• "felsefe ile şiir arasındaki ilişkilere gelmek zorunda
    kalıyoruz hep - önemli bir fark şu:
    felsefe ile şiirin ilişkileri üzerine şiir yazılamaz,
    oysa felsefe yapılabilir- işte:
    şiir yazılır; felsefe yapılır.

    şiirin yapılması, zaten, yazılmasıdır-
    oysa felsefe, 'önce' yapılır, 'sonra' (olabilirse) yazılır.
    ortaklık, ikisinin de (önce) yaşanması-
    çünkü şu da doğru: şiir, yazılma (yani yapılma) anında
    zaten/hâlâ yaşanmaktadır-- yazılması, zaten,
    yaşanmasıdır- ; oysa feslefe, yapılması sırasında
    belki/hâlâ yaşanmaktadır, ama yazıldığında,
    artık, işte, yaşanmamaktadır."

    oruç aruoba

    de ki işte / metis yayınları / 6.b, nisan-2001 / s.114
  • düşünürlerden, özellikle estetik üzerine eserler verenlerden feyz alınarak yapılmış bir karşılaştırma:

    *

    şiir hala duygunun krallığıdır ( eğer felsefe hala düşüncenin krallığıysa ) : imgenin kendi içinden kendi üzerine döndüğü, kendini olumsuzladığı ve son zamanlarda görselliğin de bu iki aşamanın bir sentezi olarak savlandığı, - belki de şiirin sonu dedikleri şey tam da bu olsa gerek, nedenselliği aşan kant' ın üzerine çöreklendiği görsel-aşkınsal bir estetik vakası : o kadar aşkınsal ki her şey gözlerin önüne getirilse de hiçbir şey anlaşılmaz bu şiir biçiminden, zaten şiir de bu anlaşılmazlığın sanatı değil midir bir biçimde ? - ilkel ve modern bütün tasarımların işin içine katıldığı, benjamin' in sonsuz uykusundayken rahatsız edildiği ve kendisinin bile anlayamayacağı farklı tasarımlarda yapılmış pasajlara' a bırakıldığı ( pasajlar ki yerle bağlantıları yoktur, benjamin' in hayattayken yapamadığını yapmayı becermişler ve hayali olanla geçmişte kalanı birleştirmişlerdir : pasajlar hala pasaj imgesini korusa da yerle olan bağlantıları kesilmiştir. artık imgeler ne oldukları-nı bil-in-meden havada uçuşmaktadır. ) breton' un kemiklerinin hüzün dolu garip bir huzur içerisinde sızladığı, baudelaire' in hala eşsiz hakikati düşlediği ama bir yandan da sınırlara katlanamadığı, bütünü yadsıdığı ve hakikati o en düşsel gerçeği kuşların sesine teslim ettiği karmaşık ve kargaşa dolu bir yapıda. evet, eğer gerçekten tüm bu iç sızlamalara, geride kalmışlıklara, aşılmışlıklara ve zamanın acıtan doğrusallığına karşı bir yapı hala varsa tek söyleyebileceğimiz, çelişkili olarak, şiirin hala bir kral olduğu ama kimin ve neyin kralı olduğunun artık bilinmediğidir.

    ( bu son cümle özellikle önemlidir, ya/ ya da değil ama her ikisi birden, diyalektiğin en tam dönüşünü, ve ona karşı gelen her şeye hala direnişini gösterir. şiir duygunun kralı değildir : bu karmaşık ve kargaşa dolu yapıda; ama ona o-krallığı verdiren içimizdeki duygulardır ve hala varlık taşımaktadır. tanımlarını ve karşılıklarını hala tam olarak bilmediğimiz, bilinmezliklerin ve anlaşılmazlıkların eşlik ettiği aşkın bir duyusallık biçimi içerisindeki bazen yüce bazen azap dolu duygular.)

    *

    şiiri felsefeye bağlayan şey, kant' ın - schiller' in mektuplarına konu edindiği estetik ve novalis' in aşkınsal estetiği de benzer görüşleri taşır. - söylemeye çalıştığı gibi bir yargı yetisi, ki pratik us ile arı us arasındaki köprüdür, ve daha çok bu yargı yetisine eşlik eden bir duyarlık bilinci olsa gerektir. en azından şiir için felsefenin üzerinde durduğu şey bu olmalıdır. estetik yargı yetisi, hegel' in de sonradan tanımlayacağı ve kant' ın yolundan gideceği gibi güzeli konu alır. güzel üzerine, sanatın güzeli üzerine düşünmedir ve bu güzelliğin tam olarak duyusallıkta sergileniş biçimi ona güzel sıfatını kazandırır. doğa güzelinden farklı olarak tin' in yani insanlığın güzelliği duyusallığı aşan ve us ile senteze giren, hegel' in deyişiyle zamanın ve yerin sonlu biçimlerinden kendini kurtaran - aynı zamanda onları koruyarak insanla bağlantılı kılan - sonsuzluğu tasarımsal olarak güzel izleyicisine, duyucusuna yansıtan bir güzelliktir. sanat güzelliği hegel' in anlatımıyla tin içinde doğmuş ve yeniden doğmuş güzelliktir. o yalnızca insanla vardır.

    hegel için resmin ya da heykelin görsellikle sergilediğini şiir işitsellikte bulur ve bu işitselliğin içerdiği anlamlandırma ölçüsünde şiir düşünceye, üzerine düşünmeye kısaca derin düşünceye yaklaşır. gerçekliği -hakikati- kavramsal alanda yakalamaya çalışan felsefe bu yönüyle (arı düşünce biçimlerinin sorgulanması : bir, çok, nitelik, nicelik, öz, kavram.... gibi) şiirden ayrılır, ki şiire her zaman imgelemin kattığı ve işitselliğin yön verdiği bir bilinmezlik örgüsü eklenir; ama tüm bunlara rağmen şiir de sonsuzluğun nesnelerinden biridir ve düşünceye, belirlenime olan tüm karşıtlığı kendi diyalektiği gereği onu düşüncenin ve belirlenmenin sınırında durmaya zorlar. bu anlamıyla ve de sonsuzluğu erek alış biçimiyle şiir düşünceye, felsefenin içeriğine yakınlaşır.

    *

    heiddegger şiir üzerine konuşmanın, ona dışardan bir yetkeyle ya da bilgi birikimiyle bakmanın ancak bir kibirlilik olabileceğini söylerken kısmen haklı görünür; bilginin ve yetkenin ötesine geçen, sıkça onlara rehberlik eden, onları gidemedikleri yerlere götüren imgelem, tutku, hiçlik, anlamsızlık ve sonsuz odaklı şiirin kendisinin bu anlamıyla salt bir "değerlendirilen-şey" olamayacağı açıktır. bir değerlendirme imkanı olmasa da ancak kibirliliğin ve istencin eşliğinde bir değerleme denemesine girişilebilir. ( tabi kendi karşıtlığı gereği bu değerlemenin, değerlendirmeden fazlasıyla uzaklaşamayacağını da şimdiden söylememiz gerekir.) böylece şiir üzerine bir değerleme, bir şeyin öteki üzerinden görülmesi ya da bir şeyin saltık doğasının özüyle birlikte - dışardan bir bakışla - ortaya koyulabileceği gibi savları kendisinden uzaklaştırır. böylelikle artık bilginin ya da yetkenin şiiri anlamaya çalışması değil ama şiirin kendini ortaya koyması, kendini düşüncenin kavramlarına yakınlaştırmaya çalışması, kısacası kendi doğasının kabuğundan biraz olsun sıyrılmaya çalışması gerekmektedir. şiir ile düşünce formları arasındaki ilişki de ancak böylelikle kurulabilir : ancak şiirin yol göstericiliğindeki anlamlandırma denemesi üzerinden.- tabi bu deneme salt bir değerleme, kısacası özneye bağlı olmaktan çok öteye gidemeyecektir. burada sorun özne(l) olanın kendisinin nesne(l)olana ne kadar yakınlaşabildiğidir ki, bu başlı başına büyük bir sorundur.burada şimdilik söyleyebileceğimiz şiirin hala öznenin nesneyle birleşmemeye uğraştığı, bir başkaldırı alanı olduğu ama her şeye rağmen onun da öznenin ve nesnenin sınırları arasında zorunlu olarak devindiğidir.şiirin içinden ya da onun üzerinden yapılan her değerleme de aynı gerginliği taşıyacak ve - şiirin kendisini düşünceye açmasının bedeli olarak - şiirsel olmak durumuyla yüz yüze kalacaktır. böylece değerleme ya da şiir üzerine söylem öznenin ve nesnenin ancak şiirsel olan bir anlatım ve düşünce zinciriyle biçimlendirilmesiyle en tam şekline bürünecektir. aristoteles' in sözlerini biraz değiştirirsek aynılar aynıları bilir yerine şunu söyleyebiliriz: "aynı olan farklı olana bakarken kendi içinde aynı olanı büyütür." -

    *

    heidegger'in üzerine yaptığımız bir yorumlama denemesinden, onun şiir üzerine düşüncelerine dönecek olursak onun için şiirsel söylemin neliği üzerinden daha öte açılımlar geliştirebiliriz. heidegger' in hölderlin ile olan derin ilişkisi şairlerin ve heidegger-severlerin ilgi alanında olmuştur hep. şiir üzerine düşüncelerini de hölderlin üzerinden dile getirmesi bu ilişkinin ve etkilenmenin boyutlarını daha da iyi açıklamaktadır. heiddegger'e göre şairin gerçekleştirmesi gereken tek bir görevi vardır : şiirin kendine özgü karakterini şiire işlemek ve bunu kendi şiirinin yazgısından yola çıkarak gerçekleştirmek. - şair şiir üzerine konuşmaz ne de şiiri ele alır.- şiiri şiirsel olarak deneyimlemek esastır onun gözünde. (bu ikinci kısımda sözünü ettiğim şiir-üzerine düşüncenin ve söylemin zorunlu olarak şiirselleşmesi gerektiğine yakın anlamlarda ama diyalektikten farklı olarak tasarımsal ve salt öznel.)

    heidegger metafizik nedir adlı denemesinde dilin tüm olanaklarını kullanarak, köken bağıntıları ve buna göre anlamlandırma vs. ile görüngübilimsel (fenomenolojik)yöntemin sınırları içerisinde ne' liğe verilebilecek yanıtları soruşturur. " bu şu' dur," demek varlık ve zaman' da sıkça eleştirdiği gibi (özellikle kant ve hegel' e dir bu eleştiri.) " varlık varlık' tır, " - bu en dolaysız ve ilk olduğu söylenen şey için - ve daha öte bir soruşturmaya gereksinmez demekten farksızdır. bu ancak tüm felsefe tarihi boyunca örtülü kalanı görmezden gelerek üzerine bir kat daha örtmektir, sorunu gizleyerek çoğaltmaktır. şiir için de benzer bir görüşü taşıdığını söylersek ileri gitmiş sayılmayız. genel olarak şiir vardır, yani bir şiir kavramı ve bir de onun bundan tatmin olmayarak daha ileri gittiği hazır olsak da olmasak da içinde bulunduğumuz yazgıyı bize şiirleştirerek, bizimle biricik ve yazgısal biçimle ilgili olarak işaret edilen olağandışı şiir. bu son yazdığımız şiir türü heidegger' in üzerine gittiği ve açımladığı şiir' dir.

    böylece heidegger hölderlin' i şiirlerinden de örneklerle olağandışı şiirin şairi olarak nitelemekten geri kalmaz.

    ( bu örneklemeler ise ayrı bir yazının konusudur, burada tek bir örnekle yetinmemiz yerinde olacaktır :

    zamanın önünde! kutsal şarkıcıların uğraşı bu yüzden
    hizmet etmek ve yürümek zorundalar büyük yazgının ötesinde.

    " zamanın önünde!". hangi zamanın önünde söyler sözlerini seçilmiş şairler ? yüce olan yazgı hangisidir? " mnemosyne " adlı şarkısında hölderlin şairin vaktinden önce sözünü ettiği zamandan bahseder :

    uzundur/zaman.

    " o halde soruyoruz : ne kadar uzundur ? bizim şu anki tanrısız çağımızın ötesine erişecek kadar uzundur. bu uzun zamana uygun olarak, şairin vaktinden önceki sözleri de - uzakta beklerken - uzun olmak zorundadır. sözü "yüce yazgıyı çağırmalıdır; bulunuşta olan tanrıların belirişini şiire dökmelidir.

    ama bulunuşta olan öncelikle varmak zorun değil midir ? burada "beliriş", çoktan varmış olmayı değil, daha önceki bir varışın gerçekleşmesini imler. bu tarzda varmakta olanlar, kendilerini, özgü bir yakına-gelme ile gösterir. böyle bir gelişte, onlar kendi tarzlarında şairin huzurundadır : varmakta olanlar, bulunuştaki tanrılardır. hölderlin için geçip gitmişliklerinde de bulunuşta kalmalarına ve şairi ilgilendirmelerine rağmen, bu tarzda varmakta olan bulunuştakiler, hiç şüphesiz, yunanistan' ın bir zamanlar göçüp gitmiş tanrılarnın bir geri dönüşü değildir.

    ... bir zamanlar daha hakiki olan bulunuştakiler, yokolup gitmemiş, yalnızca uzaklaşmıştır." )

    şair şiirin kendine özgülüğünü tasarlamaz.bu özgülük şaire yazgılanmıştır, şair yazgısına boyun eğer ve çağrıyı izler. hölderlin' in - ve genel olarak heidegger' in üzerinde durduğu olağandışı şiir biçiminde - şiirin kendine özgülüğüne dair beklenmedik ve derin sezgiler bulunur. heiddeger' in romantizm etkisi hala açıkça hissedilen pekin görüşlerinde şairi tanrıların gereksinim duyduğu bir başkası olarak nitelemesi, insan ve tanrı arasındaki gergin liri şair yönüne doğru çevirmiştir.

    hegel-hölderlin ve hölderlin-heidegger ilişkisi gerçekten incelenmeye değer iki ilişkidir. ve benim buradan çıkartacağım yegane ilişki hegel-heidegger ilişkisidir. heidegger hölderlin' in sapkınlık şiddetindeki romantizmden derin izler taşısa da, diyalektiği farklı bir yoldan kendi düşüncelerine katar. heidegger’ e artaud' un hiçlik-için-şiir söylemine benzer bir tını ve bunun çığıltısına, arı bir rasyonellik ve üzerine yoğun miktarlarda serpiştirilmiş romantizm eşlik etmektedir.

    bence heidegger burada ilginç bir şekilde de olsa kant' ın başlattığı, hegel' in ilerlettiği aynı yoldan gitmektedir. önemli bir farkla, o da bütün yolu heidegger' in yıkma girişimidir. bu yıkma girişimine eşlik eden hiçlik iken, aynı yola girme isteği ise romantizm ve rasyonalizmdir. en son olarak onun için şiirsel söylemin özünün, buluştaki tanrıların bir başka -şair- aracılığıyla, ki bu başka salt varoluştur.- şairin yazgısı içerisinden şiirselleştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

    son kertede, benim düşüncemin sınırları içerisinde, heidegger imgeleri üzerinden konuşmam gerekirse, şiire dair çok olumlu bir tasarım yok zihnimde. şimdiki zamanlarda kimlerin, hangi tanrı-ça-ların bulunuşta olduğu, hangi tanrıların şaire bir başka olarak baktığı meçhuldür. şair ortaya seremediği şiirselliği ve iç yazgısını kendi sonuna konumlandırmıştır. orada-yok-olma yazgısını şiirselleştirme gibi tehlikeli bir görevin, yoklukta varlaşmanın niyeti içindedir, bilinçsizce. ona hiç yakınlaşmayan bulunuştaki gizil tanrılar şairin başkalığında kral olan şiiri sürgüne göndermiştir. kendi topraklarından, bulunuşta ve varlıkta olan halkından, - içeriğinden, imgesinden, nesnesinden, dolayımından, metaforundan, içselliğinden, yazgısından.- çok uzaklardadır zamanımızdaki şiir. ve taçsız bir kral olmaya mahkumdur. gene de sonsuzu ortaya çıkartabilecek ve bulunuştaki başka-tanrılara, tanrı-başkalık yapabilecek yalnızca odur, şiire yazgılanmış şairin dizelerinden.

    *

    derrida' nın şiir ile kurduğu ilişki : sıkça yalnız kalan, kültürle ve bilgiyle sıkı ilişkisi olan, otobanlara inmekten haz duyan ve modern otobanlar içerisinde sürekli ezilme tehlikesi geçiren ve bu tehlikelere karşı içine çekilip dikenlerinin kendisini koruyacağını sanan bir yürek kirpisi, şiir kirpisi.

    yürek derrida için temel hareket noktasıdır, şiiri yaratan ve onu devindiren çekirdektir. yürek ve kirpiyi birbirine ekleyerek şiir üzerine bir alegori
    yaratır :" şiir elips oluşlukla, seçilmişlikle, yürekle, kirpililikle sıkı bir ilişki içerisindedir."

    derrida' nın patikalardan, doğadan modern otobanlara konumladığı kirpi bazı göstergeleri imlemektedir. modernliğin yarattığı yalnızlaşma ve kaygı gelip kirpiyi de bulur. kirpi her şeye rağmen pek endişeli görünmez, dikenleriyle yaralayıcı ve bencil görünür. dünya umurunda değildir, üzerine gelen arabalardan hiç de korkar değildir; bir kirpidir en sonunda yüreğiyle düşünür, usu, düzeni, dengeyi bir tarafı bırakmıştır, şiirseldir, şiirdir, kendi gerçeğiyle baş başadır, sadece kendisi vardır ama sınır tanımaz, uçucudur, yakıcıdır.

    - novalis' in büyüsel idealizmindeki gibi : bir şey ne kadar şiirselse o kadar gerçeğe yükselir, üzerine gelen arabalar asıl hayal olanlardır, onlar yoktur ve sanırım kirpi gözlerinde, derrida' nın kör dediği gözlerinde mallarmeci saf şiir idealini düşlemektedir. -

    heiddeger' in şiir üzerine söyledikleri ile derrida' nın söyledikleri benzer anlamları iletmek kaygısını taşır gibidirler. ikisi de örtük de olsa esrikleşmenin içerildiği, yüreğin özel olarak konumlandırıldığı, usdışını anlatan ama gene de bütünlüğü olan, otoyolda ezilme tehlikesi geçiren, sıkça yaralayan ve yaralanan ama hiç ölmeyen, ölümü diğerleriyle paylaşmak istemeyen dev bir yapıya anlatım verirler. modern zamanlarda ise yazgısı "şiir-olmayan" olmak zorunda kalan bir münzevi, yusyuvarlak içine kapanan, bir küreye dönüşmüş ve kendisine bile sırtını çevirmiş toprakta kısa ve küçük bir şey, gökdelenlerin yüksekliği karşısında giderek değerini yitiren bir şiir görüşü. heidegger hölderlin üzerine yazısında zamanının şairlerinin hala bulunuştaki-tanrıları şiire yazgılama yeteneğinden yoksun olduklarından ve şiirsel olanı dillendiremediklerinden iç çeker.(bu bulunuş kavramı derrida' ya benzer bir şekilde geçmiştir, tabi farklı bağlamlarda.)

    hem derrida, hem heidegger şiir konusunda pek umutlu konuşmazlar ve şiir üzerine giriştikleri denemelerde de bu karamsarlıktan yüksek oranda etkilenmişlerdir diye düşünüyorum. şiirin içerdiği temaların her daim onların şiire konumladıkları yalnızlık, yazgı, ölüm, yürek, aşk... olmaları bile onların şiirin neliği üzerine yaptığı soruşturmaların içindeki uyarı niteliğindeki noktaları göz önüne almamamızı gerektirmez.

    *

    usdışı olduğu söylenen, sarsıcı rüzgarların sürüklediği anlamsızlık bulutlarından ve onların ardından gelen ıslatıcı ama gene de haz verici bir estetikten beslenen ve hiç kimsenin yerini ve nasılını bir haritada gösteremeyeceği kadar bilgi ötesinde olan, her şeyin döndüğü yer olarak bir öte-anlam kuyusunda varlık ile yokluk suyunu anlamsız oranlarda birbirine karıştıran, sonra kendi sıkı(l/ş)mışlığından çıkardığı tasvir edilemez basınçla göğe fırlayan ve orada, o gökanlamda - edip cansever' in gökyüzüne atfettiği gökanlam.- zenith' in üzerinde asılı kalan, ve her şekilde : yerdeyken, uçuyorken gözleri kapalı, kendisindeyken ama kendinden kaçıyorken, sadece şaire kimliğini açmışken içerdiği parçalanmışlıkların delici ve eritici bedeline rağmen bir bütünlük sergileyebilen, zamana ve yere meydan okuyan "duruşunu" bizlere anlatan şiir : bu şiir bu gökanlam dediğim daireselliğini, elipsliğini nereden almaktadır ? : en son kertede bize sunduğu bütünlükten mi, ki tam kaynaşmayan, boşlukta asılı kalan parçalar içerir bu bütün : bu görüşe göre parçaları tam birbirine eklenmemiş bir yapıdır şiir; kısaca sorarsak tamamlandığında bir sanat eseri olarak şiir bulunuştaki duruşundan mı, yoksa geçirdiği "duruş-olmayan" süreçlerin kendisinden mi, bu süreçlere eşlik eden ruh halleri ve insansal biçimlerden mi daireselliğini kazanır : ? şair insanı gerçekten kendisi bir yolcu şair olarak, önceki-kendine bakan ve ondan uzaklaştığını gören olarak, yolculuk eden bu daire biçimli şiirin neresine tutunur ? acaba yolculuk ettiren şiir midir şaire ?

    bu sorular üzerine düşünmeden önce bu dairesel anlatımı üzerine - hegel' in felsefi olarak temellendirdiği, derrida' nın da şiir için kullandığı - elips şiir ya da benim deyişimle "daire-olan-şiir" üzerine, öte-gökanlam olan bu başlayışa ama hep aynı yerde bitişliğe, bu herhangi bir noktada yola konumlanan şairin yazgısına ve kendi etrafında dönen ama dışardan hiçbir kazanımın algılanmadığı bitimsiz bir yolculuğa yolculuğun üzerine bir açıklık getirmeye girişmemiz gerekiyor:...
  • ilkçağda eski yunanda, eski mısır ve iran'da düşünceleri şiirle anlatma gibi bir durum söz konusuydu. şiirsel anlatım daha sonraları batı felsefesinde yerini sistematik düşünceye bırakmış ve şiirden tamamen soyutlanmıştır. şiir ayrı bir alan olarak devam etmiştir. doğu'da ise şiirle felsefe ayrımı batıdaki gibi gerçekleşmemiştir. kanaatimce bu üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur; çünkü bu ayrım aklın hareket sahasını belirler. hem şiir yazıp hem olguları, kavramları, fiziksel dünyayı, tanrıyı vs. tanımlamaya, sorgulamaya çalışmak çok zordur. düşünsenize hem şiir yazacaksınız, işin içine sanat katacaksınız, hem de bir şeylerin felsefesini yapacaksınız.

    bizde felsefenin olmadığı çok söylenen bir sözdür. şiirden kopamayan ve düz yazıya aksettirilemeyen felsefi bakışlar belki de bu nedenle bir sistematik oluşturamamıştır. bu topraklarda vaktiyle türkçe ve osmanlıca yazılmış felsefi bakışlar arıyorsanız eğer; ya halk şiirini, ya da büyük ölçüde divan şiirini mercek altına almanız gerekir. bu şiirlerin çoğunda zengin imgelerle bezenmiş aşkın, tanrının, kavramların felsefesi yapılır.

    sonuç olarak kendi geçmişimize bakarak şiirin felsefenin gelişimine uzun vadede ket vurmuş olduğunu söylememiz yanlış olmaz. buradan belki şöyle bir sonuç çıkabilir: şiirle felsefe yapılır pek tabii ama maalesef tekamül etmez; çünkü zaten yeterince kelime olmadığından yüzde yüz doğru tanımlayamadığımız şeyleri bir de sanatsal şablona uydurmaya çalışmak yangına körükle gitmektir.
hesabın var mı? giriş yap