordan’a tekrar. jordan ilk başta seyahetine tradescant’a ( (bkz: john tradescant the younger)) özenerek başlar onun gibi olmak ister. güçlü bir erkek, özgür bir erkek gibi çünkü kendisini aşağı görür hep başkası olmak ister. fortunata dahi olmak ister ama çıktığı bu seyahatte kendisini bulur. kendisini olduğu gibi sevmeyi, kabullenmeyi öğrenir. hiçbir kategoriye girmez. jordan ne x burcudur ne x cinsidir ne şöyledir ne böyledir. jordan jordan’dır tıpkı doğa* gibi eşsizdir. evet buradan ben şunu çıkardım. gerçekten seyahat etmenin asıl amacı bence somut bir şeyler görmek değil kendimizi bulmaktır. bir de yazar bence kendisini bir süre olduğu gibi kabul edemedi.

    kitapta bilimsel bir kadın da var o da kapitalizme karşı büyük şirketlere karşı ( corporations) savaşıyor tıpkı tyler durden gibi. bilge bir kadın. ki bu da eski tanrıçaların sahip olduğu 3 temel özelliği tamamlıyor; güç, gençlik ve bilgelik.

    bunların dışında incil’e çok fazla gönderme var ve çok fazla ikircik var kitapta. örneğin muz erkek cinsel organına benzer ama muz aslında bir kadındır. yine başka bir örnekte jordan bir şehire gider ancak orada aşk yasaktır ama papaz ve bir kadın sevişir. burada din, tarih ve zaman gibi kavramları sorgular zira jordan dediğim gibi bir geçmiştedir bir gelecekte. quantum fiziğini resmen yaşar ve kafa karıştırıcı olacak ama burada an kavramını kullanır yani mesela geçmişe gitmez aslında sadece paralel evrendeki gibi düşünün başka bir sen’in başka bir andaki anına gidersin. çünkü bizler için zaman sadece şu andır geçmiş veya gelecek bizler için bir kavramdan öteye gitmez bizler 4. boyut olan zamanı algılayamayız.

    yoruldum bırakıyorum.
  • neden çok bilindik bir kitap olmadığını anlıyorum sanırım. bir arkadaşıma dr den öylesine içimden geldiği için sipariş ettim yine. dün aradı, 'allah belanı vermesin sırf yarım kalmasın diye bitirmeye çalışıyorum.' dedi.

    ben sanırım bu kitabı sevmeyen herkesi hayatımdan çıkarıcam. siz ne anlarsınız yaa
  • şöyle bir kısmı çok sevmişim zamanında:

    "... jordan küçükken kâğıttan kayıklar yapar, ırmakta yüzdürürdü. bu yolla rüzgârın bir yelkeni nasıl etkilediğini öğrendi ama, aşkın bir yüreği nasıl etkilediğini öğrenemedi. sabrını aşan tek şey umuduydu. günlerce, gecelerce tavuk sandıklarından artakalan tahta parçalarıyla uğraşır, çalabildiği her kâğıt parçasından yelken yapardı. çamurların ortasında dikilişini ya da yüzükoyun yere yatmış, burnu neredeyse suyun içine girmiş bir şekilde minik tekneyi eliyle dengeleyişini sonra da rüzgâra salışını seyrederdim. saatlerini harcardı böyle. zamanı gelince kalbini de aynı şekilde salıverdi. gemilerin batabileceğine inanmazdı.

    sonra eve, bana dönerdi, elinde kırılmış gemisinin parçaları, yüzünde gözyaşlarının izleriyle. lambamızın başında oturur, elimizden gelen onarımı yapardık, ertesi gün her şey ilk günkü gibi yeniden başlardı. oysa kalbini alıp gittiklerinde yanı başında oturacak kimse yoktu. yapayalnızdı." *
hesabın var mı? giriş yap