• bir orhan veli şiiri:

    söğüt ağacı güzeldir.
    fakat trenimiz
    son istasyona vardığı zaman
    ben dere olmayı
    söğüt olmaya
    tercih ederim.
  • yavaş yavaş ölürler, seyahat etmeyenler.
    (bkz: pablo neruda)
  • hopper'ın resimleridir. baudelaire'in, kavafis'in dizelerdir. göksel baktagir'in arkadan gelen kanun sesidir. çölde çaydır, istasyonda kitap okuyan kadındır, otel odasında şaşkınca pencereden dışarıya bakmaktır seyahat. her şehirde gönlünü vermektir gerçek seyahat, o aşkla yolunu değiştirmektir, yoldan çıkmaktır, her sehirde sevişmektir.

    gerçketen yolda olmak tüm bu dizelere, resimlere girmektir. resimdeki kadın gibi onurlu olmaktır, kendilerinden çok başkalarını düşünmektir, başkalarına fazlaca güvenip, biraz nair kalmaktır yolcu olmak. bedeninin yaşamın sert bir köşesine çarpmışlığını kanında hissetmektir. belki de evinden ihaneti yemiş olmaktır. beklentilerini yolun kucağına itmiş olmaktır.

    şair olmaktır; seyahat. yirmi dört saat açık olan kafeterya, istasyondaki bekleme odası ya da motel, sıradan dünyada kendine bir ev edinememiş ama başını dik tutmuş insanlardan biri olmak, yollara, bilinmeze sığınmaktır.

    kimi zaman tüm planlarını hatta bazen tüm yaşamınızı çok basit ve üstüne düşünümemiş bir mutluluk olasılığıyla değiştirmektir, değişmektir seyahat. *
  • en büyük tutkum
    ne güzel demiş baudelaire: "her nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor"..
  • orhan veli'nin kitaplarına girmemiş bir şiiri:

    ( renâ bizet'den mülhem)

    her yanı yolculuk dolu gökyüzünde
    altından kuşlarımın çırpınışı var.
    dönüyorlar bir manzaranın üstünde;
    soluk, kül rengi bir günle dönüyorlar.

    hangi liman veya adaya bu gidiş
    en canlı çırpınışlar kanatlarında?
    denizde ne bir yelken, ne bir ürperiş;
    bütün zenci krallar ölü bu anda.

    gidecekler beyaz köpüklerin izinde
    uzak, ağır ve çok uzak bir vapurun,
    birden belirecek hepsinin gözünde
    manzarası, yafa'nın ve singapur'un.

    sonra, sabahlann en muhayyelini
    geri getirecekler bu uçuşlarında
    ve anlatacaklar hikâyelerini
    hâzzın en büyüğünü duyan ruhuma.

    (1937/ papirüs, haziran 1967)
  • daha önce vaad ettiğim bu yazıyı nihayet bugün hayata geçiriyorum. bazen bir metni, hazır olmadan yazıya dökemiyorsunuz. ben de bu metni olgunlaşmadan kağıda dökmek istemedim. beklettiğim için özür dilerim.

    yüksek lisansta ben yavuz turgul sineması üzerine çalışırken, sevgili dostum m. u. da evliya çelebi seyahatnamesi üzerine çalışıyordu ve kendisini evinde ziyaret ettiğim zaman çay-sigara eşliğinde sabahlara kadar sohbet ederken canımız sıkıldıkça evliya çelebi'nin seyahatname'sini açar, okur okur gülüşürdük. gülüşürdük ama bir yandan da o hayal gücüne, edebi zarafete eşlik eden sanata, gün görmüşlük ile atbaşı giden doymak bilmez tecessüse hayran olmaktan ve hatta gıpta etmekten de kendimizi alamazdık.

    kanaatimce evliya çelebi'nin seyahatnamesi, bugüne kadar yazılmış, sadece türkçe'de değil herhangi başka bir dildeki en büyük eser, adeta bir zirvedir. kurgusu, dili, gerçek ile hayalin okur tarafından ayırdedilemezliği ama okurun da zaten bu içiçeliğe teşne oluşu, çizgisellikten döngüselliğe bilinen tüm anlatım tekniklerinin oldukça usta bir şekilde eklemlenmesi ortaya harikulade bir metin çıkarmış. dahası, evliya çelebi'nin oldukça hacimli bu anlatısında bütün eser boyunca aynı canlılığı, beceriyi ve tempoyu sürdürebilmesi mucizevi bir başarıdır ve sadece bu yüzden evliya adını sonuna kadar hakeder.

    seyahatname türüne özel bir ilgim var ve her ülkeden, kültürden bazen çeviri bazen aslından seyahat okumaya çalışıyorum denk geldikçe. bu süreçte ibni battuta'dan tutun madam montagu'ya kadar klasik yahut modern epey seyahat okudum yahut inceledim. fakat, özellikle evliya çelebi okuduktan sonra türe olan ilgimde bir düşüş oldu ister istemez çünkü evliya çelebi çıtayı o kadar yükseğe koyuyor ki hem okurken hem de yazarken bir aşılamazlık hissi bütün bedeninizi ve zihninizi esir alıyor. zirveyi gördükten sonra dağların etekleri sıradanlaşıyor. bunu yazarken diğer önemli seyahatnameleri değersizleştirmeye çalışmıyorum, evliya çelebi'nin ne kadar büyük bir iş başarmış olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

    kendim de gittiğim yerlerde edindiğim tecrübe ve yaptığım gözlemleri aktarırken bazen hayal ve gerçeği, olan ile olmasını istediğim şeyi mezcedip aktarmaya çalışıyorum. sanırım beni takip edenler kullandığım garip dilin ve şakacı dilin farkındadırlar. evliya çelebi'ye öykünüyorum ama bir yandan da kötü bile denemeyecek bir kopyası, adeta bir özentisi olduğumun farkındayım. musahiplik kanımda var ama eski musahiplerin yanında çok sönük kaldığımı da biliyorum. bir başka yanlış anlaşılmaya daha engel olmak için hemen belirteyim: eskiye rağbet etmek için söylemiyorum bütün bunları. eski nostaljisi veya romantizmi değil, evliya çelebi özelinde eski bir metnin ekmeliyeti ve kemalatı ile hem geleği gölgelemesine hem de yeni denemeleri ta en baştan zaten denemiş olması ile gelecek kuşakları zan altında bırakmasına işaret etmeye çalışıyorum. son cümle biraz suçlayıcı bir nitelik taşıyor. evet, bir yanıyla suçlayıcı çünkü bu abidevi eser diğer başka eserlere ket vuruyor ama daha çok hayranlık var.

    şunu da itiraf etmem gerek: evliya çelebi'ye ve seyahatnamesine olan hayranlığım bazen gözümün perdelenmesine neden olabiliyor. lakin bugün yeni kabul ettiğimiz anlatım tekniklerinin üç yüz yıl öncesinden bize tebessüm ettiğini görmek mütemadiyen şaşırtıyor beni. on cilde sıkıştırılmış bir ummanı tutmak nereden baksan bir mucizevi bir deneyim. ne kadar kıyas kabul eder bilmiyorum ama cervantes'in don kişot'u gibi bütün devirleri aşmış ama her devri içeren bir kitap seyahatname. zaman kurgusunda ileri geri atlamalar, hayal-rüya ve gerçeğin içiçeliği ve ayırdedilemezliği, hayalin ve rüyanın içerdiği gerçeklik, anakronizme düşme pahasına belirtebileceğim gelenek-modernizm ve postmodern anlatım teknikleri bir arada.

    bazen zihnimde canlandırmaya çalışırım; jorge luis borges yahut gabriel garcia marquez yahut ursula k. leguin ya da ne bileyim dostoyevski, evliya çelebi okumuş olsalardı ne tür bir tepki verirlerdi acaba. yahut belki de okumuşlardır ve ilham pınarlarından biri de evliya çelebi'dir, kim bilir?

    bu yazı, ülkemizde evliya çelebi'nin sadece adının bilinmesine dair bir yakınma değil. okumayan okumaz, herkes okuyamaz zaten. bir ayrıcalıktır. fakat okumak isteyenlere naçizane tavsiyem, ta en başından en son sayfasına kadar okumaya çalışıp okuma deneyimlerini bir maratona çevirmemeleri. evliya çelebi'nin anlatım tekniğinin en güzel yanı her hangi bir yerden başlanıp okunabilmesi. bu yüzden on ciltlik seri gözünüzde büyümesin. orijinali ile birlikte okumak ise bambaşka bir keyif. türkçe'ye bildiğiniz herkesten daha hakim olduğu için, kendi dilinizin en mahrem yerlerini keşfedeceksiniz. uyarmadı demeyin türkçe öyle bir afet-i devrandır ki bir gören iflah olmaz ve iddia ediyorum siz daha türkçe'yi henüz görmediniz.

    evliya çelebi'nin benim gelişen seyahat tutkumda önemli bir yeri vardır. daha önce rahmetli dedemi anlatmıştım ama seyahatnamesi olan başka hiç bir seyyah beni evliya çelebi kadar imrendirememiş ve seyahat arzumu gıdıklayamamıştır. gittiğim her yeri ve her şeyi evliya çelebi'nin gözlükleri ile de görmeye çalışırım. 'evliya çelebi buraya gelmiş olsa ne yapar, nasıl anlatırdı' diye düşünmeden edemem. humorumu, latife anlayışımı şekillendiren, anlatım tarzımı etkileyen yazarlardan biridir evliya çelebi.
  • max jacob ne güzel demiş;
    ''seyahatler gençleri buluşturur ve pantolonları buruşturur''
  • bir zamanlar delirmemek için sık sık yapmak zorunda olduğumdu.
  • ya ben gerçekten artık genç değilim ya yok yani bunu bilmem lazım.

    bir süredir doğru düzgün iş gelmiyor. bu da, kendi işini henüz 2 yıldır yapan biri olarak benim için net bir stres kaynağı. yani daha "aman canım iş bu, şimdi gelmez sonra gelir, olur böyle şeyler" diyecek kafa rahatlığında değilim ve zaten ekonomik durumum da buna uygun değil.

    o yüzden kalktım temmuz sonunda memlekete gittim. dönüş biletimi de tam bir ay sonrasına aldım. bir ay, zaten işim gücüm yok, tamam kirayı yine veriyoruz ama bari başka giderim olmasın.

    he akılda olmayan şeyler oldu ve hayvan gibi doktor parası verdim o ayrı, ama onun dışında beş kuruş çıkmadı cebimden anam babam sağolsun.

    4 hafta planlanan bu mola, yine akılda olmayan ama bu sefer güzel işler sebebiyle bir hafta erken bitti. güzel dediğim, yükte ağır pahada aşırı hafif bir miktar dosya. ama olsun iş iştir, referans referanstır. kimse sana bu davalardan ne kadar "kazanmadığını" sormayacak, ama bu tür davalardaki tecrübeni herkes bilecek.

    atladım geldim. fakat mesele şu, eylül başında da sevgilimle tatil planımız vardı. kendisi bu planı te daha biz sevgili değilken yapmıştı, yani onun vakti zamanı aylar öncesinden belliydi, arkadaş grubunda tek başına olacağı bir tatilde onun +1'i oldum.

    işte o yüzden, burada olduğum o bir hafta yaşamadan çalıştım. şöyle izah edeyim, kendi işimi resmi olarak yaptığım 2 yıl 4 aylık süreçte bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum. işler hem aceleydi hem de acele olmasa bile zaten vaktim yoktu, bokum çıktı yetiştiricem diye. ama yetişti şükür.

    bütün bunlardan önce, ailemin bir kısmı adana'da bir kısmı cenevre'de olduğundan ve tek bekar ben olduğumdan, aralarında maymun gibi dönüp dolaşmak işi de haliyle bana düştüğünden, itiraf edeyim işin içinde biraz sefasına düşkünlük de bulunduğundan, haziran başında cenevre'ye, temmuzdaki ramazan bayramında da yine adana'ya gitmiştim. haziran başındaki gidişim doğumgünüm içindi ve iki yıldır "siz cenevre'den dönmeden, bir doğumgünümü kesin burada kutlayalım kesinlikle olsun bu nolur <3" deyip duruyordum. annemle teyzem de geldiler, altı üstü evde pasta yedik ama en güzel doğumgünlerimden biriydi. biletini te şubatta almıştım.

    ondan önce, 19 mayıs, zaten ilter'e "ilter allaşkına beni bir yere götür" dediğim ve onun da tamam deyip götürdüğü yerde de beni tavladığı zamandı.

    ondan önce, nisan ayında bizim orada portakal çiçeği festivali vardı ve ben bir adanalı olarak ona hala gitmemiş olmanın eksikliğiyle daha çok yaşayamazdım. o yüzden kalktım bir haftasonu da oraya gittim.

    ondan önce, ablamla eniştem "biz paskalya'da milano'ya gidicez ve bu planı tabi ki sensiz yapmadık" dediler allah ikisinden de gani gani razı olsun, kalktım cenevre'ye uçup onlarla milano'ya gidip geldim.

    ondan önce mart ve şubatta da yine birer haftasonum adana'daydı.

    ondan önce, ocak ayı içinde, sırf yine delirdim diye, ilter'i arayıp "çok delirdim ben napim oraya geleyim mi" demiştim, o da "gel hadi erciyes'e gidelim" diyerek beni davet etmişti. o tatilden çok açık bir şekilde birbirimizi "görmüş" bir şekilde ayrıldık, sonra olaylar gelişti zaten. isabet olmuş.

    ve tekrar günümüze gelirsek,

    tatilden dün geldim. ve tam bir hafta sonra, yani haftaya bugün, planı yine aylaaaaar öncesinden yapılmış, yine perşembe-pazartesi arası bir cenevre seyahatim var.

    henüz günü belli değil ama ekimde bir ankaram olacak çünkü sevgilim orada. ayrıca annemle babama da "ekimde yine gelicem" diye söz verdim.

    adana'ya her ay gitmek istiyorum çünkü annemle babam yaş aldıkça, onlardan uzak olmak iyice kaldıramadığım bir şey haline geliyor. ayrıca 72 yaşındaki babam, yaklaşık 20 yıldır büyük bir heyecanla istediği ve çocuk gibi heveslenerek beklediği yayla evine kavuştu. gidip o yaylada sucuk ekmek yemem şart.

    ilk defa böyle bir sene geçiriyorum.

    seneye bu zamanlar ablamlar artık yurtdışında olmayacak, o faslı kapatmak zorunda kalıcam. gerçi bu kez de kalkıp ilter'le bir yerlere gideriz kesin.

    bu nasıl böyle neymiş bu ya.

    bu kadar seyahati iş için yapsam belki bu kadar dengesizleşmezdim. çünkü o zaman süreçten ve hayatından kopmuyorsun aslında, mesai arkadaşların ve zaten yaptığın mesainin kendisi, kafanda çevirdiklerin, bunlar aynı kalıyor. sadece toplantı yaptığın salonun dünya üzerindeki yeri ve o salondan çıktığında gördüğün ortam değişiyor. yine ceket kravat veya yine topuklu ayakkabı yine makyaj.

    ama benimki, iş ortamından ve gündelik hayatından açık bir kopuş. git - üç gün kop - sonra gel geri bağlan - sonra üç gün yine kop - lan?

    eskiden gardrobun üzerinde duran kabin boy valiz evin antresinde duruyor artık.

    bir de yalnız çalışıyorum, ben bir yerlerdeyken burada yapılması gereken şeyler çıkıyor bazen, çok stresleniyorum, masraf ortağıma rica ediyorum sağolsun halden anlıyor ama bunlar ezici şeyler. geldiğimde her şeyi yine kendi kendime toplamam ve iş kafasına paş-şalar gibi girmem gerekiyor, kim yapacak o işleri pardon?

    kendimi stabil hissetmiyorum ve o hissin meğer ne büyük bir gereklilik olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyorum.

    artık o kadar da genç değilsem demek ki.
  • aslında "ev"e dönmek ya da "ev"i bulmak için yapılan eylem..
hesabın var mı? giriş yap