• "padree padree" diye ikide bir günah çıkartmak için çıkıp gelen kichijiro'nun, night on earth'de roberto benigni'nin canlandırdığı taksi şoföründen esinlenildiğini düşündüğüm film*.

    tadanobu asano abimizin duruşu yeter. filmde görsellik namına pek bir şey yok. zaten çekimler japonya'da değil, taiwan'da yapılmış. ayrıca filmin her hâlinden martin scorsese'nin zerre japonya sevgisi beslemediği belli.

    --- spoiler ---

    filmin sonunda, taraf değiştiren misyonerler için "içlerinden inanmaya devam ettiler" mesajı veriliyor. ancak bu mesaj, o misyonerlerin japonya'da ölümüne sebep oldukları onbinlerce insan için verdikleri telkin ile çelişiyor. madem o şekilde içinden gizli gizli inanmak ile oluyordu, neden onbinlerce hristiyan olmuş japon'a "inancınızı her şekilde inkar edin ama içinizden sessiz sessiz inanmaya devam edin" diyerek o insanların işkencelerini ve ölümlerini engellemediler? yani kendi yaptıklarının hristiyan japonlar tarafından yapılmasına izin vermediler?

    cevap basit: kilisenin gücünün artması için tanrı ile kul arasındaki gizli inanç yetmez. kilisenin gücünün artması için halkın inanç kontrolünün papazlar ve kiliseler aracılığı ile vatikan'a (merkeze) geçmesi gerekir. zaten feodal japonya da bu sebeple hristiyanlığın ülkelerinde yayılmasına karşı önlem almak zorunda kaldı.

    kısaca filmin sonundaki o minik çarmıh ile verilen mesaj, davalarından dönmüş misyoner papazların ikiyüzlülüğünü göstermekten başka bir işe yaramıyor. içten içe tanrı ile halk arasında inanmak ile olacak olsaydı, öyle telkinde bulunsaydınız da onbinlerce insan boş yere öldürülmeseydi.

    --- spoiler ---

    puan: 7/10
  • muhteşem bir lucia şarkısıdır. aşk acısı çekenlere tavsiye edilmez. acıtır.

    stop me
    say you wanna stop me
    say you wanna stop me now
    but i’m leaving
    yes i'm gonna leave you
    yes i'm gonna leave your life
    if it's just 'sorry'
    i don’t want your sorry
    i don’t want your sorry now
    is too late, you know
    is too late you know
    wasted time

    say
    do you wanna play for love?
    do you wanna play for love?
    say
    do you wanna play for love?
    do you wanna play for love?

    your silence
    your silence
    your silence...aaaah
    silence
    your silence
    your silence

    wake me…
    say you wanna wake me
    say you wanna wake my life
    but i know you
    yes i wanna know you
    yes i wanna know your life
    if is just teasing
    i will be your teaser
    i will be your teaser now

    is too late, you know
    is too late you know
    wasted time

    say,
    do you wanna play for love?
    do you wanna play for love?
    say,
    do you wanna play for love?
    do you wanna play for love?

    your silence
    your silence
    your silence…aaaaa
    silence
    your silence
    your silence

    say, you wanna know me
    you wanna know me
    and try to let it out x 4
    and try to let it out x 2
  • scorsese'nin senelerce çekmeye uğraştığı, zamanında altın palmiye adayı olan bir kitap uyarlaması filmin 2016 yapımlı remake'i diyebiliriz.

    filme burada hıristiyanlık propagandası demek ve çağrı filmiyle bir tutmak alenen sığ bir bakış açısını temsil ediyor. filmde çok önemli sorular ve tartışma konuları mevcut. din ve inanç açısından çok kuvvetli mesajlar barındırıyor.

    --- spoiler ---

    film aslında basit bir hikayeye dayanıyor. iki rahip (rodrigues ve garupe) portekiz'den ayrılıyor ve japonya'ya ulaşıyor amaçları kayıp olan ve haber alınamayan üçüncü rahip ferrera'yı bulabilmek. film, rahip ferrera'nın hıristiyanlara yapılan işkenceyi, rüzgar ve dalga sesleri eşliğinde korku içinde izlemesiyle başlıyor ve yıllar sonraya atlıyor. (filmin genel anlamda soundtrack'i kırılan kemikler, çatırdıyan odunlar, rüzgar ve deniz dalgalarının sesleri diyebiliriz)

    filmin ilk yarısında iki rahibin japonya'ya ulaşmasını ve japonya'da hıristiyan japon çiftçilerle buluşmasını görüyoruz. japon köylerinde hıristiyanlığın yaygın olduğunu ve köylülerin her türlü baskıya ve zulme karşı yine de büyük bir arzuyla hıristiyanlığı yaşamaya çalıştıklarını görüyoruz. bu durumdan etkilenen rahipler de bu arzuyu kendilerine gaz olarak alıp "diğer köyleri de tanımamız lazım" diyerek misyonerlik faaliyetlerine başlamak istiyorlar. tabi haber diğer köylere de yayılıyor ve köylüler, uzun zaman sonra rahiplerin ülkeye geldiğini öğrenen japon devlet yetkililerinden rahipleri saklamaya çalışıyorlar.

    buraya kadar film bize "japonya'da köylülerin ezildiğini, inandıkları için öldürüldüklerini ve büyük bir gizlilikle inançlarını yaşadıklarını" anlatmaya çalışıyor ya da biz bu şekilde algılıyoruz. ancak işin bu boyutu doğru olsa da ilerleyen sahnelerde aslında kazın ayağının böyle olmadığını göreceğiz.

    filmin ilerleyen safhasında diğer köylülerle de tanışan rahipler dini ritüellere öncülük ediyorlar.. ancak bir bebeği vaftiz ederken anne ve babanın "şimdi biz artık cennete miyiz?" sorusunu duyunca işin aslında hiç de sanıldığı gibi olmadığını görüyoruz.

    bu sahne ilerisi için bize bir fikir verecek çünkü aslında kilise'nin gönderdiği misyoner papazların aslında doğru bilgilendirmediği bir halk ve bir bakıma farklı yorumlanmış bir hıristiyanlık söz konusu.

    köylülere ilişkin bir detay dikkatimizi çekiyor. ritüelleri belki de dinin çok daha ötesinde görüyorlar ve bu yüzden papazlara çok fazla önem veriyorlar. zaten geldikleri köyün de lideri hasbelkader dini ritüellere öncülük edebilecek bir adam seçilmiş. burada aslında kök salmaya çalışan hıristiyanlık öğretisinin ritüeller üzerine temellendirilmiş ve felsefeden yoksun olduğu görülüyor ve yönetmen kiliseyi bence mevcut durumu ortaya koyarak aslında sertçe eleştiriyor.

    filmin ikinci yarısındaysa japon devlet yetkilileri rahiplerin varlığından haberdar oluyor ve rodrigues ile garupe birbirlerinden ayrılıp kendi kaderlerini yaşamaya başlıyorlar. film rodrigues odaklı gidiyor, garupe'nin yaşadıklarını görmüyoruz. peder rodrigues japon yargıç tarafından yakalanıyor ve adil bir yargılama için tahta bir kafeste rehin tutuluyor. filmin pick yaptığı noktalardan bir tanesiyse japon heyetinin karşısına çıkan rodrigues'in hıristiyanlığı anlatırken çok yetersiz kalışı, fanatikçe dini savunuşu ve "300 bin hıristiyanı öldürdünüz" yaklaşımı oluyor. buradan sonra rodrigues'in iç hesaplaşması başlıyor ve din-inanç bağlamında tanrı'yı sorgulayacak sorular soruyor.

    iç hesaplaşmasını tetikleyense japon yargıç'ın artık rahipleri öldürmemesi ve onları dönekliğe zorlaması. bulunduğu tahta kafeste peder rodrigues her gün hıristiyanların işkence ile öldürülüşüne şahit oluyor. insanları kurtarmak için yapması gereken tek şey var; "üzerinde isa figürü olan bir tablete ayakla basmak"

    işkence boyutu öyle bir raddeye ulaşıyor ki akan kanı durdurmak için "seyirci olarak bir şeyler şeyler yapmak zorundaymış" gibi hissediyorsunuz. eğer seyirciyseniz ve inanmıyorsanız "bir tablete basmak ne kadar zor olabilir ki?" sorusunu soruyorsunuz. inanıyorsanız da yönetmen başka bir soru yöneltiyor size;

    "hz. isa'nın çektikleri ile peder rodrigues'in çektikleri eşit değil. hz. isa'nın çilesi bizzat kendisine uygulanmışken; japonya'da insanlar rahipler yüzünden işkence edilerek öldürülüyorlar. peki ya hz. isa'ya dokunmasalardı da kendisi yüzünden ölen binlerce insanı gösterselerdi? bu büyük sorumluluğu o zaman da alıp, hıristiyanlığı reddeder miydi?"

    soru bence açık ve net. ayrıca çok ince bir biçimde hıristiyanlık öğretisinin sert eleştirisi yapılmış. filmin ana temasına o kadar güzel işlenmiş ki hıristiyan rahiplerin kibirlerini japon devleti törpülerken bu ince sonuç ortaya çıkıyor. "isa'nın çektiği çile insanlık içinken, milyonlarca insanın din için çektiği çile, isa'ya gösterilseydi kimin için olacaktı?" zaten rodrigues en son tablete basmadan önce de sürekli "tanrı nerede" sorusunu sordu, bu kadar çileyi tanrı görmüyor muydu? görüyorsa neden bir mucize ile buna bir dur demiyordu?

    ayrıca filmde ferrera'nın japon hıristiyanlığı hakkındaki tespitlerini de es geçmemek gerekiyor. gelen rahiplerin öğrettiği din ile kilise'nin dini arasında fark olduğu ve hıristiyanlığın aslında zaten baştan beri iyi öğretilmediği gerçeği varken ferrera da daha fazla kendisi yüzünden insanların ölmemesi için döndüğünü ve artık japonların bilgi hazinesinden yararlandığını anlatıyor. bir nevi haklı gerekçelerini bizlere sunuyor.

    japonya'nın bu konuda neden bu kadar katı olduğunun gerekçesini filmde seyirciye japon yargıç resmi bir kişilik olarak anlatıyor. japon yargıç; " japonya'da soyut kavramlarla süslenmiş ve avrupa'ya sürekli yoksulluk, savaş ve huzursuzluk getirmiş bir öğretinin kendi topraklarında asla barınmayacağını" çok güzel bir şekilde dinden dönen rodrigues'e anlatıyor. ayrıca; "sen başarısız olmadın peder rodrigues, bu topraklar senin öğretin için bir bataklık ve öğretin kök salamadı" diye son noktayı koyuyor.

    zaten burada japon yargıç kıyı sahillerinde binlerce hıristiyan japon köyü olduğunu ve onlara dokunmadıklarını söylüyor. hıristiyanlık öğretisini okuduklarını ancak kendileri için uygun olmadığını peder rodrigues'e anlatmaya çalışıyor. (peder her türlü diretiyor aynı digitürkçüler gibi) yani iç işlerine, tüm avrupa'ya yapıldığı gibi, kilisenin karışmamasını söylüyor ki bu da filmin başında gördüğümüz o "ezilen japon çiftçileri, zulme uğrayan hıristiyanlar" tasvirinden oldukça uzak ve olgun bir bakış açısı.

    ekstra bir parantez de günah çıkartma ritüelini film boyunca kara mizahla birleştiren kichijiro karakterine açmak lazım. bir önceki entry'de belirtildiği gibi "tanrı bağışlayıcıdır" felsefesi kara mizahla harmanlarak muazzam işlenmiş karaktere. sonuçta söz konusu eğer insanın kendi canıysa bir tablete basmak ya da bir haça tükürmek bu kadar zor olmamalı. asıl yapması gerekeni kichijiro yapıyor ve bunun için de günah çıkartıyor. rahibin burada günah çıkartma ritüelini eleştirmek yerine "karşımdaki bir şeytan" olarak yaklaşımı da kibrin başka bir boyutu sanırım.
    --- spoiler ---

    sonuç olarak kılıçtan geçirmeden bir dini kabul ettirmenin ne kadar zor olduğunu hikaye ve film bize ince ince anlatıyor. filmin hıristiyanlık propagandası olarak nitelendirilmesi sığ ve üzerine düşünülmemiş bir eleştiri olmaktan öteye gitmiyor. bu tarz filmler "sevdim" ya da "sevmedim" filmleri değil aksine izlendikten sonra üzerine düşünülmesi gereken ve bu filmlerle yaşanılması gereken yapıtlar. aynı bir zamanlar anadolu'da filmi gibi.

    film özetle yer yer hıristiyanlık öğretisine, çoğunlukla da dilini ve geleneğini bilmediği topraklara misyoner gönderme kibrine sahip kilise'yi sertçe eleştiriyor. iş sorumluluk almaya gelince büzüğü yemeyen rahipleri de döneklikle cezalandırıp, yerden yere vuruyor. tarihsel bağlamda sorduğu soruların cevaplarını ise son sahnedeki haç sahnesiyle seyirciye bırakıyor.
  • martin scorsese'nin, bir japon hristiyanı olan shusaku endo’nun 1966’da yazdığı kitaptan uyarlayarak çektiği 2016 yılı filmi (ilk filmleştirilmesi 1971'de masahiro shinoda tarafından olmuş).

    film 17.yy japonyasının yemyeşil, yağmurlu, çamurlu dağları, fakir dağ köyleri ve okyanus kıyılarında geçmektedir. iki cizvit rahip, misyonerlik yaparken dinini inkar edip japonlaştığı haberini aldıkları ve inanamadıkları sevgili hocalarını bulmak üzere japonya'ya giderler. baş roldeki rahip hocasınınkine benzer bir süreçten geçer.

    filmde hristiyanlığın ana sorunsalları incelenir. bunlardan ilk ve en temeli acıdır; hem bedensel, hem de ruhsal acı. şöyle ki: katolik kilisesi isa'nın tanrının oğlu olmasına rağmen çarmıha gerilerek acı çekmek zorunda kalmasını şöyle açıklar: tanrı oğlunu insanlara karşı duyduğu sevgiden ötürü onların acılarını paylaşsın diye yollamış ve isa onları sonsuz kurtuluşa götürsün diye kendi dünya yaşamını, bedenini feda etmiş (bu ayrım önemli; isa ölümlü değildir ve insanlara da kendisi gibi ölümsüzlüğü vaad eder), günahlarını üstüne alarak onlar için çarmıha gerilmiştir ( bilindiği üzere, kuran hristiyanlarla girdiği diyalogda her ikisini de, yani hem isa'nın tanrının oğlu olduğu, hem de çarmıha gerildiği tezini reddeder).

    ruhsal olan acı da en az bu denli ağırdır: incil'in ünlü pasajında isa tanrının yüzünü görmeye duyduğu özlem ve çektiği acıların nedenini anlamaya çalıştığı bir anında rabbine şöyle seslenir: “neden beni unuttun? niçin düşmanlarımın baskısı altında yaslı gezeyim?” (mezmurlar 42:9). filmin misyoner rahibi rodrigues de kendini aynı çıkmazda bulur. dualarına rağmen kendisi ve onun peşinden gidenler düşmanların baskısı altında acı çekmektedirler; tanrı (burada isa kast edilir) sesini duymakta mıdır?

    (bu kısım ağır spoiler içerir) üçüncü sorunsal, ihanettir. yine incile göre yehuda isa'nın saklandığı yeri romalılara bildirerek ona ihanet etmiştir. filmde hem ihanet teması hem dışardan (yani maruz kalma), hem de içerden (görünüşte de olsa dinden dönmek zorunda bırakılırlar) bakılarak işlenir. hristiyanlığını saklayacak derecede ürkmüş, gelli gitli, ayyaş ve ezik japon kichijiro , güvenilmez, zayıf kişilikli olarak resmedilir; rodrigues'e ihanet ederek yerini japon engizisyonuna bildirir. rodrigues de hem onu affedebilmek konusunda yaşadığı zorlanma, hem de insanların onun yüzünden öldürülmesine bir son vermek için kendisi de inkar etmek zorunda kalarak kendisi de bizzat ihanet eder. kitabın orjinalinde olmadığı halde, scorsese ölürken rahibin eline verdiği bir çarmıhla onun kalbinde ihanet etmemiş olduğunu vurgular. misyonerlerin kendilerini ne derece ihanet etmiş olarak gördüklerine gelince, kahramanın peşinden gittiği hocada bu ihanet duygusunun olmadığı ve kendisini daha olgunlaşmış, tanrıya daha yaklaşmış olarak hissettiği izlenimini elde ederiz. ancak baş kahramanın durumu biraz askıda bırakılmış. döndükten sonraki içsel yaşantısına, düşüncelerine filmde yer verilmemiş, donuk bir karakter olarak resmedilmiş.

    film hristiyan çevrelerde tartışmalara neden olmuş, bazıları filmin acı, feda ve merhamet duygularını sergileyişini överken, daha ortodoks olanlar rahiplerin ihanetlerinin filmde hoş görülmesini eleştirmişler. bunlar dünya hayatının önemsizliğini ve acı çekilecek diye dıştan dahi olsa dinden dönmenin sonsuz hayatın kaybına neden olacağını iddia ediyorlar.

    scorsese verdiği röportajda filmi çekmeden önce kitap üzerinde otuz yıl düşündüğünü, yakını bir piskoposun cesaretlendirmesiyle filmi çektiğini, filmin kendisi için bir hac yolculuğu olduğunu, misyonerlik yaşantısını içerden göstermek istemiş olduğunu ifade ediyor. "the last temptetation of jesus christ"ı da çektiği hatırlanırsa, hristiyanlık teması scorcese için önemlidir. misyonerlerin yaşantısına çocukluğundan beri ilgi duymuş olduğunu, misyonerlik faaliyetlerinin daha başarılı olması için içine gidilen kültürün daha iyi tanınması ve saygı gösterilmesi gerektiğini ve hristiyanlığın temelindeki sevgi, merhamet, feda özelliklerinin sözel öğreti ve sembollerle değil, davranışlarla gösterilmesi gerektiğini ekliyor.

    film hristiyanlığı anlama açısından önemli. misyonerin içsel çatışmalarını anlatmakta yeterliye yakın. görsel olarak örneğin coppola'nın kıyamet'te yaptığını beklemiyorsanız, doyurucu olmasa da etkileyici. filmde japon tarafının vurguladığı dinler arası ilkesel benzerliklerin vurgulanması, farklı kültürlerden öğrenilebileceklerle insanlığını ve hatta inancın derinleştirilip, kültürelin ötesindeki tam evrenselliğe kanat açılması imkanının derinleştirilmesini beklerseniz (film buna dokunduğu için bir beklenti yaratıyor) güdük kalıyor. hocanın ağzından insanların bilincinin uzun yıllar boyunca kültürel olarak biçimlendiğine ve japonların isa algısının henüz batılılarınki gibi olamadığına ve olamayacağına değiniliyor!

    günümüze dönersek; milli gurur, tarihsel köklere, geleneklere bağlılık, asimile edilememe deyince akla gelen iki ülkenin ilki japonlar, ikincisi iranlılardır. bugün batı müttefiki ve refah seviyesi yüksekliğinde dünyanın ikincisi japonların ancak %40'ı kendilerini organize bir dine bağlı olarak görüyor. en yaygın olan geleneksel dinleri, doğaya dayalı şintoluk, ardından %35'le budizm geliyor. kendilerini hristiyan olarak tanımlayanların nüfusun %2,3'üne mukabil gelmesine bakarsak, misyonerlerin japonya da başarısız olmuş ve film de de gösterildiği üzere kısmen kendilerinin asimile olmuş olduğunu söylememiz gerekiyor. öte yandan batıda yenilerde şintoluk ve 19. yy'dan beri budizme duyulan ilgiyi ve giderek artan katılımı da hesaba katarsak, varın kilisenin derdini siz düşünün.

    not: ilgilenenlere; zizek'in "batı budizminin" yayılmasını, liberal ekonomik sistemde varolmaya uygun insan tipinin üretilmesindeki başarısıyla ilişkilendiren bir makalesi var.
  • şarkı güzeldi kız güzeldi ta ki lucia adındaki kızın soy adının popescu olduğunu öğrenene kadar. şimdi her gördüğümde şarkı değil aklıma haydi oğlum popescu geliyor. futbol gene beni sanat ve sanatçıdan uzaklaştırdı. entel olamıyorsam sebebi futbol yemin ediyorum. bir de fular yakışmıyor.
  • genel kanının hristiyanlık propagandası olduğu yönündeki görüşe şaşırarak, bakış açısının ne denli fark yarattığını bir kez daha anlıyorum bu film ile.
    cem yılmaz ve şener şen'in başrolünü üstlendiği av mevsimi isimli filmde bakış açısını değiştirmek, filmdeki gizemi çözüyordu. sanırım bakış açımızı değiştirerek, en azından geliştirerek ve sonucunda da dönüşerek pek çok sorunu çözebiliriz. filme dönecek olursak;

    --- spoiler ---

    benim için hristiyanlık propagandası yerine, ağır bir din eleştirisi içeriyor. 17. yüzyıl japonya'sına hristiyanlık getirmeyi misyon edinen rahiplerin ve hristiyanlığı seçen budistlerin uğradığı zulme vurgu yapıyor film "ancak" sıklıkla da şunu söylüyor; "onlar inancı için değil, senin (misyoner rahip) için acı çekiyorlar." doğa ile bütünleşmiş, budizmi ilkesellik kabul etmiş, buda'yı tanrı değil öğretici bilmiş naturalist bir toplumun tanrı fikrini soyut anlamda asla anlayamayacağını üzerine basa basa anlatıyor. filmde, engizisyon görevlisi ve rahip arasında geçen her diyalog müthiş. "her çiçek, her toprakta tomurcuk açmaz, burası bataklık." cümlesi, coğrafyaya göre hüküm süren dinlerin, hüküm sürme nedeninin başkahramanının jeopolitik nedenler olduğunu da ayan beyan göze sokuyor.

    --- spoiler ---

    bu film ile anladım ki, uzun yıllardır elimi eteğimi çektiğim din eleştirilerinden ve insanları kendimce kurtarmaya çalışma çabalarımdan sonrasında da, hala ve hala dinlerden dolayı acı çeken dindarların acısı ile acı çekiyorum. film, içimde uyuyan acıyı müthiş şekilde dürterek uyandırdı. dindarların, dinlerinden dolayı başka dindarlara yaptığı zulümden acı çeken dinsizlerin olduğu, ironik bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı. sadece bir film deyip geçemediğimi, dünya tarihinde bir yerlerde bu zulümlerin yaşandığını, zulümlerin hala devam ettiğini ve masum insanların hala acı çekmesinin umurumda olduğunu gösterdi. kurtarılmayı bekleyen koskoca bir insan ırkının; kurtulmak, özgürleşmek, acısızlaşmak yerine acıya bile isteye koşa koşa gitmesi, her ne kadar özgür olmasa da özgür irade ile verdikleri kararlardan acı çekmeleri acımı tetikliyor olsa da, bu gibi gerçeklerden kurgulanmış filmlerden daha çok olması gerektiğini düşünüyorum.
  • ağır hristiyanlık propagandası yapıyor gözükse de, bariz bir şekilde tanrının varlığını sorgulayan film.
  • oyunculukları övmeye geldim. "japonlar oynamış abi". shin'ya tsukamoto (mokichi), yôsuke kubozuka (kichijiro), tadanobu asano (çevirmen), ıssei ogata (ınoue chikugonokami)...vd.

    scorsese ne anlatmış peki? yani filmin esas mevzusu bu değil ama "japonlara bu konuda ben de kırgınım".

    gelelim zurnanın zırt dediği yere: insanın zalimliği karşısında tanrının suskunluğu... yüzyıllardır. yüzyıllardır şu veya bu sebeple birileri işkence görüyor, insanı insanlıktan istifa ettirecek vahşetle öldürülüyor. tanrı sadece izliyor. inananlar "artık çalışmak zorunda olmayacakları, kötü muamele görmeyecekleri" bir cennet uğruna b.ktan hayatlarına razı oluyor; başlarına gelen her fenalığa dayanıyor ve o cennete kavuşmak umuduyla bedenlerini ölüme teslim ediyor. onlara bu cenneti vaddedenler ne yapıyor peki? filmde papazların seçimleri bir cevap olabilir mi? peki insanın insana zulmü nasıl sona erecek? ınsanın doğası değişmediği sürece hiçbir zaman. yönetmenimiz bu konuda tanrının yapacak bir şeyi olmadığını söylüyor. doğada her şey kendi meşrebince var olup yaşamını sürdürüyor ve tanrının sesi belki de filmin başında ve sonunda duyduğumuzdur sadece.
  • lucia'nin soyledigi icin (bkz: ilk dinleyişte aşık olunan şarkılar)
  • tiesto'nun kendini de aştığı, dünyanın en güzel şarkılarıdan birisi. dinlerken kendinden geçiriyor kesinlikle.

    harikulade sözlerini de yazayım vokalin seslendirdiği:

    give me release
    witness me
    i am outside
    give me peace

    heaven holds a sense of wonder
    and i wanted to believe
    that i'd get caught up
    when the rage in me subsides

    passion choke the flower
    'til she cries no more
    possessing all the beauty
    hungry still for more

    heaven holds a sense of wonder...
    and i wanted to believe
    that i'd get caught up
    when the rage in me subsides

    i can't help this longing
    comfort me
    i can't hold it all in
    if you won't let me

    heaven holds a sense of wonder...
    and i wanted to believe
    that i'd get caught up
    when the rage in me subsides

    i am sinking
    in this silence
    in this white wave
    in this silence
    i believe

    i have seen you
    in this white wave
    you are silent
    you are breathing
    in this white wave
    i am free

    i am free...
hesabın var mı? giriş yap