• karaktersiz boş durmamış;
    sevgili günlük,
    gözümü açtım. karşımda tuhaf bir tip beni süzüyordu. meğer beni o yaratmış. eh, teşekkürler.

    sevgili günlük,
    bu gün hayattaki ikinci günüm. bulunduğum mekân çok rahat. her taraf rengârenk. ortam çok sıcak ama ya da bana öyle geliyor. yaratıcımın söylediğine göre hammaddem ateşmiş. sıcaklığım ondan olsa gerek.

    sevgili günlük,
    ortama yavaş yavaş alışıyorum. yaratan benimle epey ilgileniyor. her şeyi öğretti bana kısa sürede. bulunduğum mekanın adı “cennet” miş meğer. süper güzel bir atmosfer, ortalıkta bir sürü şirin şirin canlı var, rengarenk kuşlar filan. her yerde dereler akıyor, ben içlerine girince suları kaynıyor. çok eğlenceli. derelerden birinin suyunu içince de müthiş kafa yapıyor, adı kevser. bu yaratıcı da ilginç bir eleman. canı sıkılıyor herhalde, sürekli bir acayiplik icad ediyor, onunla eğleniyor.
    sevgili günlük,
    bu gün sabah şöyle biraz dolaşayım dedim, bir de baktım ki ortalık kanatlı kanatlı yaratıklarla kaynıyor. sürü halinde doluşmuşlar bahçelere filan. öbek öbek geziniyorlar. kovalayayım gitsinler dedim ama öyle üç beş tane değil ki, sürüsüne bereket. meğer bizim patron kendine tapınsınlar diye yaratmış hepsini. adları “melek”. asap bozucu, sinir yaratıklar. ışıktan yaratılmışlar. pırıl pırıl, gözümü alıyorlar. “niye yarattın ki bunları, ne güzel ikimiz takılıyorduk sakin sakin” dedim, beni azarladı. ondan iyi mi bilecek mişim? iyi tamam senden iyi bilmiyoruz da bu kadar fazla yaratmanın ne alemi var ama di mi?

    sevgili günlük,
    hiç huzurum kalmadı cennette. kafamı nereye çevirsem melek sürüsü var. üstlerine basmamak için zıplaya zıplaya dolaşmak zorunda kalıyorum. meleklerin işi gücü patron’a tapınmak, bir kısmı yerlere kapanmış vaziyette, kimi çömelmiş, kimi iki büklüm eğilmiş duruyorlar. öyle “kısım” dediysem az buz değiller ha, ellişer bin, yüzer bin. bu ne hırstır kardeşim, yarat üç beş tane bir kenarda takılsınlar, secde mi ediyorlar, rüku mu, ne yapıyorlarsa yapsınlar. ellibin tane nooluyor anlamadık ki. bir şey söyleyince de bozuluyor. 4 tane de şef yaratmış. başmelek oluyorlarmış kendileri. onlar sürekli patron’un etrafında dolanıp duruyorlar. arkadaşlarla biraz konuşayım dedim ama pek burunlarından kıl aldırmıyorlar beyzadeler.”şu melekleri toplayın bir tarafa da ayakaltında dolaşmasınlar” filan dedim. mırın kırın ettiler, gerginlik oldu. pek hazzetmedim heriflerden. içlerinden bir tek azrail’i sevdim, fena çocuk değil, hoşsohbeti var biraz.

    sevgili günlük,
    patron’la ile aram iyice limoni olmaya başladı. bir afra bir tafra. tamam, yarattıysan yarattın, ben mi yalvardım sanki yarat diye? hem baştan biliyorsun madem her şeyin böyle olacağını ne bozuk atıyorsun. ne yapsak fırça yiyoruz. bu gün bahçede bir ağaca yaslanıp uyuyakalmışım, ağaç tutuştu. çok fena azar işittim. tuğba ağacıymış, çok değerliymiş, bilmem neymiş. hem ateşten yaratıyorsun, hem de bir ağacı yaktık diye bağırıp çağırıyorsun. dün de kevser ırmağına girdim, biraz yüzeyim neşemi bulayım diye, bir sürü surat yaptı. ben girince suyu kaynamış, o sıcak sevmiyormuş kevserini. zaten akşama kadar kevserle kafa çekip acayip acayip şeyler yaratıyor, başka bir numara yok. hadi, saygıda yine kusur etmiyoruz ama olmaz ki canım böyle de.

    sevgili günlük,
    bizim patron kafayı tapınma olayı ile bozdu. illa her şey kendine tapınacak. bu nasıl bir egodur anlamadım ki ben. kendisini her gördüğümüzde yerlere kapanmamızı istiyor. uzaktan görünce yolumu değiştirmeye başladım artık. günde elli kere yat kalk yat kalk, bıktım yahu. zaten bir sürü meleğin var sürekli yalakalık yapan, benden ne istiyorsun. bırak da huzur içinde var olayım şurada kendi halimde. melekleri yarattığı yetmedi, bu gün de bütün gün kumlardan yeni bir şeyler yaratmayla uğraştı. yine bir icat çıkaracak ama hadi bakalım.

    sevgili günlük,
    sonunda olacağı buydu. ipler koptu bu gün. patron’la feci kapıştık. kumla çamurla oynarken kendine benzeyen bir tipçik yaratmış. bir telaş herkesi huzuruna çağırdı, yeni oyuncağı ile tanıştırdı. adı “adem” miş. iyi, güzel, güle güle kullan filan dedik. sonra bizimki tutturmasın mı “bunun önünde secdeye varın” diye. haydaaa. melekler her zamanki yalakalıkları ile hemen yattılar yere. ben yatmadım. niye yatayım yahu. hadi seni görünce, uğraştın, yarattın, ettin diye hürmetimizden secde ediyoruz, ama bu çamurdan ucubenin önünde niye secde edeyim. tutturdu illa secdeye yatacan. bir de bir şeye takınca takıyor ha. yatarsın yatmazsın derken tepem attı, inceldiği yerden kopsun anasını satayım dedim, iyicene diklendim, o da “....... ol git o zaman, bir daha da gelme bu mekana” dedi. duranda kabahat. bavulumu topluyorum şimdi, ama gitmeden önce iki çift lafım olacak.

    sevgili günlük,
    cennetin dışındaki ilk günüm bu gün. çok sinirliyim çook. cennetten kovulduğum için zerre kadar pişman değilim, ama o lavuğun önünde secde ettirmeye kalktı ya beni, işte o çok koydu. bunun intikamını çok fena alıcam ama ben. kendine de söyledim zaten gitmeden. “sen bu arkadaşı sana tapınsın diye yarattın ama çok beklersin. herifin gözlere baksana fel fecir okuyor, ilk fırsatta sana madik atar, şirk koşar, küfre düşer bu deyyus” dedim.

    “nerden biliyorsun” dedi, “bizim de bir bildiğimiz var herhalde, her şeyi bir tek sen biliyorsun sanki” diye cevap verdim. çok kızdı.

    elbette her şeyi bir tek o biliyormuş, ben ne anlarmışım, bu çamurdan yaratık şöyle üstünmüş, böyle süpermiş, kendisine saygıda gram terbiyesizliği olmazmış falan filan.
    “var mısın bahse” dedim, atladı hemen seninki. iddiaya girdik. ben kazanırsam eşyalarını toplayıp cenneti komple bana bırakacak. o kazanırsa beni cehenneme atacakmış. hehehe, o sinirle beni ateşten yarattığını unuttu zahir. cehennem benim için tatil köyü gibi bir yer. zaten cenneti o gıcık meleklerle doldurduğundan beri vaktimin çoğunu orda geçiriyordum. iddiayı kazansam da kaybetsem de sonunda kazanan ben olacağım yani.

    bahsin konusu da şu; kıyamet gününe kadar o çamurdan mendeburu patron’un aleyhine kumpasa getirecem. getiremezsek mağlubuz. ama ben kazanacam, alıcam cenneti elinden. ilk işim de sinir bozucu melek ordusunu komple kapı dışarı etmek olacak. bir tek azrail’e kıyak geçerim. isterse kalır o.

    sevgili günlük,
    bu gün bütün gün cehennemde ense yaptım. akşamüzeri azrail patron’a çaktırmadan sıvışmış, ziyaretime geldi. eksik olmasın, tek yakınlık gösteren o kaldı bana bu mekânda. taze cennet havadislerini getirdi. patron o yaratıktan bir tane daha yapmış. değişik bir versiyonmuş bu da. adını “havva” koymuş. ikisine birden genel olarak “insan” diyormuş.

    sevgili günlük,
    bu insanları cennetten çıkarmanın bir yolunu bulmalı. orada oldukları sürece elimden bir şey gelmez, çuvallar bahsi kaybederiz. şunların yanına sokulmayı bir becerebilsem biliyorum ben yapacağımı ama patron cennetin güvenliğini arttırmış ben girmeyeyim diye. kapıda bir sürü nöbetçi melek dineliyor, başlarına da cebrail’i dikmiş, kuş uçurtmuyorlar içeri. ateşten yaratılmanın da bu dezavantajı var, sürekli parlıyoruz, kamufle olup girmek mümkün değil. kılık değiştirip sızmayı denesem mi acaba?
    sevgili günlük,
    o kadar mutluyum ki anlatamam, sevincimi tarif edecek kelimeler bulmakta zorlanıyorum. üç beş başarısız denemeden sonra nihayet yılan kılığına girip içeri sızmayı başardım. bir süre çaktırmadan adem’le havva’yı seyrettim. adem sinir bir tip, kolay kolay oyuna gelecek gibi değil, ama zayıf bir yanı var; havva ne derse onu yapıyor. havva’nın aklıysa bir karış havada. onun üzerine yoğunlaştım. bir ara baktım yasak ağaca doğru gidiyor, hemen düştüm peşine. (bu ağaç da niye yasaktır, anlamadım gitti, her halt serbest bir bu yasak). neyse, çıktım karşısına, fazla seremoniye girmeden direk mevzuya daldım.” niye yemiyorsun ki bu ağacın meyvesinden hâlbuki süper lezzetli” filan dememe kalmadı, havva hemen bir tane koparıp attı ağzına. bu kadar kolay olacağını hiç tahmin etmemiştim açıkçası. meğer dünden razıymış haspam. “git yarısını da adem’e ver, hepsini kendin yeme, ayıp” dedim, koşa koşa gitti salak. dedim ya, adem, bu ne derse onu yapıyor. o da yedi. hehehe. patron duyunca kudurdu tabii. ikisini de kapı dışarı etti. dünya diye bir mekan var, oraya şutlandılar. bu arada ben de kıçıma sıkı bir tekme yedim ama değer doğrusu. bundan sonra işim çok kolay olacak çok. iddiayı şimdiden kazandım sayılır.

    sevgili günlük,
    adem’le havva, dünya’ya iner inmez hiç zaman kaybetmeden üremeye başladılar. kendilerine benzeyen iki tane daha insan peydahladılar. birinin adı habil, öbürününki kabil. insan yavruları ufak geliyor önce ama hemen büyüyorlar. adem’le havva’ya deşifre olduk, yaklaşamıyoruz artık ama habil’le kabil henüz beni tanımıyor, kolay lokma olacaklar.
    sevgili günlük,
    evet, dakika bir gol bir...

    bu bizim habil ile kabil biraz büyüyür büyümez hemen patron’a yaranma çalışmalarına başladılar. cennet’e geri döneceklerini sanıyorlar akıllarınca. bir yaltaklanmalar, adaklar adamalar, akıllara ziyan hareketler filan. geçen gün, habil adak olarak koyun kesmiş, öbürü de buğdayla meyve hazırlamış, güzelce paketlemiş. ama patron kabil’in adağını beğenmemiş. “naapiyim meyveyi ben, cennet meyve dolu zaten, çoğunu yemiyorum bile ağaçta çürüyorlar, buğday da çiğ çiğ bir halta benzemez, öğütmekle un yapmakla filan da uğraşamam” diye ağız bükmüş. koyunu almış, “ooo, nefis mangallık et” demiş, habil’e bir sürü iltifat etmiş. bir gittim ki kabil sıkkın sıkkın oturuyor. iki fıştaklayayım da arıza çıksın diye “habil’i senden çok seviyor işte, sen burada kalacaksın o gidecek cennete” dedim. daha lafımı bitirmeden eleman yerden bir kaya parçasını kaptığı gibi kardeşinin kafasına geçirmesin mi? höh, oha, çüş. ben, en fazla biraderini biraz tartaklar, küfür söz söyler filan diye bekliyordum, resmen cinayet işledi bebe. nasıl bir hırs yaptıysa artık. hemen kalktım cennete gittim, cebrail efendiye; “git patron’a söyle bahsi ben kazandım, boşaltsın cenneti” dedim. ama patron; “bu sayılmaz, ben daha –başla- dememiştim, hazır değildim” filan diye bir sürü mızıdı. neyse çok derdim değil, nasıl olsa kazanacağım aşikâr artık. bu çamur mayalı insanlarla işim fazlasıyla kolay olacak. madem bu sayılmaz, ikinci sefere daha büyük pislik çıkartayım da görsün.

    sevgili günlük,
    patron’un bahsi kaybetmemek için çamura yatacağı taa ilk günden belliydi.

    adem’in soyu üredikçe üredi, her yeri doldurdular. bu arada insan’larla ilgili çok önemli bir şey keşfettim, nerede çokluk var orada mutlaka bir ,,,,luk çıkartıyorlar. fazla uğraşmam gerekmiyor bile, bir ikisine hafiften gaz veriyorum hemen bir maraza yaratıyorlar. çoğu zaman bana hiç gerek duymadan kendi kendilerine mükemmel işler çıkartıyorlar. bu arada, bazılarına suni olarak üzüm suyundan nasıl kevser üretilebileceğini gösterdim. iki kadeh içtiler mi öyle bir zırvalıyorlar ki ben bile şaşıyorum yaptıkları işlere. çok kısa bir süre içerisinde bütün kavimler yoldan çıktı. kimini ben dürteledim biraz, ama çoğu kendi kendine pişti. hehehe. tam “işte şimdi başka bahane bulamaz, ben kazandım” diyordum ki, patron bir sel yarattı dünyada, bütün elemanları boğdu. “nuh” diye birisini seçmiş aradan sadece, bir gemi yaptırmış buna, içine bir sürü hayvan doldurtmuş çifter çifter, geri kalan herkes geberdi gitti.

    bu kadar da mızıkçılık olmaz ki canım. gittim, çaldım kapısını, huzuruna vardım. “nooluyor” dedim. “bu da sayılmaz” dedi.” ne demek yahu sayılmaz, bal gibi ben kazandım işte, hem niye boğdun adamları?” diye sorudum. baştan başlayacakmışız. onun hakkı üçmüş, üçüncü maçı da alırsam ancak kazandım sayılırmış. ohooo, var mı öyle iddianın ortasında kuralları baştan yazmak. neyse, terbiyemi bozmayayım diye bir şey demedim. iki kere kazanan üçüncüyü de kazanır nasıl olsa. “sen ufaktan ufaktan bavulunu toplamaya başlasan iyi olur” dedim sadece. cennetten çıkarken şöyle alıcı gözle bir baktım, kendime güzel bir yer beğendim, villa yaptırıcam tapuyu alınca. ben gittikten sonra arkamdan bir sürü konuşmuş, yok lanetlenmişim, yok rezilmişim, anca cehennemin dibine gidermiş falan filan. görecez bakalım kim nereye gidiyor.

    sevgili günlük,
    bir süredir bekliyordum nuh efendinin kavmi çoğalsın diye. çokluk-,,,,luk teorim bir kere daha ispatlandı. eleman sayısı artar artmaz arıza yaratmaya başladılar dünyada. bir de pek alıklar. hemen unutuyorlar her şeyi. bu gün bir baktım, ottan tezekten tuhaf tuhaf heykeller yapmışlar onlara tapınıyorlar. güzeel. yorulmadan üçüncü raundu da alıcaz anlaşılan. keyfim pek bir yerinde.
    sevgili günlük,
    bizim patron bu sefer yenilgiye uğramamaya azimli anlaşılan. bu mankafa insanlar hemencecik unutuyorlar diye, her bir şeyi yazıp göndermeye başladı. musa diye birine 15 maddelik bir şey yazmış vermiş. ama şapşal, yazılı tabletlerden birini düşürüp kırınca 10 madde kalmış geriye. patron da kızıp bir kitap göndermiş ki akıllara zarar. ben diyeyim 300 sayfa, sen de 500. tuğla gibi. tabii insanoğlu o kadar kalın kitabı okumaya üşendiği için yine kafalarına göre davranmaya başladılar. ben de biraz destek attım. altından bir buzağı yaptırttım, bu daha güzel buna tapının dedim, hemen inandı andavallılar. işler aleyhine dönünce patron durur mu, baktı bahis gümbürtüye gidiyor müdahale etti, adamların üzerlerine yıldırım filan attı, arbede çıkardı, bir sürüsünü helak etti. elemanlar da tırstı iyice. neyse bir süre daha bekleyelim bakalım ne olacak.

    sevgili günlük,
    musa’nın kavmini tam kıvama getirmiştim ki, isa diye bir şey çıkardı bizimki ortaya. insanoğlu kolay etkileniyor diye bunu bizzat kendi yarattı koydu. nasıl da sinir bir tip anlatamam. suratına tokat çakıyorsun herif öbür yanağını çeviriyor. tükürsen “yağmur mu başladı ne” diyor. o derece yani. neyse, isa’nın yaşadığı kentteki musa’nın adamlarını fıştakladım biraz, vali’yi filan gaza getirdim, atsınlar içeriye bunu da sesi soluğu kesilsin diye. bu insanoğluna da gaz vermeye gelmiyor ha. vur deyince öldürüyorlar. tuttular isa’yı çarmıha gerdiler. yahu, el insaf birader, ben size çocuğu çiviyle tahtaya mı çakın dedim? hiç acıma yok bunlarda da. amaan, bana ne, ben sonuca bakarım. işler yine benim lehime döndü. karmaşadan istifade, patron’un isa’ya verdiği kitabı afırdım. ellerinde yazılı bir şey olmayınca yine sapıttı bunlar. akıllarında kaldığı kadarıyla her önüne gelen bir kitap yazmış, seksen-yüz tane farklı sürüm çıkarmışlar ortaya, hiç biri öbürünü tutmuyor diye, sözü geçenler habire toplantı yapıp duruyorlardı. orta bir yol bulacaklar güya. son toplantıda araya kaynak yaptım. “yaradan nasıldır, kimdir, bir kişi midir, nedir” diye konuşup duruyorlardı. “bunlardan aslında üç tane var” diye bir maval attım, “baba-oğul-kutsal ruh, kartel gibi yönetiyorlar alemi” dedim, yediler embesiller. üçüncü gol de geliyor, az kaldı. villa’nın planlarını çizdim bu arada, direkman kevser ırmağından hat çekicem, musluktan akıtıcam.
    sevgili günlük,
    çok çekişmeli gidiyoruz patron’la. isa planını bozduk ya, bu sefer muhammed diye birini sardı başımıza. arap kavminden bir tüccar. uyanığın önde gideni. muhammed’i duyar duymaz yine cennete çıktım. cebrail, kapıdan geçirmemek için çok uğraştı ama ben yaygara kopartıp olay çıkartınca mecburen aldı içeri. hemen huzuruna vardım, açtım ağzımı yumdum gözümü. “ama böyle zırt pırt peygamber göndermek olmaz” dedim. hep o mızıklanıyor, bu sefer de ben söylendim durdum. “kaçtır tam ben kazanıcam, bir numara yapıyorsun” diye bağırıp çağırdım. “tamam bu son, başka peygamber göndermiycem, kazanan galip sayılır” dedi. hadi hayırlısı. pek inanasım yok ya neyse, yine bir son dakika dümeni çevirir gibime geliyor. kesin ben gittikten sonra arkamdan da konuşmuştur, lanetli, rezil vs. diye.

    sevgili günlük,
    son kitabı benim yürüttüğümü ispiklemiş galiba birisi, bu sefer işini sağlama aldı, kitabını doğrudan muhammed’e vahyediyor. ama geçen gün sureleri indirirken baktım muhammed’in aklı başka yerde, boş boş bakıyor, arkadan usulca yanaşıp ben de öbür kulağına fısıldamaya başladım. kafası karıştı garibin, patron’un söylediklerinin yerine benim fısladıklarımı yazdırdı kitaba. patron sinirinden delirdi tabii duyunca. günlerdir düzelticem diye uğraşıyor. çorba ettiler iyicene. hehehe.

    sevgili günlük,
    bu muhammed’in ümmeti şimdiye kadar gördüklerimin arasında en arıza olanlar çıktı. önceleri elde kılıç, önlerine geleni kesip biçiyorlardı, sonra gelişen teknolojiden faydalanmaya başladılar, şimdilerde paso sağı solu patlatıyorlar. zaten topraklarında petrol bulup çıkarttılar, bitleri de kanlandı. para gani, elleri her tarafa uzanıyor. ben hiç karışmadım yeminlen. ne ettilerse bir başlarına ettiler, dünyanın da içine ettiler bu arada.

    sevgili günlük,
    artık galibiyetim inkâr edilemez şekilde son derece net bir hale gelince, çıktım dayandım bunun kapısına. bir şey söylemesine fırsat bırakmadan aldım sazı elime. “bu da mı gol değil, ha söyle, bu da mı gol değil” dedim. “üç dedin, 3-0 yaptık olayı daha mızıkçılık yapma, boşalt cennetimi, ben kazandım” dedim. öyle değil de şöyle de, böyle de diye lafı evirdi çevirdi, en sonunda kabul etmek zorunda kaldı. “iyi be tamam, sen kazandın” dedi. israfil’e bir şeyler söyledi. eleman elinde gezdirip durduğu düdüğe bir üfledi, dünya sizlere ömür. ben de o tuhaf düdük (sur mu ne) ne işe yarıyor acaba diyordum. meğer bunun içinmiş. her şey baştan planlı yani.

    neyse, dünya bir anda toz bulutuna dönüşünce nalları diken bütün insanoğlu mahşer yerine birikti. akılları sıra cennete girecekler, ama bizim patron’da numara biter mi hiç? cennetin kapısına giden yola bir köprü yapmış ki bu kadar olur. kıldan ince, kılıçtan keskin. oha dedim. geçmeye kalkan ya kayıp düşüyor, ya ikiye biçilip cehennemin dibini boyluyor. bazısı kurban diye kestiği koçların üzerine binip geçmeye çalıştı ama nafile, geçebilen olmadı. herkesi tıktı cehenneme. sonra bana dönüp; “seni de başlarına genel müdür yaptım, git orda ne halin varsa gör” dedi. hoppalaa, buyur buradan yak. biliyordum ama ben yine bir son dakika çelmesi yiyeceğimi. “hani cenneti verecektin” diye karşı çıktım, “burasının bakımı çok zor, bir başına çekip çeviremezsin, eline yüzüne bulaştırır helak edersin canım bahçeyi, bakabileceğini bilsem vereyim ama yapamazsın” dedi. diklenecek oldum, üzerime yürüdü, hadise çıkmasın diye uzadım. “iyi aman, al cennet senin olsun, çok meraklıydım sanki, iddiayı ben kazandım ya o bana yeter” dedim. çıktım gittim. şimdi cehennemde sabahtan akşama kadar insanoğluna işkence edip duruyorum. bizimki nasıl olsa yine rahat duramaz, bir tuhaflık yaratır. bu işin rövanşını da yaparız elbet. o villayı bir gün mutlaka yaptıracağım, musluklarından kevser akacak.
  • ''kalbin kadar kapkara bu sayfayı bana ayırdığın için allah belanı versin '' cümlesi ile iyi bir giriş yapılmabilesi olan bir-günlük.
  • kitaplığımdadır.

    her gece bedensiz bir el, karanlığın içinden bir anda belirir. bu el, deri ciltli kitapların arasından alır bu kıtabı.

    bir kaç saniye sayfalar hışırdar. sonra tiz bir çığlık duyulur. sonra o el karanlığın içerisinde kaybolur.
  • leonid andreyev tarafından yazılmış bir roman.
  • leonid adreyev'in henüz bitirmiş olduğum keyifli, biraz da mizahsen bir dille yazılmış olan bir eseri. çok kısa olarak bilgi vermek gerekirse; kitap, şeytanın insan suretine bürünerek dünyaya gelişi ve insanların "şeytanlıkları" ile baş etmeye çalışmasını konu almaktadır. benim puanım: 8/10'dur.
  • insan suretine bürüneli beri korkmadan geçirdiğim bir an anımsamıyorum:daha yüreğimin ilk atışını duyuşumda bile.aynı anda hem yaşama hem ölüme olan uzaklığı sayan o keskin,yüksek tık sesi,beni daha önce hiç duymadığım bir ürküntü ve telaşla sarmıştı.insanlar her yanı ölçüp saymayı severler,anladım da, yaşamın yitip giden her bir saniyesine sihirbaz titizliğiyle eşlik eden bu sayacı bağırlarında nasıl taşıyabilirler?
  • leonid andreyev’in yazdığı ne iyi ne de kötü bulduğum ortalama düzey bir kitap. beğenmedim...
  • bir şeytana pabucunu ters giydirme hikayesi anlatan, cehennemin kralı şeytanın bile, günümüz dünyası ve kapitalist toplumun insanları arasında fazlasıyla temiz kaldığının anlatıldığı bir roman, bir yerde sistem ve toplum eleştirisi için leonid andreyev tarafından yazılmış kitap.

    --- spoiler ---

    “sadece biraz eğlenmeye gelmiştim yeryüzüne, meğerse devasa bir mahkemeye gelmişim fani dostum!

    gammazcılar, kirli-yalancı tanıklar, yalan yere yeminler, sahte yargılamalar, dolandırıcılar ve iki yüzlü suçlular. herkes birbirinin hakimi. tam bir çöp kutusu…”

    --- spoiler ---
  • edebiyatta, dışavurumcu hareketin önderlerinden olan rus oyun ve kısa hikâye yazarı. 1905 ve 1917 devrimleri arasında kalan zaman diliminde etkindi.

    (bkz: leonid andreyev)

    okurken dinlenecek şarkı : (bkz: metallica) (bkz: fade to black)

    cehennem'de canı sıkılan şeytan bir yandan yalanlar söyleyip oyunlar oynamak, ama esas olarak insanoğlunu yakından tanımak için yeryüzüne iner. amerikalı milyarder henry wandergood'u öldürerek onun kalıbına girdikten sonra yaşlı avrupa'da çıktığı yolculuğun varış noktası roma'dır.

    şeytanın günlüğü'nün, bulgakov'un ünlü usta ile margarita'sının esas esinleyicisi olduğu söylenir: şeytan dünyaya iner, bir amerikalının bedenini sahiplenir ve italya'ya doğru yola çıkar… ama değişen ve çığırından çıkan insanoğluna bakılınca, onun bu dünya için fazla saf kaldığı bile söylenebilir. 20. yüzyılda insanlık adına kaybettiğimiz ne varsa şeytanın günlüğü'nde kaydedilmiş olduğunu göreceksiniz.

    "fazla sevdiğinizde, sevilen nesnedeki eksiklikler fark edilmez olur, hatta daha da kötüsü: o eksikliklere meziyet atfedilir. oysa eksikliklerini bilmezseniz, kusurlarını iyi niyetlerine yorarsınız insanları nasıl doğru yola çeker, onları mutlu edebilirsiniz? sevmek, arzulamak demektir ve arzu da gücü öldürür."
hesabın var mı? giriş yap