• güzel bir filmdi, oyunculuklar çok iyiydi, kuşkusuz oyuncunun en iyi performansıydı, son 10 yılın en iyi filmi gibi tanımlayıcı ölçüler koyan; felsefe ile göbek bağını kesip moda olana, geçici olana saplanıp kalan; box office'i gözetip hedef olarak 13 yaşındakilere hitap eden, kısacası zihinsel emeğini kapitalizme koşumlayan bir sinema eleştirmeni ölümü hak eder! endişeye kapılmayın, fiziksel bir ölümden değil, entelektüel bir ölümden söz ediyorum.
  • türkiye'deki örneklerini her film festivalinde fuayede gözlemlediğim ancak "hiçbir" yönetmen katılımlı gösterimde seslerini duyamadığım meslek grubu.
    sanıyorum anlık tepki sonucu yanılmaktan çekiniyorlar.
    bu eylemlerinin sonuçları ise oldukça ağır oluyor.
    (bkz: #18778733)
  • "sinema eleştirmeni" olarak anıldığında, filmleri eleştirmek, kimi zaman analiz etmekle uğraşan insanlardan ziyade; sinema salonlarını eleştiren, "bu koltuklar olmamış, kıçımız nasır bağladı. o nasıl kolçak öyle, bir kişi kolunu koyunca ikincisi ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmak zorunda kalıyor!" gibi cümleler yazan insanları düşündürten; öyle insanlar olmadığından dolayı, "sinema" ve "eleştirmen" kelimelerinin yanyana gelişiyle, esasen film eleştirmeni veya sinema yazarı gibi çok daha kabul görmüş tanımlamalar olan başlıklar yerine, insanların bu başlığa yazmaya başlamasına sebep olmuş kelimeler bütünü.
  • en şanslı meslek erbaplarından biri. öyle ki yaptığı zevkli iş için para alması bile abestir, bilakis üstüne para vermesi bile düşünülebilir.
  • coen biraderler'in blood simple'in kitaplastirilmis senaryosunun on sozunde hayranlik uyandiracak kadar dogru tanimladigi kisilerdir: "young writers just starting out and eager to make good should know that the world teems with critics—ugly, bitter people, fat and acned for the most part, often afflicted with gout, dropsy and diseases of the inner ear—always they know better , always they recognize just exactly what is missing, always; always they can point to a finer choice.
    that is why on occasion we search them out. but beware: though the critic can tell you how to improve, he will never tell you what is equally important, when to stop improving. the critic is a lonely man , and a crafty one. he knows that if he tells you your work is finished, then you will also be finished listening to him. "
  • o ki sinema eleştirmenlerinin sık kullandığı kalıpları kullanır.
    o ki siyad üyesi değilse eleştirmen değil çekiştirmendir gözümde.
    o ki çekiştirmenin tırnağı olamaz ayrı mesele.
  • -ne iş yapıyorsun?
    -sinema eleştirmeniyim.
    -sen çok film izliyon belli.
  • kısa da olsa bir dönem sahibi olmayı düşündüğüm meslek.

    2000'li yılların başı, mayıs ayının sonlarıydı. ankara’da hava iyice ısınmış, benim için sıkıcı ve sessiz geceler başlamıştı. finallere az zaman olmasına rağmen ne ders çalışıyordum ne de bölümle ilgili edebi bir eser okuyordum. okula hiç uğramadığım yetmiyormuş gibi bütün gün evde malak gibi yatıyordum. elimde hiç ders notu da yoktu. zaten bütün bunları da zerre umursamıyordum. hayatımın hiçbir evresinde keskin hatlarla bezeli bir viraj ya da ani verilmiş bir kararla baştan aşağı değişmiş bir yaşam tarzı söz konusu olmamıştı. zaten istemediğim bir bölümde okuyordum ve sadece bu durum, canımı bir hayli sıkıyordu. hayatıma bir yön vermem gerekiyordu. her şeye sıfırdan başlamak için uygun bir zamandı çünkü zaten yeterince sıfırdım.

    nereden başlasam, önce ne yapsam diye düşünmeye başladım. aldım kağıdı kalemi elime ve not almaya başladım. ileride erbabı olmayı düşündüğüm birkaç mesleği altalta yazdıktan sonra durup yazdıklarıma baktım. kağıtta sırasıyla; arkeolog, grafiker, dalgıç, sinema eleştirmeni ve modacı gibi, benim gibi aslen tırt birinin ancak hayalini kurabileceği meslek isimleri yazıyordu. sinema eleştirmeninin etrafına kırmızı kalemle bir daire çizdim.

    araştırmalara başlamak için hemen internete girdim. civelek gibi youtube’da takribi 25-30 komik video izleyip “eha eho”diye güldükten ve google earth’de önce kendi evimi sonra da sülaledeki herkesin evlerini tek tek bulduktan sonra aklıma yapacağım araştırma geldi ve ciddiyeti ele alıp işe konsantre oldum. birkaç sanatsal site gezdikten sonra yarın öğlen türkiye film eleştirmenleri birliğinin toplantısının ankara’da yapılacağı haberini okudum. bu benim için bulunmaz bir fırsat olabilirdi. orada kendimi gösterebilir, hayatımda yepyeni bir sayfa açabilirdim. zaten küçüklüğümden beri sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istemiştim. bu yaşıma kadar yeterince film izlemiştim. hem kim istemezdi ki böyle bir şeyi? saati erkene kurup yattım.

    ertesi gün toplantının yapılacağı binanın önündeydim. toplantıya daha zaman vardı ve karnım aç olduğundan büfenin birinden yarım ekmeğe salam yaptırıp bir de ayran istedim. az önce bilmeden, geleceğin en büyük sinema eleştirmenine ayran uzatıp “al canım çalkaladım” diyen büfeciye acı acı gülümseyerek parasını uzattım.

    az sonra binanın tuvaletindeydim, aynaya bakıp entel gözüksün diye giydiğim kol kısımları kendinden yamalı kadife ceketimi düzelttim, saçıma da elimle son rötuşları verdikten sonra aynadaki aksime göz kırpıp toplantı salonuna geçtim. odada her hallerinden coşkun sinema bilgisine sahip oldukları belli birkaç kişi vardı ve masada oturmuş toplantının başlamasını bekliyorlardı. iyi günler deyip masanın en ucundaki sandalyeye oturup beklemeye başladım. duvarlarda hayatımda görmediğim garip film afişleri asılıydı. biraz ileride bir projeksiyon duruyordu ve tam karşımdaki duvarda perde hazırdı. sanırım film izleyecektik. “inşallah bildiğim bi filmdir” diye düşünüp zihnimde hemen küçük bir analiz yaptım; “ türklerden eşkiya, babam ve oğlum, organize işler, yabancılardan baba serisi, tango ve keş, metriks, kan siporu ve birkaç maykıl dudikof filmi yeter aga nedir yani sorarlarsa anlatırım ezbere biliom bunları” diye geçirdim. yaptığım analizden sonra sanki yıllarını bu mesleğe vermiş gibi kendinden emin bir edayla camdan dışarıyı izlemeye başladım. az sonra oda dolmuş ve toplantı başlamıştı. aralarından bazılarını televizyon dünyasından gözüm ısırıyordu ama adlarını bilmiyordum. “film ekimi, büyülü fener, sinematografi, bağımsız sinema, b filmi, cannes ödülleri, metafor” gibi hayatımda ilk kez duyduğum sinema terimleri havada uçuşmaya başlayınca işimin zor olacağını anladım. toplantıya başkanlık yapacağı her halinden belli bir adam elinde dvdlerle odaya girdi ve ”arkadaşlar hoş geldiniz, bugün izleyeceğimiz ve üzerine tartışacağımız ilk film avrupa sinemasının duayeni ingmar bergman imzalı yaban çilekleri” dedi. ışıklar söndü ve herkes çıt çıkarmadan filmi izlemeye başladı. film siyah beyazdı ve inanın hayatımda gördüğüm en sıkıcı filmdi. zaten 20. dakikasında uyumuşum. ışığın açılmasıyla gözümü açtım ve sanki yaklaşık bir buçuk saattir yana yıkıla uyumuyormuşçasına, cekedimin koluna damlamış salyaları silerek kendime çekidüzen verdim. tartışma başlamıştı ve genel konuyu, filmin üzerinden tanrının varlığı ya da yokluğu, ölüm ve ölümden sonraki belirsizliğin insan üzerindeki etkileri, din olgusu karşısında cevaplar arayan çaresiz birey gibi benim uzaktan yakından alakam olmayan felsefe bazlı ögeler oluşturuyordu. ben ise sessizliğimi koruyordum. vay efendim bergman’a göre yaşadığımız yer başka bir gezegenin cehennemiymiş de vay efendim bizi tarifsiz hüzünlere sürüklerken durup düşünmemizi sağlıyormuş da, insanın, iletişim eksikliği, sevgisizlik, melankoli ve yalnızlık gibi konulara odaklanmasını ve iç dünyalarında kendileriyle yüzleşmelerini sağlıyormuş da falan filan. “ulan ibneler! ekmeğin fiyatından haberiniz var mı? halk sokakta açlıktan kırılıyo be! bırakın bu entel dantel ayakları da özünüze dönün özünüzeee!” diye bir çıkış yaparsam eğer, dillere destan allı morlu bir dayak yiyebileceğim düşüncesiyle vatan ya da gözcü gazetesinin manşeti gibi kokan bu düşüncemden hemen caydım. ikinci filme geçerlerken izin alıp, dışarı çıkmak istediğimi belirttim. kapıya doğru yürürken “fakat siz bir yorum yapmadınız?” dedi toplantı başkanı. acil bir işim çıktığını, bu destansı filmle ilgili yorumumu önümüzdeki ay empire sinema dergisindeki köşemde itinayla kaleme alacağımı ve sinemaseverlerle paylaşacağımı beyan edip teşekkür ederek odadan çıktım.
    jean-claude van damme’ın çocukluğumdan beri hiçbir filmini kaçırmayıp avrupa ve dünya sineması hakkında en ufak bir vizyon sahibi olmamam ve sinemasal bağlamda bilgi dağarcığımın oldukça kıt olması nedeniyle bu hayal de başlamadan bitmişti. “eeeeh yemişim avrupa sinemasını da ışık-gölge oyunlu çekim tekniğini de!” diyerek binadan çıkıp okula gittim. hava sıcaktı ve terliyordum. çok samimi olmadığım arkadaşlarımdan biri yanıma gelip “oha oğlum bu sıcakta kadife ceket mi giyilir lan?” gibi oldukça sığ bir yaklaşımda bulundu. “öhhö öhhö höö” diye dıravdan öksürerek “n’alakası var oğlum hastayım ben, yoksa giyer miyim yaz günü kadife ceket, malmıyım” diye yalan söyledim ve gidip çay almasını salık verdim.
  • (bkz: atilla dorsay)
    (bkz: cem altinsaray)
    (bkz: engin ertan)
    (bkz: yesim tabak)
    (bkz: firat yücel)
    (bkz: mehmet açar)
    övdükleri filmlere yakın durulmasi gereken, sadece elestirerek degil fikirlerini paylasarak kafa acan yazarlardır...
  • siyad uyesi olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayrilan, kendi icinde garip bir ili$kisi olan, insanlar toplulugu.
hesabın var mı? giriş yap