• sigmund freud 25 yaşındadır ve kız kardeşinin arkadaşı olan martha’ya aşık olur ve onunla nişanlanır. dört yıl süren bu nişanlılık evresinde freud, martha’yı yalnızca altı kez görmüş ve o’na dörtyüzün üzerinde romantik mektuplar yazmıştır.
  • bugün ölüm yıl dönümü olan büyük bilim adamı. insan zihnini anlama yolunda katettiğimiz kısacık mesafede en büyük katkılar kendisinin ve takipçilerinindir.
  • erkeklerin hayal dünyası üzerinden geçmişin çok büyük ve şaşırtıcı bir etkisi vardır. içinde bulunduğu ortamdan hoşnutsuz olduğunda, geçmişe döner ve altın çağın unutulmaz düşünün gerçekliğini bu kez kanıtlayabileceklerine inanırlar . herhalde hala tarafsız olmayan belleklerinin onlara kesintisiz bir mutluluk dönemi gibi sunduğu çocukluk yıllarının büyüsü altındadırlar.
    --- spoiler ---

    the standard edition of the complete psychological work of sigmund freud, cilt 23

    --- spoiler ---
  • "insanlar ellerine geçirdikleri bir şeyi ne zaman içinden çıkılmaz, ne zamana eciş bücüş duruma sokmamıştır? "
  • "freud nevroz teorisini geliştirip psikanaliz tedavi yöntemini bulmamış olsaydı bile, rüya yorumu sanatını ortaya çıkarması nedeniyle, bilim tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olurdu yine de."

    (bkz: freud düşüncesinin büyüklüğü ve sınırları)
    (bkz: erich fromm)
  • nevroz, çağımızda yaşam tarafından düş kırıklığına uğratılan ya da yasam için kendilerini fazlasıyla güçsüz hisseden insanların kapandıkları bir çeşit manastırdır. (psikanaliz üzerine beş konferans)
  • çok bilmiş mahalle kocakarısı.
    en gizli ve yüz kızartıcı sırların hepsi ondadır.
  • puro içip havalı gözükeyim derken gırtlak kanserinden ölen ruh bilimci.
  • modern psikolojinin babası. bilinçaltının mucidi. freud, ortaya koyduğu yaklaşımla sadece psikolojiyi değil, sosyal bilimlerin hemen hemen her alanını derinden etkiledi.
  • sigmund freud'un 1932 yılında, profesör einstein'a "savaşın nedenleri ve önlenme çareleri" konusunda yazdığı bir mektup.

    viyana
    eylül 1932
    aziz profesör einstein,

    sizin yalnızca kişisel olarak merakınızı çekmekle kalmayıp bütün insanlığı da ilgilendiren bir konuda, beni karşılıklı bir görüş alışverişine davet etme niyetinizi öğrenince, buna yürekten razı oldum. ama, bir fizikçi ve bir psikolog olarak her birimizin farklı öncüllerden yola çıkmakla birlikte, kendi açılarımızdan yaklaşarak sonunda ortak bir yerde buluşabileceğimiz, bilinebilir şeyler alanının sınırlarında bir sorun seçeceğinizi ummuştum. dolayısıyla, bana yönelttiğiniz “insanlığı savaş tehlikesinden kurtarmak için ne yapılması gerektiği” sorusuna şaşırdım. ondan sonra da, kendi yetersizliğimi (az kalsın [ikimizin de] yetersizliğimizi yazacaktım) düşününce, büsbütün afalladım: çünkü bu bana, devlet adamlarının uğraşacağı pratik bir siyaset sorunu olarak göründü. fakat sizin bu soruyu, bilim adamı ya da fizikçi kimliğinizle değil, tıpkı milletler cemiyeti’nin çağrısına uyarak, dünya savaşı’nın evsiz barksız ve aç kalmış kurbanlarına yardım etme görevini üstlenen kutup kaşifi fridtjof nansen gibi, salt bir insansever olarak ortaya koyduğunuzu anladım. sonra da, benden pratik önerilerde bulunmamın değil, bu savaşları önleme sorununun bir psikoloğa nasıl göründüğünü açıklamamın istendiğini kendime hatırlattım.

    fakat sizin mektubunuzda işin özünü belirterek, orada da yelkenlerimin rüzgarını çalıyorsunuz! yine de, memnunlukla sizi izleyecek ve vardığınız sonuçları onaylamakla yetineceğim; ancak bunları bilebildiğim ya da kestirebildiğim ölçüde genişletmeyi öneriyorum.

    siz, işe “güç ile hak” kın ilişkileriyle başlıyorsunuz ki, elbette soruşturmamızın çıkış noktası bu olmalıdır. ama ben olsam, “güç” terimi yerine daha sert ve vurucu bir sözcüğü, “şiddet”i kullanırdım. bugün hak ile şiddet arasında açık bir karşıtlık bulunmaktadır. bunların her birinin ötekinden evrildiği kolaylıkla kanıtlanabilir ve kökenlerine ilkel koşullarını incelersek sorun kolayca çözülür. bundan sonra söyleyeceklerim de, iyi bilinen, kabul edilen olguları yeni verilermiş gibi sunuyorsam, beni bağışlamanızı rica edeceğim; bağlam bu yöntemi gerektiriyor.
    insanla insan arasındaki çıkar çatışmaları, ilkece şiddete başvurularak çözülür. insanın dışında olduğunu iddia edemeyeceği hayvanlar krallığında da, bu böyledir. ama insanların arasında zaman zaman, bambaşka bir yöntemle çözülmesi gereken soyut düşüncenin en yüksek doruklarına çıkabilen, görüş çatışmaları da olabilir. ancak bu tür bir inceleme, geç dönemlerde olmuştur. başlangıçta, küçük toplulukların içinde, sahiplik konusunu ve kimin iradesinin geçerli olacağını belirleyen kaba kuvvetti. kısa bir süre sonra, fizik kuvvetin yanı sıra çeşitli etkenlerin kullanımı da devreye girdi ve giderek onun yerini aldı; silahı daha iyi olan ya da onu daha büyük bir beceriyle kullanan zafer kazandı. şimdi, silahların gelişmesiyle ilk kez, üstün beyinler kaba kuvveti püskürtmeye başladı; ama çatışmanın amacı aynı kaldı: taraflardan biri, uğradığı yenilgi ya da gücünün kırılması sonucu, iddiasından ya da reddinden vazgeçmek zorunda kalacaktı. hasım kesinlikle eylemsiz bırakılınca – bir başka deyişle, öldürülünce- bu amaç en etkin biçimde kazanılmış olur. bu sürecin iki üstünlüğü vardır; bir kere, düşman karşı çıkmalarını yineleyemez, ikincisi de, onun akıbeti başkalarını düşmanın örneğini izlemekten caydırır. üstelik, her düşmanın yok edilmesi içgüdüsel bir tutkuyu doğurur – bu noktaya, daha sonra yine döneceğiz. ancak, bir başka düşünce, bu öldürme iradesini değiştirebilir: cesareti kırılır ve yaşamı bağışlanırsa, düşmanı çeşitli işlerde hizmet etmesi için kullanmak. burada şiddet, yok etmek yerine boyun eğdirmekte kendine bir çıkış yolu bulur. aman verme uygulaması, buradan gelmektedir; fakat galip gelen taraf, bundan böyle kurbanının içinde yer eden öç alma duygusunu hesaba katmak zorunda olduğu için, kendi kişisel güvenliğini bir ölçüde tehlikeye atmış olur.

    dolayısıyla, ilkel koşullarda, her yerde egemen olan, üstün güçtür – kaba şiddet ya da silahla desteklenen şiddet. evrim boyunca bu durumun değiştiğini, şiddetten hukuka giden bir yolun izlendiğini biliyoruz. fakat o yol neydi? hiç kuşkusuz, tek bir gerçekten ortaya çıkmıştır; kuvvetli bir adamın üstünlüğünü, birçok zayıfın birleşmesiyle l’union fait la force (birlikten kuvvet doğması) sonucu alt edilebilir. birlikte kaba kuvvetin üstesinden gelinebilir; dağınık birimlerin bağlaşmış gücü, yalnız kalan bir deve karşı hakkını destekleyebilir. böylelikle “hak”kı (yani hukuku) bir topluluğun gücü diye tanımlayabiliriz. ama o da yoluna kim çıksa saldırmaya hazır şiddetten başka bir şey değildir, aynı yöntemleri kullanır, aynı amaçları izler – şu farkla ki, üstün gelen bireysel şiddet değil, toplumun şiddetidir. fakat kaba şiddetten hukukun egemenliğine geçişte, önce psikolojik bir koşulun yerine getirilmesi gerekir. çoğunluğun birliği dayanıklı ve istikrarlı olmalıdır. tek raison d’être’i (varlık nedeni), fazla arzulu bir bireyin yarattığı huzursuzluk ise ve o yıkılınca birlik dağılacaksa, bundan hiçbir şey çıkmaz. kendi üstün gücüne güvenen bir başkası, şiddet egemenliğini yeniden kurmaya kalkacak ve döngü sonsuz bir biçimde yinelenip duracaktır. onun içindir ki, halkın birliği sürekli ve iyi örgütlenmiş olmalıdır; çıkabilecek başkaldırılar riskini karşılamak için kurallar koymalı; kurallarına -yasalarına- uyulmasını ve yasaların gerektirdiği şiddet eylemlerinin tamamıyla yerine getirilmesini sağlayacak mekanizmalar kurmalıdır. bu yarar ortaklığının tanınması, grubun üyeleri arasında öyle birlik ve kardeşçe dayanışma duygusu uyandırır ki, asıl gücünü o oluşturur.

    buraya kadar, bana işin özü olarak görünen şeyi anlattım: üyelerini birbirine bağlayan duygular ortaklığına dayalı daha geniş bir birleşme güç aktarımıyla kaba kuvvetin bastırılması. geriye kalanı, totoloji ve ciladan ibarettir. topluluk eşit güçte birtakım bireylerden meydana geldiği sürece, durum yeterince yalındır. böyle bir grubun yasaları, bireyin kişisel özgürlüğünden, grubun güvenliğini sağlamak için bir şiddet aracı olarak kişisel gücünü kullanma hakkından ne ölçüde fedakârlık etmek zorunda olduğunu belirleyebilir. fakat böyle bir birleşme ancak kuramsal olarak mümkündür; uygulamada, grubun daha başından kadınlar ve erkekler, yaşlılar ve çocuklar gibi eşit güçte bulunmayan öğelerden oluşması, durumu her zaman karmaşıklaştırır ve çok geçmeden savaş ve fetihler sonucu, yenenler ve yenilenler -yani efendiler ve köleler- de ortaya çıkar. o andan itibaren, ortak hukuk bu güç eşitsizliklerini göz önünde tutar; egemenler tarafından, kendi çıkarları doğrultusunda yapılan yasalar, aşağı sınıflara daha az haklar tanır. bundan böyle, devletin içinde bir yandan yasaların istikrarsızlığına yol açan, ama bir yandan da yasamanın evrimine yarayan iki etken varolur: birincisi, yöneten sınıf üyelerinin kendilerini hukukun sınırlayıcılıklarının üstüne çıkarma çabaları; ikincisi de, yönetilenlerin yasal engellerin yerine herkes eşit yasalar kavramının geçmesini sağlamak için, kendi haklarını genişletmek ve her kazanımlarının yasamaya katılması amacıyla yürüttükleri sürekli mücadele. bu eğilimlerin ikincisi, belirli tarihsel koşulların sık sık yarattığı gibi, topluluk içindeki güç dengesinin olumlu yönde bozulması durumlarında, özellikle belirgin olacaktır. bu gibi örneklerde, yasalar değişen koşullara yavaş yavaş uyarlanabilir ya da (daha sıklıkla ortaya çıktığı üzere) yönetici sınıf yeni gelişmelerden hoşlanmaz, sonuç yasanın askıya alındığı ve gücün yeniden hakem olduğu bir ayaklanmalar ve iç savaşlar dönemine girilmesi olur; bunu da yeni bir hukuk rejimi izler. tümüyle barışçı bir biçimde işleyen -yani, topluluk kitlesinin kültürel evrimiyle gerçekleşen- bir başka anayasal değişim etkeni de vardır; ama bu etken farklı bir türdendir ve ancak daha sonra incelenebilir.

    dolayısıyla görüyoruz ki, çatışan çıkarlar söz konusu olduğunda, grubun içinde bile şiddet kullanımından vazgeçilemiyor. fakat aynı göğün altında dostça yaşayan insanların ortak ihtiyaç ve alışkanlıkları, bu gibi çatışmaların hızla ortadan kaldırılmasını gerektirir ve böyle olunca da, barışçı çözüm olanakları durmadan gelişir. yine de, dünya tarihine şöyle yüzeysel bir göz atmak, bir toplulukta bir başkası ya da ötekilerin bir grubu arasında, büyük ve küçük birimler arasında, şehirler, ülkeler, ırklar, aşiretler ve krallıklar arasında baş göstermiş bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalar dizilerinden hemen hemen hepsinin şiddetli savaş sınavlarıyla karara bağlandığını gösterecektir. bu gibi savaşlar ya yağma ya da fetihle biter ve kaybedenin yıkılmasıyla sonuçlanır. bu genişleme savaşları hakkında, tümünü kapsayacak tek bir yargı verilemez. moğollar ve türkler arasındaki savaş gibi bazıları katıksız bir yoksulluğa yol açmıştır; bazılarıysa sınırları içinde şiddete başvurmanın yasaklandığı ve yeni bir rejimin bütün anlaşmazlıkları karara bağladığı daha geniş birimler oluşturmakla şiddetten hukuka geçişi geliştirmişlerdir. örneğin, roma fetihleri akdeniz ülkeleriyle pax romana (roma barışı) denilen o nimeti getirmiştir. fransız krallarının ülkelerini genişletme tutkusu, barış ve birlik içinde gelişen yeni bir fransa yaratmıştır. kulağa paradoks gibi gelse de, pekâlâ bizim o denli çok arzuladığımız kesintisiz barışın yolunu savaşmanın açabileceğini kabul etmek zorundayız; çünkü güçlü bir merkezi iktidarın, sınırları içinde her türlü savaşı yasaklayan geniş imparatorlukları meydana getiren de, savaştır. uygulamada ise, bu amaca erişilemiyor, çünkü kural olarak zaferin meyveleri kısa ömürlüdür: şiddetin bir araya getirdiği parçalar arasında genellikle gerçek bir yapışma olmadığı için, yeni yaratılan birimler yeniden parçalanır. kaldı ki, şimdiye kadar bu gibi fetihler, olanca büyüklüklerine karşın, ancak sınırlı kalan toplaşmalara varabilmişler ve bu birimlerin arasındaki anlaşmazlıklar ancak silahlara başvurularak çözülebilmişlerdir. genel insanlık açısından bütün bu askeri girişimlerin tek sonucuysa, sürekli değilse bile sık sık çıkan küçük savaşların yerine, daha seyrek oldukları ölçüde daha yıkıcı olan büyük savaşlarla karşılaşmak zorunda kalmışlardır.

    günümüzün dünyası bakımından aynı sonuç geçerlidir ve siz de daha kısa bir yoldan gitmekle birlikte ona varmışsınız. savaşları sona erdirmenin tek güvenli bir yolu vardır: bu da, her çıkar çatışmasında son sözü söyleyecek merkezi bir denetimin ortak rızayla kurulmasıdır. bunun için iki şey gereklidir: birincisi, üstün bir yargı organının yaratılması; ikincisi de, ona yeterli yürütme gücü verilmesi. bu ikinci koşul yerine getirilmedikçe, ilki büsbütün yararsızdır. besbelli ki, üstün bir mahkeme olarak hareket eden milletler cemiyeti ilk koşulu karşılamakta, ama ikinci koşulu karşılayamamaktadır. kullanabileceği bir güç yoktur ve ancak onun oluşturucu öğeleri olan uluslar, yeni organın üyeleri verirlerse gücü olmaktadırlar. şeylerin şimdiki durumunda ise, bu uzak bir umuttur. yine de, bunun tarih boyunca ender olarak kalkışılmış -belki, bu çapta hiçbir zaman yaşanmamış- bir deney olduğu gerçekliğini görmezlikten gelirsek, milletler cemiyeti’ne çok miyopik gözlerle bakmış oluruz. bu, zihnin belli birtakım idealist tutumlarından yararlanarak, şimdiye kadar iktidar sahipliğinin tekelinde tutulan bir yetke (otorite) (bir başka deyişle, zor kullanılabilecek etki) edinme girişimidir. bir toplulukta iki tutunum etkeni bulunduğunu görmüştük: grubun üyeleri arasında şiddet yoluyla zorlama ve duygu bağları (teknik dilde “özdeşleşmeler”). eğer bu etkenlerden biri işlemezse, öteki, grubu hâlâ bir arada tutmaya yetebilir. elbette bu gibi kavramlar, ancak herkes tarafından paylaşılan ve kökleri derinlere uzanan bir birlik duygusunun dışavurumları oldukları zaman anlam taşırlar. onun içindir ki, bu gibi duyguların yararını ölçmek gerekir. tarih bize, bunların bazen etkili olduğunu söylüyor. örneğin amphiktyonesler (tapınak ve kült toplulukları). bilicilikler (kehanetler) ve (olimpik) oyunlarda anlatımını bulan panhellenik anlayış, yani yunanlıların barbar komşularından üstün olduklarının farkına varmaları, yunanlıların kendi aralarındaki savaş yöntemlerini insanileştirecek kadar güçlüydü; ama kaçınılmaz bir biçimde, elen ırkının farklı öğeleri arasında çatışmalar çıkmasını ya da hatta bir şehir ya da şehirler grubunun diğer bir rakipleri aleyhine, ırksal düşmanları olan perslerle güçlerini birleştirmelerini engelleyememişti. rönesans döneminde hıristiyanlığın dayanışması da, çok geniş yetkesine karşın, büyüklü küçüklü hıristiyan uluslarını sultan’ı yardımlarına çağırmaktan alıkoyacak kadar etkili değildi. kendi çağımızda, biz de yetkesinden kuşkulanılmayacak böyle bir birleştirici anlayış bulabilmek için boş yere çevremize bakınıyoruz. bugün bütün ülkelerde egemen olan milliyetçi fikirlerin tam karşıt yönde işlediği apaçıktır. kimileri bolşevik görüşlerin savaşın sonunu getireceğine inanıyor; fakat şimdiki duruma bakılırsa, o hedef çok uzaktadır ve belki ona, ancak vahşi bir yok etme savaşından sonra erişilebilir. öyle görünüyor ki, bir idealin gücünü kaba kuvvetin yerine geçirme yolunda gösterilecek her çaba, günümüzün koşullarında boşa çıkmaya mahkûmdur. hakkın kaba kuvvete dayandığı bugün bile gerçekleştirilmesinin şiddeti gerektirdiği olgusunu görmezlikten gelirsek, mantığımız yanlış demektir.

    şimdi sizin bir başka önermenizi yorumlayabilirim. insanlara savaş coşkusu bulaştırmanın ne denli kolay olduğuna şaşıyor ve insanın içinde onu bu gibi uyarılara yatkın kılan etkin bir nefret ve yıkım içgüdüsü olduğundan kuşkulanıyorsunuz. size tümüyle katılıyorum. ben de bu içgüdünün varlığına inanıyor ve son zamanlarda onun dışavurumlarını araştırmakla uğraşıyorum. bu bağlamda, biz psikanalistlerin onca geçişi deneyler ve karanlıkta el yordamıyla ilerlemeler sonucunda topladığımız, o içgüdüler bilgisinin bir bölümünü anlatabilir miyim? biz insan içgüdülerinin iki çeşit olduğunu varsayıyoruz: biri (platon’un şölen’inde eros’a verdiği anlamda) “erotik” ya da (“seks”in yaygın anlamını genişleterek) “cinsel” dediğimiz koruyan ve birleştiren içgüdüler; öteki de, saldırgan ya da yıkıcı içgüdüler dediğimiz, yıkma ve öldürme içgüdüleri. bunlar, sizin de sezdiğiniz gibi, kuramsal kimliklere dönüştürülmüş, bildik sevgi ve nefret karşıtlığıdır; belki de, sizin uzmanlık alanınıza giren o ezeli kutuplaşmanın, çekim ve itimin bir başka görünümüdürler. fakat iyi ve kötü kavramlarını hızla geçiştirmekten geri durmalıyız. bu içgüdülerden her biri, karşıtı için son zerresine kadar vazgeçilmez niteliktedir ve yaşamın bütün görüngü(fenomen)’leri ister birbirlerine uyumlu, ister karşıt işlesinler bunlardan kaynaklanır. öyle görünüyor ki, bu kategorilerden herhangi birine giren bir içgüdü, nadiren yalıtık olarak işler, her zaman, amacını etkileyen, hatta belirli durumlarda ona erişilmesinin başlıca bir koşulu olan karşıtının belli bir dozuyla karışmıştır (biz buna “alaşım” deriz). böylelikle, kendini koruma içgüdüsü kesinlikle erotik bir niteliktedir; fakat amaçlarına ulaşmak için, bu içgüdü saldırgan eylemi de gerektirir. aynı şekilde, sevgi içgüdüsü özgül bir hedefe yöneldiğinde, o hedefe etkinlikle sahip olacaksa, edinme içgüdüsünü de karışımına katmak durumundadır. dışavurumlarında bu iki tür içgüdüyü soyutlamanın güçlüğü yüzündedir ki, uzun süre onları tanımlayamadık (teşhis edemedik).

    benimle bu yolda biraz daha ilerlerseniz, insan işlerinin başka bir bakımdan da pek karmaşık olduğunu görürsünüz. bir eylem çok ender olarak, kendisi eros’la yıkıcılığın bir karışımı olan tek bir içgüdünün uyarısı ile meydana gelir. kural olarak, benzer bileşimden birçok uyarı bir araya gelmekle eylemi oluşturur. bu olguya sizin bir meslektaşınız haklı olarak işaret etmişti. bir ara göttingen’de fizik profesörü olan prof. g. c. lichtenberg, belki fizik bilimciden çok bir psikolog olarak öne çıkmıştır. o “güdülerin rüzgargülü” diye bir kavram önermiş ve şöyle demişti: “insanı eyleme götüren güdüler, rüzgârın 32 yönü gibi sınıflandırılabilir ve aynı biçimde anlatılabilirler: örn. besin-besin-ün ya da ün-ün-besin diye.” dolayısıyla, bir ulus savaşa çağırıldığında, bu çağrıya kimileri açıkça benimsenen, kimileriyse yalnızca gevelenen, yüksek ve aşağı bütün bir insani güdüler dizisi yanıtlayabilir. bunların arasında saldırma ve yıkma tutkusu mutlaka vardır; tarihin sayısız zulümleri ve insanın gündelik yaşamı bu tutkunun gücünü ve başatlığını doğrulamaktadır. bu yıkıcı dürtülerin, idealizme ve erotik içgüdüye göndermeyle uyarılması, doğal olarak serbest kalmalarını kolaylaştırır. tarih sayfalarına kaydedilmiş gaddarlıkları düşününce, ideal güdüsünün çoğu kere yıkma tutkusunu kamufle etmeye yaradığını hissederiz; engizisyonun zulümleri gibi bazı örneklerde, ideal güdüler bilincin yüzeyine kaplarken, güçlerini bilinçaltında saklanan yıkma içgüdülerinden almaktadırlar. her iki yorum da olanaklıdır.

    sizin bizim kuramlarımızla değil, savaşın önlenmesiyle ilgilendiğinizi biliyorum ve bunu aklımda tutuyorum. yine de, öneminin gerektirdiği kadar incelenmemiş olan bu yıkma içgüdüsünün üstünde biraz daha durmak istiyorum. en düşük bir kurgusal çabayla bile bu içgüdünün her canlı varlıkta işlediği, kendini yok etmeye ve yaşamı başlangıçtaki cansız maddeye dönüştürmeye çalıştığı sonucuna varılabilir. hatta buna pekâlâ “ölüm içgüdüsü” denilebilir; oysa erotik içgüdüler yaşamı sürdürmeye uğraşmaktadır. ölüm içgüdüsü, belirli organların yardımıyla eylemini dışarıya, dış nesnelere yöneltince, bir yıkma gücü olur. yani canlı varlık, başka bedenleri yıkarak kendi var oluşunu savunmaktadır. fakat etkenliklerinden birinde, ölüm içgüdüsü, canlı varlığın kendi içinde işlemektedir ve bizler, birtakım normal ve patolojik olayların nedenlerini yıkma içgüdüsünün bu “içe dönüşü”ne kadar izlemeye çalıştık. hatta biz (ruhbilimciler) insan bilincinin kökenini, saldırma güdüsünün bir şekilde “içe dönüşü” ile açıklama sapkınlığını bile işledik. besbelli ki, bu içsel eğilimin çok geniş çapta işlemesi sıradan bir şey değildir, hastalıklı bir durumdur; oysa yıkma güdüsünün dış dünyaya yöneltilmesi yararlı sonuçlar verir. işte, şimdi savaştığımız bütün o feci, kötü nitelikleri biyolojik açıdan haklılaştıran budur. onların doğaya, bizim onlara karşı çıkışımızdan daha yakın olduklarını söyleyebiliriz – bizim tutumumuzu ise ayrıca açıklamak gerekir.

    bütün bunlar size, bizim kuramlarımızın bir çeşit, hem de iç karartıcı bir çeşit mitolojiden oluştuğu izlenimini verebilir! fakat her doğa bilimi sonunda buna – yani bir tür mitolojiye varmaz mı? bugün sizin fizik biliminiz sanki bir başka durumda mıdır?

    incelediğimiz konuyla ilgili olarak bu gözlemlerden çıkan sonuç, insanlığın saldırgan eğilimlerini bastırma olasılığımızın hiç bulunmadığıdır. söylendiğine göre, yeryüzünün bazı mutlu köşelerindeki dağa insan isteklerinin hepsini bol bol sunuyor, oralarda ırkların yaşamı saldırganlık ya da baskı tanımadan yumuşacık geçiyormuş. ben buna inanamıyorum; o mutlu halklar hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek isterim. bolşevikler de, maddi ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak ve insanlar arası eşitsizliği zorlamak yoluyla, insan saldırganlığından kurtulmaya özeniyorlar. bence, bu beyhude bir umuttur. kaldı ki, bu arada, onlar da silahlarını yetkinleştirmekle uğraşıyorlar ve yabancılara karşı duydukları nefret, aralarındaki tutunum öğelerinin en önemsizi değil. zaten, sizin de değindiğiniz üzere, insanın saldırgan eğilimlerinin tümüyle bastırılması söz konusu değildir; bütün deneyebileceğimiz, onları savaştan başka bir kanala akıtmak olur.

    içgüdüler “mitoloji”mizden, savaşı ortadan kaldırmanın dolaylı bir yöntemine erişmek için kolaylıkla bir formül türetebiliriz. savaşa yatkınlık yıkıcılık içgüdüsünden ileri geliyorsa, onun karşıt etkeni olan eros her zaman elimizdedir. insanla insan arasında duygu bağları üreten her şey, savaş panzehiri olarak işimize yarar. bu bağlar iki türlüdür. ilkin, cinsel bir içeriği olmasa da, sevilen nesneye yönelik ilişkiler. psikanalistlerin bu bağlamda “sevgi” sözcüğünü anmaktan çekinmeleri gerekmez; din de aynı dili kullanmaktadır. kendini sevdiğin gibi komşunu da sev. verilmesi kolay, ama yerine getirilmesi güç bir sofuluk buyruğu! öteki duygu bağı ise, özdeşleşmeyle olur. insanlar arasındaki anlamlı benzerlikleri ortaya çıkaran her şey, üstünde bütün insan toplumu yapısının yükseldiği o topluluk ve özdeşleme duygusuna hizmet eder.

    sizin yetkenin kötüye kullanılmasını kınayışınızda, savaş güdüsüne yönelik bir başka dolaylı saldırı düşüncesi görüyorum. insanların önderlik edenler ve edilenlere ayrılması, doğuştan gelen ve çaresi olmayan eşitsizliklerinin diğer bir dışavurumundan ibarettir. ikinci sınıf büyük çoğunluğu oluşturur; kendileri için kararlar alacak yüksek bir buyruk-vericiye ihtiyaç duyarlar ve onun kararlarına genellikle gıklarını çıkarmadan boyun eğerler. bu bağlamda, işlevleri önderliklerine dayanan kitlelere kılavuzluk etmek olacak, tehditlerden korkmayacak ve doğruyu arayışlarında coşku duyacak üstün bir bağımsız düşünürler sınıfı oluşturmak için, insanların şimdiye kadarkinden daha büyük güçlükler çekmek durumunda kalacaklarını belirtmeliyiz. siyasetçilerin yönetiminin ve kilise’nin düşünce özgürlüğünü yasaklamasının, bu gibi bir yeni yaratıyı ne denli az teşvik ettiğini söylemek gerekmez. besbelli ki, bunun ideal koşulları, her insanın kendi içgüdüsel yaşamını aklın buyruklarına boyun eğdirdiği bir toplumda bulunabilir. bundan daha azı, insanlar arasında karşılıklı duygu bağlarının kopartılmasına varacak olsa da, sağlam ve dayanıklı kalacak bir birliği gerçekleştiremez. ama şeylerin şimdiki durumunda, böylesi bir umut elbette tümüyle ütopyacı bir nitelik taşır. savaşı önlemenin diğer dolaylı yöntemleri, hiç kuşkusuz daha olabilecek şeylerdir, ama çabuk sonuç vermezler. bunlar, bize un hazırlanana kadar insanların açlıktan ölecekleri ölçüde yavaş öğüten çirkin bir değirmenler tablosu çağrıştırırlar.

    gördüğünüz gibi, dünyevi ilişkilerden kopuk bir kuramcıya, pratik ve acil sorunlarda danışmak pek işe yaramıyor! her yeni bunalımı, elimizin altındaki araçlarla çözmeye çalışmak daha iyi olurdu. ama sizin mektubunuzda tartışılmamakla birlikte, beni en çok ilgilendiren bir sorunun üstünde durmak istiyorum. niçin siz ve ben ve daha birçokları, savaşı yaşamın iğrenç sıkıntılarından biri olarak kabullenmek yerine, ona bunca hiddetle karşı çıkıyoruz? ne de olsa, savaş biyolojik olarak doğru ve pratik olarak da kaçınılmaz bir şeydir. umarım, benim böyle bir soru sormam, sizi şoke etmez. bir soruşturmayı daha iyi yürütmek için, yapay bir biçimde kendimizi ondan uzak tutma maskesi takınmak gerekebilir. sorumun yanıtı şöyle olabilecektir: çünkü herkesin yaşama hakkı vardır ve savaş, gelecek için vaatler dolu yaşamları sona erdirir; bireyi, kendi iradesine karşın, hemcinslerini katletmek zorunda bırakarak insanlığından utandıracak durumlara düşürür; insan emeğinin ürünü olan güzellikleri ve daha pek çok şeyi tahrip ettirir. üstelik, şimdi yapıldığı gibi savaşlar, eski ideallere uygun yiğitliklere de olanak vermezler; çağdaş silahların yüksek yetkinliği, bugün savaşın muharip taraflardan birini – o da her ikisini birden değilse- düpedüz ortadan kaldırması anlamına gelmektedir. bu o kadar doğru, o kadar bellidir ki, savaşmanın genel rızayla (oydaşmayla) niçin yasaklanmadığına hayret edebiliriz. hiç kuşkusuz, şimdi söylediklerimin ikisi de tartışmaya açıktır. topluluğun kendi üyelerinin bireysel yaşamları üstünde hak iddia edip edemeyeceği sorulabilir. kaldı ki, aralarında bir ayrım gözetmeden bütün savaş biçimleri mahkûm edilemez; her biri nasırlaşmış bir yürekle rakibini yok etmeye hazırlanmış ulus-devletler ve imparatorluklar var oldukça, hepsi de savaş için donanmak zorundadır. fakat, biz bu sorunların hiçbiri üstünde durmayacağız; bunlar, sizin beni davet ettiğiniz tartışmanın dışında kalıyor. bir başka noktaya, bana artık savaş nefretimizin temeli olarak görünen şeye geçiyorum. o da şudur: biz savaştan nefret edememezlik edemeyiz. organik doğamız bizim öyle olmamızı istediği için, barışçıyız. onun içindir ki, tutumumuzu haklı gösterecek kanıtlar bulmak bize kolay geliyor.

    böyle olmakla birlikte, bu noktayı irdelemek gerekiyor. ben şöyle görüyorum. insanlığın kültürel gelişimi (bazılarının buna uygarlık demeyi yeğlediklerini biliyorum), anımsanmayacak kadar eski çağlardan beri ilerlemektedir. kendi bileşimimizde en iyi ne varsa, hepsini bu sürece borçluyuz; ama insanlara acı çektiren birçok şeyi de. kökenleri ve nedenleri karanlık, çıkışı belirsizdir; ama özelliklerinden bazılarını sezinlemek kolaydır. bu süreç pekâlâ insanlığın soyunun tükenmesine yol açabilir; çünkü cinsel işlevi birçok bakımdan zedelemektedir ve daha bugünden, uygar olmayan ırklar ve bütün ulusların geri sınıfları, kültürlü öğelerden daha hızlı çoğalmaktadır. belki bu süreç, belirli bir takım hayvanların evcilleştirmelerinin sonuçlarına oranlanabilir – besbelli ki, yapıda maddi değişiklikler yaratmaktadır- fakat kültürel gelişmenin bu türden bir organik süreç olduğu henüz genel bilgi haline gelmemiştir. bu sürece eşlik eden psişik değişiklikler de çarpıcıdır ve yadsınamazlar. bunlar, içgüdüsel amaçların giderek reddedilmesi ile içgüdüsel tepkilerin azaltılmasından oluşmaktadır. atalarımızın pek hoşlarına giden duyumlar bize renksiz ya da katlanılmaz geliyor ve eğer bizim etik ve estetik ideallerimiz değişiyorsa, bunun nedenleri önünde sonunda organik demektir. psikoloji açısından, kültürün en önemli iki görüngüsünden (fenomen) biri, içgüdüsel yaşamımızı denetim altına alma eğilimi gösteren bir zeka güçlenmesi, öteki de bütün yararlı ve zararlı sonuçlarıyla birlikte, saldırganlık güdüsünün içe dönmesidir. şimdi, savaş kültür büyümesinin bize getirdiği psişik eğilime kesinlikle karşı çıkmaktadır; onun içindir ki, onu büsbütün katlanılmaz bulacak kadar savaşa kızmak zorundayızdır. bizim gibi barışçılarda, bu sadece entelektüel ve duygusal bir tiksinme değil, yapısal bir hoşgörmezlik, en kesin biçimiyle bir mizaç meselesidir. ve öyle görünüyor ki, bu iğrenç bulmada, savaşın estetik açıdan rezillikleri, neredeyse savaştaki gaddarlıklar kadar büyük bir rol oynamaktadır.

    insanların geri kalanının da barışçı olması için daha ne kadar beklememiz gerekecek? bunu söylemek olanaksızdır; ama belki de bu iki etkenin – insanın kültürel durumu ile gelecek savaşların alacağı şekil hakkında duyulan haklı korkunun- yakın gelecekte savaşlara son verilebileceği yolundaki umudumuz büsbütün hayal değildir. fakat bunun hangi yollardan ya da dolayımlardan geleceğini kestiremeyiz. bu arada, her ne kültürel gelişmeye yararsa, onun aynı zamanda da savaşa karşı çalışacağına güvenebiliriz.

    en nazik saygılarımla ve eğer bu exposé (serimleme) sizi hayal kırıklığına uğrattıysa, içtenlikle esef etme duygularımla

    sizin,
    sigmund freud
    ınternational ınstitute of ıntellectual co-operation,
    league of nations, 1932.

    çeviren ve aktaran : mete tunçay, batı'da siyasal düşünceler tarihi, seçilmiş yazılar, yakın çağ, istanbul bilgi üniversitesi yayınları, istanbul: 2008
hesabın var mı? giriş yap