• hakikaten hollywood'da son dönemlerin en büyük, en gaz merakı oldu bu.. geçmişte dc comics'te superman serileri* ve batman serileri** gelmişti.. bunlar yeteri kadar gaz veremedi sektöre, aslında iki serinin de ilk iki filmi çok beğenilmişti.. ama belki de diğer filmlerdeki büyük sıçışlardan ya da çizgiroman piyasasının şahı marvel comics'in piyasaya girmemesinden dolayı bir türlü ciddi anlamda patlamasını yapamadı dünyada.. ne zaman ki çizgiroman deyince dünya nüfusunun yarısının aklına gelen ilk isim olan spider-man sinemaya uyarlandı, gösterime girer girmez daha önce hiçbir uyarlamanın yakalayamadığı başarıyı, gişeyi, yan ürün hasılatını dağıttı geçti o zaman bütün yapımcıların kafasında bir şimşek çaktı..(bundan hemen önce de gerçekten başarılı bir x-men vardı bryan singer'dan onun da hakkını yemeyelim bu furyada) zira ilk film olması nedeniyle yönetmen sam raimi'ye öyle çok büyük olanaklar da sunulmamıştı.. filmin 70 milyon dolar gibi elbette az sayılamayacak bir bütçesi vardı fakat spider-man gibi cgi kullanımının su gibi gittiği, efektlerin anormal önem kazandığı bir film için de yeterli değildi kanımca.. sam raimi muhteşem aksiyon yönetmenliğiyle bu parayla muazzam bir film ortaya çıkarıp para kusan bir yapım elde edince(ki mesela hala cuma-pazar arası rekor 114.8 milyon dolarla bu filmindir.. genelde de gösterime girdikten hemen sonra amerika ve dünyada ilk 5teydi toplam hasılatta..) ortalık coşmaya başladı..

    peki bu patlamayı yaptıran neden richard donner'ın superman'i ya da tim burton'ın muazzam batman'i değildi? öncelikle daha önce belirttiğim gibi marvel'ın bu piyasaya girmemesi bence ana sebeptir.. zira marvel comics inanılmaz bir zenginliğe sahiptir, filmini yapacak 10 tane karakteri rahatlıkla bulabilirsiniz iş yapacak.. lakin dc'ye baktığınızda superman ve batman'den başka gişe garantisi olan karakter pek yoktur.. zaten şu anda bile bu karakterlerin yeniden çevrimleri yapılarak(superman 2. filmin devamı olacak hadi onu da ekleyelim) bu kanıtlanıyor.. bir ikinci neden de kanımca mali olanaklar.. superman'in 1978'de filminin çevrilmesi, batman'deyse 1989 yılı bu furyayı tetiklemeye yetecek olanaklara sahip değildi.. çizgiroman uyarlaması yapılacağı zaman akla gelen en önemli yol olan özel efektlerin bu devirlerde yeteri kadar gelişmiş olmaması elbette çok etkiledi sektörü.. ha şimdi ulan christopher nolan minimum efektle batman begins çakıp milletin anasını ağlattı diyenler çıkabilir fakat her karakter batman kadar uygun değildir bu işe.. mesela hayatı hoplayıp, zıplayıp milletle taşak geçmek olan bir spider-man'in ya da bir hulk'un efektlere ihtiyaç olmadan nasıl yapılacağı soru işaretidir.. soru işareti de değil, bu zamana kadar beklemiş olmalarının ana nedeni zaten budur..

    neyse, x-men ve özellikle spider-man'in bu başarısı bütün yapımcıların ellerini ovuşturmasına, yeni filmlerin ortaya çıkmasına neden oldu.. bu iki filmin çıtaları çok daha üstlere taşıyan sequel'leri geldiği gibi daredevil, the incredible hulk, punisher gibi firmanın taşaklı diğer elemanlarına filmler çekildi.. dc de boş durmadı, araya hellblazer uyarlaması olan constantine'i sıkıştırdı.. batman ve superman için tekrar çalışma başlattı.. arkalarından a history of violence ve sin city gibi bağımsız çalışmalar geldi, piyasa anormal hareketlendi, çoğu yapımcı firmanın ana kaynakları haline geldi bu uyarlamalar.. hatta öyle şeyler oldu ki devam olarak fanlara oha dedirtti, dedirttiren başlıklar açma isteğiyle doldurdu.. marvel arka planda kalan bütün karakterleri için film ve animasyon anlaşmaları yapmaya başladı.. x-men'i 3 film sonunda bir süreliğine dağıtıp wolverine ve magneto adı altında iki film için sözleşme imzaladı.. dc wonder woman ve diğer karakterler için anlaşma yapmaya başladı.. sonuç olarak bir yığın insan ekmek parasını bu sektörden kazanmaya başladı, yıkım içinde olan hollywood'a taze kan geldi.. sonuna kadar emmek gerek tabi, kurutana kadar.. neyse fanatikler şu an için gayet memnun, hepimiz verelim kanı emsinler diyor çoğu.. peki ya boku çıkarsa? ki bunun emareleri de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.. neyse ona da sonra bakarız değil mi? keyfine çıkartmak lazım şimdi..

    peki bir çizgiroman fanatiği ya da çizgiroman okumadan bu karakterleri sevdiğini öne süren kişiler çizgiroman uyarlamasından ne bekler beyazperdede? (haksızlık yapmayalım ben okumuyorum ama spidey seviyorum, wolvie'ye bayılıyorum, kız olsam verirdim bunlara diyenlere, hepimiz kardeşiz sonuçta) ara not: burdan sonrası tamamen subjektif yaklaşımlardır, katılmamak serbesttir..

    bunun sonsuza gidecek cevapları var tabii ki.. oyuncu seçimi ve bunların kalitesi, karakter yapılarının sağlam bir şekilde oluşturulması, çizgiroman hikayesine ne derece bağlı kalındığı, çizgiromandaki estetiğin filme hangi derecede aktarılabildiği, efektlerin güzelliği, yönetmenin ustalığı, senaryonun kalitesi, renk kullanımı, karikatürizasyon vs. diye gider bu.. zaten bunların çoğu kaliteli bir film için de genelgeçer kıstaslar o yüzden pek farklı değil.. lakin işte çizgiroman uyarlamasının kalitesini değerlendirmede ortaya çıkan fark da tam burada beliriyor.. çok usta bir yönetmenden, iyi oyunculuklarla bezeli muhteşem bir senaryoyla bir başyapıt çıkabilir, ama sadece bunları barındıran bir çizgiroman uyarlaması fanları nefret ettirip dibe vurabilir, yüzüne bakılmak istenmeyebilir..

    benim için mesela bu 3 unsurun hemen yanında hatta bunların daha önünde çizgiroman estetiği vardır başarı için.. efektlerin bu estetiği yaratmadaki başarısının ne dereceye kadar çıkabildiği vardır.. en az oyunculuk, yönetmenlik kadar önemli.. ha zaten bunu oluşturabilen adam iyi yönetmendir ama her iyi yönetmen bu estetiği yaratamaz.. hikayeye iyi hakim olamaz.. bu nedenle sam raimi gibi çizgiromanın hastası olan insanların yönetmenliğe gelmesinin önemi de bir kez daha anlaşılmış oluyor..

    bir de tüm bunlarla bağıntılı olarak bütün insanları birbirine düşüren bir hikaye meselesi var.. işi çizgiroman holiganlığına vardıran insanlar en ufak bir değişikliğe kıl oluyor mesela, adamı da kıl ediyorlar tabii ki.. genel hatlarıyla çizgiromana bağlı kalındıktan sonra yönetmenin daha iyi çalışabilmek ya da olayı biraz daha modernleştirmek için(ne de olsa bütün bu kahramanların kökeni 1960'lara dayanıyor değil mi?) yaptığı ufak değişiklikler şahsımı hiç rahatsız etmiyor.. ulan wolverine'in pençeler ordan mı çıkar, spidey'nin ağları organik olur muymuş hiç (hadi bu büyük bi değişiklikti kabul edelim eheh), cyclops güneş gözlüklü olmuş be tarzı yaklaşımlardan dolayı filmin üstünü çizmeyi gayet salakça buluyorum.. ama mesela ben bunlara takıp çakarım bu marvel filmlerine diyen insanların 1.90'lık zayıf mı zayıf joker'i kısaltıp balina kıvamına ve üstüne üstlük bruce wayne'in ailesini öldüren bir adam haline sokan tim burton'a taptıklarını, bu batman'leri tabu yaptıklarını gördüm.. bir de yönetmenlerin ne yapsa yaranamama durumu var.. 500 sayılık geçmişleri nedeniyle mecburen bazı şeyleri değiştirmek zorunda kalan yönetmenler bazı kesimler tarafından yerde yere vurulurken, 7 ciltlik sin city'yi sinemaya uyarlarken çok daha derli toplu bir hikayeye sahip olup bunu bütün ayrıntılarıyla beyazperdeye kusursuz bir şekilde aktaran robert rodriguez de filme kendinden hiçbir şey katmamış diye eleştirilebiliyor bir kısım dangoz tarafından.. hakikaten hiçbi şey katmamış be abi deyip 2-3 gün okumadım sonra ben herhangi bir şey..

    neyse bu kadar subjektif şeyden sonra hemen tarihten bir ilk 10 oluşturalım kendimize.. (daha başarılı olan devam filmleri varsa ilk filmler sıralamaya alınmayıp o devam filmi içinde değerlendirilecektir)

    1-batman begins(2005): filmi hemen izledikten sonra sözlükte yazdığım yazıda (bkz: #7815216) film için en iyi deme dingilliğini gösterecek değilim demişim ama o cümle dingillikmiş asıl.. defalarca izledikten sonra anladım.. eski serinin 3. ve 4. filmiyle birlikte yavşayıp seriden kopan seyircileri geri kazanmak için alabildiğine gerçekçi, sert, karanlık bir film yapıp bunların uzantısı olarak çizgiroman estetiğinden mecburen ödün vererek, hatta bırakın ödün vermeyi kendini kaptırdığı gerçekçilik yüzünden neredeyse bu estetiğin e'sini barındırmadan inanılmaz bir başarıydı.. gördüğüm en görkemli ve muhteşem batman'in yanında harika bir senaryo ve süper bir yönetimle birlikte sırtını dayadığı muhteşem oyuncuların harika performansıyla gerçekten en iyi süper kahraman hikayesi olmayı hakediyor.. bir orijin hikayesinin bu kadar görkemli bir şekilde beyazperdeye aktarılabileceğini ummuyordum, her izleyişimde biraz daha hayret ediyorum buna..

    2-spider-man 2(2004): batman begins'i izleyene kadar varolan ve kolay kolay değişmeyeceğini sandığım bir numaramdı.. bir çizgiroman uyarlaması için gereken şeylerin hepsini yeterince içinde barındıran bir filmdi ve beni çeken şey de buydu sanıyorum.. sam raimi'nin muhteşem bir aksiyon yönetmeni olmasının yanında aynı zamanda karakter ayrıntıcılığının en derinlerine giden yapısı, spider-man'den çok peter parker'a filmde yer vermesi (hoş bunu yapmasının bir nedeni de az ama öz ve en kalitelisinden aksiyondur bence) çizgiromandan fırlamış gibi duran spidey figürü, estetiği, renk kullanımıyla kusursuza yakın bir uyarlama.... filmin özellikle ultimate spider-man serisi baz alınarak uyarlanması çoğu insanın gözünden kaçan ve hala amazing serisi gözönünde tutularak eleştirilmesine neden olan bir ayrıntı.. 2000lere gelmişken 2000lerin en sevilen spidey hikayesinden uyarlanması da güzel bir şey tabii.. (spider-man 2002)

    3-sin city(2005): belki de bir numara olması gereken eşsiz bir başyapıt bu ama kahretsin ki süper kahramanlara olan zayıflığım 3 numaraya attı kendisini.. lafı fazla uzatmadan diyorum ki arkabahçe yayıncılık'tan çıkan sin city'leri alıp okuyun ve hemen arkasından bu filmi izleyin.. plan plan, kare kare bir çizgiroman uyarlaması nasıl olur (çizgiroman kopyası mı desem ya da) görün.. sinematografinin doruklarında, robert rodriguez'in aynı tarantino gibi unutulmuş oyuncuları da tekrar piyasaya sürüşüyle** ayrıca insanları sevindiren muazzam bir şey..

    4-the hulk(2003): ang lee'nin sinema şöleni demek daha doğru olur buna da.. ne dedik daha önce estetik, estetik, estetik.. hulk'ın içinde bulunduğu her planda var olan bir şeydi bu filmde.. ang lee'nin karakter manyaklığı nedeniyle gelmiş geçmiş en incelikli karakter analizine sahip olması filmi biraz durağanlaştırdı, hatta ana unsuru eğlendirme olan çizgiromanın seyircisini biraz uzak tuttu sanıyorum filmden.. ha sonra chris nolan gelip bunları taş etti orası ayrı.. ang usta sanıyorum filme biraz daha eğlence katabilseydi bu da ilk 3'ü zorlayan bir film olacaktı ama adamın yapısına ters.. eric bana'nın özellikle harika performansı ve nick nolte'yle filmin sonundaki dansları da filmi güzelleştiren ayrı bir etkendi.. ee bu yönetmenin olduğu yerde zaten vasat bir oyunculuk beklemiyoruz değil mi?
    filmle ilgili ek bir not olarak şunu da belirtmeliyim ki çizgiroman çevrelerinde filmin çok fanatik bir kesimi de mevcut ve az sayıda olmayan bu topluluğa göre bu film gelmiş geçmiş en iyi uyarlama.. saygımız sonsuz kendilerine..

    5-batman(1989)/batman returns(1992): christopher nolan'ın tam aksine absürdlüğün doruklarına çıkarak gerçekçiliğe sıçarım deyip karikatürizasyondur benim işim, estetiktir diyen tim burton ürünleri.. çoğu kişiye göre ilk film muazzam joker'i(jack nicholson babaya sevgi, saygı) ve bruce wayne'iyle daha iyidir lakin karanlığın dozunu arttıran ikinci filmin fanatikleri de ayrıdır.. karikatürizasyonun beyazperdedeki en büyük başarısı uyarlamalar içinde.. diğer filmlerde olmadığından dolayı değil, sırf buna yüklenerek bu kadar muazzam bir film yapıldığı için.. 1989'a ve o zamanki olanaklara dikkat çekerek düşünmeye bırakıyoruz sizleri.. çok yaşa tim burton..

    6-x-men 2(2003): bu film de çok sevilmesine rağmen sanki bir şeyler eksikti içinde.. bryan singer'ın nolan gibi gerçekçi bir film yapayım derken tutarlı olamamasından dolayı mı, filmin wolverine ve arkadaşları moduna sokulmasından dolayı mı ama bir türlü tam anlamıyla ısınamadım.. çok sevdim, izlerken bayıldım tabi orası ayrı ama düşününce başlarda olmaması gerektiğine karar verdim.. yine de en güzellerden biri tabii, bu kadar çok karaktere sahip bir çizgiromanda hepsinin sorunlarına belli bir derece yönelebilmiş ve bunu yaparken de inandırıcı olabilmiş, sadeliğiyle göz önünde olan bir film daha çok.. wolverine'in manyağı ve sünepe cyclops'tan tüm kalbiyle nefret eden biri olarak wolverine'in bu kadar ön planda olmasıyla sevineceğimi sanmıştım ama ne kadar sevmesem de cyclops o grubun lideridir, ağabeyidir.. singer'ın bunu göz edememesi sinirimi bozdu zaman içinde.. sinema dünyasına kazandırdığı hugh jackman'ıyla, patrick stewart'ıyla ve kült karakterlere bürünmesindeki ustalığıyla ian mckellen'ıyla muazzam bir şölendi tabii ki bu da.. (x-men 2001)

    7-superman(1978): donner usta diyorum, christopher reeve diyorum, gene hackman diyorum, marlon brando diyorum, o zamanki şartlarla bu film diyorum, pes diyorum.. susuyorum..

    8-daredevil(2003): bu da pek beğenilmedi zamanında.. filmi sinemada izlediğimde ben de doymadan ayrılmıştım.. her ne kadar tahammül edilebilir bir performansına rağmen ben affleck'i de içinde bulunduruyor film.. matt murdock bu dünyanın en sevdiğim karakterlerinden biri olduğu için gayet vasat gelmişti fakat dvd olarak çıkan director's cut'ıyla oldukça güzelleşiyor film.. murdock'ın zorluklarla dolu ve sorunlu hayatını kanımca iyi anlatıyordu ve hoş bir orijin hikayesi diyebilirim buna.. daredevil'in diğer duyularıyla birlikte nesneleri algılayabildiği sahnelere hasta olmuştum, efektler ve aksiyon da gayet yeterliydi.. biraz da yönetmen ve senaryodan destek alabilseydi keşke..

    9-constantine(2005): ana hikayeyle en bağdaşmayan filmlerden biri olmasına rağmen atmosferini ve bu tip cool karakterleri canlandırmadaki başarısı artık yadsınamaz olan keane reeves'i çok iyi bulmuştum.. gerçekten filmin kendine has güzel bir atmosferi vardı hellblazer'la paralel olarak.. francis lawrence'ı da fena bulmamıştım ilk uzun metrajında.. rachel weisz'ın da güzel desteğiyle tiksindirici derecede kötü lucifer tasvirine rağmen seytan çıkarma ayinleri olsun, cehennem gösterisi olsun güzel görüntüleriyle mutlu ayrılmama neden olmuştu sinema salonundan.. daha çok hellblazer okumaya teşvik etmesiyle de amacına ulaşmış oldu sanıyorum..

    10-blade(1998): aslında gayet tırt bir filmdir kanımca, hikayeyle, orijinle de işi olmadığı belli.. amma velakin wesley snipes'ıyla, müzikleriyle, eğlendirici unsurlarıyla yakaladığı başarıyı da takdir ediyorum çok sevmememe rağmen.. listenin sonlarında bulunsun istedim..

    şu son 1-2 film x-men ve spider-man gibi serilerin ilk filmleri de listeye alınsa görünmeyecekti burda ama kıyağımız olsun bu da, çeşit olsun..
  • bir de bunların eleştirilmesi sorunu var ki özellikle türkiye'de çok değişik duygulara sebebiyet verebiliyor bu.. mesela bir alin taşçıyan çıkıp amaann yetti vallahi şu spider-man'in binalar arasında ağlarla dolaşma sahneleri, filmin tamamını bunlarla geçirselermiş diye ya da batman begins için küçük bir çocuk varmış, yarasalardan korkarmış tarzı alaycı bir dille dünyada herkesin kabul ettiği bir şekilde kendini bu filmle yeniden kanıtlayan nolan'ın oldukça geriye gittiğini söyleyebiliyor.. peki sormak lazım kendisine bugüne kadar kaç tane çizgiromanını okudun bunun da bu yönetmenlerin yaptığı işle ilgili ahkam kesebiliyorsun? karakterleri, hikayeyi ne kadar tanıyabiliyorsun da filmin geneline yorum yapabiliyorsun.. sadece alin hanım değil bunu yapan, türkiye'de bu şekilde hikayeden, çizgiromandan, karakterlerden haberi olmayan birçok entel eleştirmen çıkıp kötü film diyebiliyor.. her şey yönetmenlik, senaryo değil ki.. hayır zaten sen hikayenin ayrıntılarını da bilmeden senaryo hakkında fazla da yorum yapamazsın ki.. senin çok banal bulduğun diyaloglar çizgiromanın kalbine atıflar yapabilir.. haberin olmadan kötüydü bu, banaldı demekle kalırsın sonra.. dışarda bu işler daha düzgün tabii ki.. genelde eleştirmenler eseri okumadan, bilgi sahibi olmadan yorum yapmıyorlar..

    ang lee'ye, sam raimi'ye, bryan singer'a, christopher nolan'a burun kıvıran bu entellere yapılacak şey belli aslında.. getireceksin bernardo bertolucci'yi, david lynch'i, çektireceksin bu süper kahramanların uyarlamalarını.. zevkten dört köşe olacaklar, gülüp izleyeceksin sonra.. her film öyle basmakalıplar içinde yorumlanmaz, birazcık bilgi ve fikir sahibi olmak gerekir, sadece sinemanın ana unsurları içinde kalmadan dışarı doğru yayılarak yorumlamak gerekir.. ama güzel kardeşlerimizin bunlardan haberi yok tabi.. eline batman, superman, spider-man almamış adam böyle hikaye, böyle film mi olur deyip kendini tatmin etsin, biz de eğlenelim.. fena da olmuyor aslında..
  • sinema tarihindeki ilk çizgi roman uyarlaması imdb’den yaptığım araştırmaya göre 1913 tarihli mutt and jeff filmidir.film, bir gazetede yayınlanan çizgi banttan uyarlama olup kısa bir animasyondur aslında.bu filmi başka çizgi bant karakterleri izler ayşegül tatilde,ayşegül köyünde gibi benzer mantık serileri ile animasyon olarak.gelgelim yıl 1936’ yı gösterdiğinde meşhur bir karakter beyazperdede yerini alır,hem de kanlı,canlı:flash gordon.televizyonun olmadığı bir zamanda bu film günümüz sinema filmlerinden ziyade tv dizisi uzunluğunda bir formatla seri olarak sinemada yer bulur.bir yıl sonra dick tracy, 1941 yılında superman’li kısa animasyonlar ve 1943 yılında da the phantom bizdeki adıyla kızılmaske sinemanın havasını teneffüs eder.aynı yıl yani 1943’te the batman (adam west’li batman değil.) de arzı endam eder.1944’te captain america, 1949 yılında batman and robin ,1950 yılında ise superman kanlı canlı perdeye düşer.filmin adı atom man vs. superman dir ve superman’i kirk alyn die biri oynar.1951 yılındaki süpermenimiz ise george reeves dir.filmin adı superman and the mole-men.

    sinemada çizgi roman uyarlamalarını iki dönemde inceleyebiliriz.
    1.masumiyet çağı
    2.karanlık çağ

    (buradan sonrası sinema dergisinin hazırladığı sinemada çizgi roman ekinden alınmıştır.copy-paste değildir.)

    çizgi roman uyarlamasında masumiyet çağı

    30’lu yılların seri filmlerinden christopher reeve’li superman’e kadar sinema,çizgi romanı hafif ve çocuklara yönelik bir malzeme olarak gördü.çizgi romanlardan uyarlanan filmler de bu bakış açısının ürünüydü:beylik tipler,hayli naif öyküler ve bol bol komedi.

    batman* (1966)
    ‘bazı günler elinizdeki bombadan kurtulamazsınız.’
    http://www.youtube.com/watch?v=nrp45emzcsk

    60’lı yıllardaki batman tv dizisi ve bu dizinin kadrosuyla yapılmış olan sinema filmi,gerek batman ve robin’in,gerekse genel olarak süper kahraman filmlerinin ‘camp’ estetiğinin ürünü olarak görülmesinde önemli pay sahibi. ‘pat’, ‘küt’ ve ‘bam’ gibi ses efektlerini görsel birer unsur olarak kullanmasıyla,malzemesine bol renkli ve eğlenceli bir maskeli balo muamelesi etmesiyle, insanı gülmekten çatlatabilecek oyunculukları ve utanmazca şansını zorlayan diyaloglarıyla tim burton’ın 1989 tarihli filminin öncülük edeceğinden hayli farklı bir anlayışın temsilcisiydi (pekala,belki diyaloglardaki muziplik hariç).taytlara,maskelere ve pelerinlere bürünüp suçlu kovalayan karakterlerin gerçekçi filmlerdense ‘camp komedi’ye yakın olduğunu ve bu konuyu ciddi bir öykü gibi anlatmanın düpedüz saçmalık anlamına geleceği bir zamanın çizgi roman uyarlamasıydı.ne şans ki,80’lerde frank miller’ın the dark knight returns’ü ile süper kahraman öyküsünü karanlık ve sert sıfatlarıyla donatacak olan batman serisi, janrın en renkli,komik ve tam anlamıyla hafif ürününün de kaynağı olmuştu.

    leslie h. martinson’ın yönettiği, batman’i adam west’in,robin’i ise burt ward’un oynadığı filmde gotham’ın dört büyük süper kötüsü işbirliği yapıyor:joker,bilmececi,kedi kadın ve penguen.tabii ki amaçları,batman ve robin’i bertaraf edip dünyayı ele geçirmek.bol renkli,bol taytlı,bol kötü adamlı ve bol bol oyuncaklı (‘köpekbalığı püskürtücü yarasaspreyi uzat!’ http://www.youtube.com/watch?v=x0ujaprpxrk) bu 60’lar yapımı film,malzemesini tam olarak ciddiye alıp alışıldık kahramanlık filmlerinin izinden gitmektense işi şakaya vurma tavrıyla ,masum dönemin cingöz roman uyarlamalarının ‘ciddi’leşme sürecine ayak direse de batman ,hem iki mecranın (sinema ve çizgi roman) ilişkisinde önemli ayaklardan,hem de sinemada genel olarak camp estetiğinin kalelerinden birini teşkil ediyor.

    barbarella (1968)
    kamera arkasında roger vadim,ünlü fransız çizgi roman karakteri rolünde ise eşi jane fonda.avrupa ürünü bir çizgi roman olarak barbarella, amerikan çizgi romanlarının gelişm sürecinin ve genel naifliğinin dışında seyreden bir eserdi ve filmi de bunu yansıtıyordu. 60’larda ve 70’lerde çizgi romanlarla ve bilimkurguyla sıkça ilintilendirilen camp estetikten nasibini ziyadesiyle almış olmakla beraber,batman’den hayli farklı bir filmdi barbarella.abartı ,mahsus kullanılmış saçmalık ve gevrek bir mizah yerine gerçeküstü bir atmosfere ve cinsel cazibeye odaklanan vadim, ortaya bir tür fantezi-film çıkarmıştı.çok uzak bir gelecekte geçen öyküde başkan tarafından barışı tehdit eden genç bilim adamı duran duran’ı durdurmakla görevlendirilen barbarella, meleklerle ve tuhaf aygıtlarla (mesela dev bir cinsel işkence enstrümanı) dolu garip bir gezegende,dünyayı kurtarmaya çalışıyordu.ama hayati bir görevi gerçekleştirmeye çalışan bir ajandan çok,rüya gören birinin edilgenliği,durumdan duruma sürüklenen hali vardı dişi kahramanımızda.90’ların vaziyete hakim kadın kahramanlarından epey farklı şekilde, saflıkla ve masumiyetle donatılmıştı ve elbette bu, filmin yaratmaya çalıştığı cinsel cazibenin en önemli unsuruydu.kahramanının bedenini örten kıyafetlerin seyrelme meyli sebebiyle, 60’ların sınır yok anlayışının bayraktarından biri olarak gösterilen barbarella deneyimden deneyime sürüklenen hayli hülyalı kahramanıyla bir tür trip-film gibi de işliyor.

    wonder woman (1976-1979)
    gerçi bu bir tv dizisi ama,hem abd’de dvd formatında piyasaya çıktığı,hem de seri filmler sonrası dönemin o az sayıdaki oyunculu süper kahraman (hele ki kadın süper kahraman) uyarlamalarından bir olduğu için bu listeye alındı.lynda carter’ın başrolde gayet hevesli ve mahir göründüğü wonder woman, insanda biraz 60’ların batman dizisinin nasıl işlediği konusuna pek kafa yormayıp bunu süper kahraman filmlerinin (ve elbette dizilerinin) beraberinde getirdiği mecburi bir estetik eğilim olduğu yanılgısıyla yapılmış kuşkusu uyandırıyor.ilk kez göründüğü ‘erkek’ denen şeye kapılıp,görünmez jetinin içinde bermuda şeytan üçgeni’ndeki adasından amerika’ya sürüklenen bu amazon, bir taraftan da kadınların iyi muamele görmediği toplumların kaybetmeye mahkum olduğu gibi feminist yorumlarda bulunuyor…ama 70’ler işi bu yorumlar nedense, harika kadın’ın süper kahramanlar grubuna sekreterlik yaptığı 40’lı yılların dünya görüşünü biraz fazlaca hatırlatan bir kadın kimliği ve imajı, hatta genel olarak o ‘camp’ doku tarafından sabote ediliyor.yine de abd çizgi romanında altın çağ’ın en ünlü süper kahramanından biri olan harika kadın’ı ekranda görmek için bulunan çok az sayıdaki seçenekten biri olarak, cazibesini koruyor.ayrıca, büyük ölçüde istem dışı camp komedisinin sadık hayranları da bu diziyi mutlaka bir kontrol etmeliler.

    the amazing sider-man (1977)
    tim burton’ın batmaninden önceki dönemin düşük bütçeli ve genellikle tv yapımı süper kahraman filmlerinin tipik örneklerindendi the amazing spider-man.vaktinde ülkemizde sinemalarda da gösterilen bu film, aslında abd’de 1978’de gösterimine başlanan tv dizisinin pilot bölümüydü.daha sonra bu diziden bir tv filmi daha çıkarıldı.ikisi bir arada, özel efektlerinin epey mütevazı olduğu 70’li yıllarda örümcek adam gibi bir süper kahramanı ekrana ikna edici bir şekilde taşımanın ne kadar zor bir iş olduğunu gösteriyor. nicholas hammond’ın canlandırdığı bu örümcek adam duvarlara da tırmanıyor, ağ da atıyor ama raimi’nin filmlerindeki gökdelenler arasında gezinen, metrelerce sıçrayan ve arabaları kaldıran süper kahramanın etkileyiciliğinin fersahlarca uzağında. bir tür ipnotizma/zihin kontrolü teknolojisi sayesinde insanları uzaktan idare edebilen kötü adamın samuray fedaileriyle dövüşürken, sırf yapabildiğini göstermek için en olmadık zamanda duvara yapışması dışında pek de insanüstü bir izlenim vermiyor doğrusu.ama bundan 30 yıl kadar önce sevdiğiniz süper kahramanın filmini bulabildikten sonra,tabii ki bir de büyük bütçeli ve görkemli olmasını talep etmek gibi bir lüksünüz yoktu.alerji haplarını almadığı hapşırık nöbetlerine kapılan bu örümcek adam,sadece etten ve kandan mevcudiyetiyle bile hayranlarını minnettar bırakıyordu.

    the incredible hulk (1977)
    amerika’da örümcek adam ile aşağı yukarı aynı sıralarda yayınlanan dizinin pilot bölümü olan bu film de ülkemizde bu film de ülkemizde sinema salonlarında gösterilmişti.öfke anlarında yeşil ve ilkel bir deve dönüşen bruce banner’ın öyküsü, daha az mizaha ve daha çok insan dramına odaklanıyor. bir araba kazasında karısını kurtaramamış olmanın vicdan azabıyla kavrulan bilim adamın bruce banner, zor alanlarda olağanüstü kuvvet sergilemiş insanların öykülerini araştırarak, bu gizli gücün gamma ışınlarıyla bir bağlantısı olduğuna kanaat getirir. ve tabii ki kendini gamma ışınlarına maruz bırakmaya karar verir. ancak hedeflediğini üzerinde bir doz alması sonucu, dev gibi, muazzam kuvvetli ve hayli öfkeli,dr.jekyll’ın mr hyde’ı misali bir ikinci kişiliğe sahip olur. hulk’ın benim diyen süper kahramanı kıskandıracak kol gücünün üzerinde durmaktansa,hem bu yeşil devin yumuşak tarafı, hem de banner’ın trajedisinin üzerine gitmenin sonucunda, ortaya o dönem için alışılmadık ölçüde insana odaklı bir süper kahraman filmi çıkmıştı.

    superman (1978)
    aşağıda superman serisi adlı başlıkta incelenmiştir.

    captain america (1979)
    özel bir serumla ölümden döndürülen ve normal bir insandan çok daha büyük bir kuvvete ve güce kavuşan steve rogers, ülkesine minnetini gösterebilmek için plastik görünümlü bir motosikletin üzerine atlayıp, üzerinde bir kostüm, kolunda fırlatınca geri dönen kalkanıyla, kötü adamların peşine düşüyor. başrolünü b filmlerinin değişmezlerinden olan reb brown’ın oynadığı bu tv yapımı, 1979’da çekildiği göz önünde tutulduğunda bile büyük bir hayal kırıklığı yaratabilir. seyircinin olana bitene ikna olmak için bitmek tükenmez bir mücadeleye girmesine sebebiyet veren bir oyunculukla donanmış bu film, yüzbaşı amerika’nın nasıl yüzbaşı amerika olduğu öyküsünü ayaklar altına alarak, hiç olmazsa kaynağa sadakat puanı kazanma şansını bile tepiyor. bütün bunlara rağmen aynı yıl içinde bir devam filminde yeniden seyircisinin karşısına çıkmış olması ise ancak yüzbaşı’nın o dillere destan azmiyle açıklanabilir.

    superman ii (1980)

    flash gordon (1980)
    büyük ölçüde 30’ların seri filmlerinin izinden giden, bir başka camp çizgi roman uyarlaması. öyküsünden yada görüntülerinde ziyade queen’in şarkısıyla 80’ler kültüründe yer bulan film, malzemesini hiçbir zaman ciddiye alacakmış gibi bile durmuyor. kötü kalpli mongo gezegeni imparatoru ming, önündeki kontrol panelinde bulunan hazır düğmelere (deprem,meteor,sıcak dolu!) basarak yerküreyi uzaktan biteviye taciz eder. dünyanın kaderi içler acısı gibi görünmektedir – tabii ki bir roketin içinde (istemeden de olsa) sorunun kaynağına giden doktor zarkov,dale arden ve amerikan futbol yıldızı flash gordon, ming’i durdurmadıkça! künyesinde max von sydow, timotyh dalton ve ornella muti gibi isimler barındıran bu çizgi roman uyarlaması, daha önce değilse, flash’ın ming’in muhafızlarını etkili amerikan futbol teknikleri ile savuşturduğu ( ve etraftaki seyircilerin onayıyla ve beğenisiyle karşılandığı) anda geri dönmemek üzere camp cennetine doğru yelken açıyor. etrafındaki kadınların bitmek bilmez ilgisine ve beğenisine maruz kalan altın saçlı ve tuhaf bir şekilde masum karakterli flash rolünde sam jones var.

    conan the barbarian (1982)
    conan karakteri oliver stone’un yazdığı john milius’un yönettiği bu film aslında bir çizgi roman uyarlaması sayılmaz. çünkü ünlü marvel çizgi roman serisinde değil, robert e. howard’ın pulp öykülerinde yaratılmış bir karakter. yine de özellikle türkiye’de bu karakterin çizgi romanlarla adını duyurmuş olması sebebiyle, milius’un filmi de bu bölüme alındı. milius ve stone’un işbirliğinden çok şey bekleyenler ve conan hayranları küçük çaplı bir hayal kırıklığı yaşadı.çizgi roman dizisinin varoluşçuluğu perdeye aktarılırken keskinliğinden çok şey yitirmişti; dahası, bu öyküleri yaratıkları, korkutucu ve çeşitli fantezi unsurları ve görkemli aksiyon sahneleri için sevenlerin beklentilerine hitap eden bir film değildi milius’unki. yine de çok sayıda fantezi filmine gebe olacak bir dönemin başında, kılıç ve büyü türünde verilmiş kalburüstü örneklerden biri olarak 80’ler tarihine geçti conan the barbarian. üsterlik arkasından bir devam filmi conan the destroyer,1984 ve bir de aynı çizgi roman dünyasından doğmuş bir kuzen red sonja,1985 geldi.tabii ki bir de arnold schwarzenegger’i dünya çapında şöhrete kavuşturmuş olması açısından önemli conan the barbarian.

    swamp thing (1982)
    wes craven’in yönettiği film, yeşil bataklık yaratığının alan moore tarafından yeniden yorumlanmasından önceki dönemi anlatıyor. o yüzden de moore’un seriye getirdiği - ve 80’lerde amerikan çizgi romanlarında yaşanan değişimde önemli bir yeri olan – bazı yeniliklerin yansımalarını bu filmde göremiyoruz. öte yandan swamp thing, gerek puslu bataklık atmosferi gerekse sayfa çevirme geçişleri gibi tekniklerle klasik çizgi romanlara saygı duruşunda bulunurken, bilim kadınını oynayan adrianne barbeau’yu eski usul universal canavar filmlerindeki türden bir istismar nesnesi gibi kullanıyor. genel olarak çizgi romanların kendileriyle ve onlara yakın duran film türleriyle ilgili bir çok çağrışım yaratan bu wes craven filmi şimdiki örneklere kıyasla pek etkileyici olmasa da, eskinin kısır uyarlamaları arasında hatır sayılır bir yere sahip.

    superman iii (1983)

    supergirl (1984)
    christopher reeve’li superman filmlerinin başarısının kuyruğuna takılmış bu proje, yine de prodüksiyon açısından superman öncesi süper kahraman filmlerinden belirgin bir şekilde üstün. kripton’dan dünyaya gelince kuzeni kal-el gibi nispeten yeni görsel efektlerle ve kalburüstü oyuncularla çevrelenen kara, bir taraftan okula giderken, bir taraftan da kötü büyücü selena’yı durdurmaya çalışıyor. çizgi roman dünyasında da hayli inişli çıkışlı ve fırtınalı bir macerası olan süperkız rolünde helen slater’ı izlediğimiz film, biraz da karşı kutba büyüyü koyan senaryosu sebebiyle pek bir coşkulu karşılanmamış (özellikle gişe de) ve richard donner sonrası süpermen’e yokuş aşağı yolculuğunda eşlik etmişti.

    howard the duck (1986)
    açıkçası, herkesin favori puro tiryakisi ördeğini sinemaya uyarlama işi daha en başından çok riskli bir karardı. ördek howard, gerçeküstü boyutlara varan abartısıyla ancak iki boyut üzerinde işleyebilecek, esprisini ve cazibesini çizgi tarihinden ve kültüründen alan bir tipti; üç boyuta taşınması, ona cazibesini veren temel unsurlardan koparılması anlamına geliyordu. nitekim sonuç pek cazip olmadı. hatta kendini dünyada bulan kocaman ve diline çabuk ördeğin bir taraftan geri dönüş yolunu aradığı, bir taraftan da dünyayı tehlikeli bir uzaylıdan korumaya çalıştığı bu george lucas yapımı öyle büyük bir fiyasko oldu ki, fiyasko tarihi içinde özel bir yeri bulunduğu söylenebilir. öte yandan, 80’ler sinemasına hakim olma hevesindekiler , kostümlü bir insan tarafında canlandırılan ördek howard’ın yatakta muzip bir lea thompson tarafında sıkıştırıldığı sahneyi kaçırmak istemeyecektir.

    superman serisi (1978 – 1987)
    bazıları için çizgi roman uyarlamalarında yeni dönemin başlangıcı, richard donner’in superman’idir. büyük bütçe, ünlü oyuncular ve dönemi için iyi sayılabilecek - en azından inandırıcılık işinin tamamını seyircisine bırakmayacak – görsel efektler… genellikle tim burton’ın batman filmlerinde ve sonrasında görmeye alıştığımız özelliklerin çoğunu taşıyor bu superman uyarlaması. tavır hariç. richard donner’ın süpermen filmi daha ziyade, süper kahramanların arşınladığı dünyanın aydınlık, iyi niyetli ve bol taytlı alem olarak resmedildiği döneme ait. başlıkta adlandırdığımız gibi, masumiyet çağı’na. süpermen filmleri birer birer çekilip gösterime girerken popüler çizgi roman dünyasında önemli gelişmeler oluyor, özellikle dc serilerinde süper kahraman olgusu farklı ve yepyeni bir yöne doğru gidiyordu. frank miller’ın dark knight returns adlı batman çizgi romanı ile taçlandırdığı, karanlık ve gerçekçi adlandırılan bu yönelim, tim burton tarafından çok da geciktirilmeden sinemaya taşındı. christopher reeve’in heybetli suretinde ete kana bürünen süpermen, bu yeni yönelimin hemen öncesinde, eski, dönemin doruğunu oluşturuyor. kripton gezegenin yok oluşunu, bu gezegenin son evladının dünya gezegenine yolculuğunu, çocuksuz kent çifti tarafından bulunup büyütülmesini ve insanların süpermen dediği insanüstü güçlere sahip kurtarıcı (ve tabii ki clark kent adında yumuşak huylu ve sakar bir gazeteci) haline gelmesini anlatıyor. sağlam bir köken öyküsü. filmi nostaljik bir şekilde güçlü kılan en önemli özelliği, bir taraftan altın çağ çizgi romanının tamamen o döneme ait olan bazı motiflerini kullanırken, bir taraftan da tamamen sinemasal bir estetik kurması ve yüzlere,karakterlere, anlara önem vermesiydi. 90’larda sıkça gördüğümüz aksiyon ve özel efekt bombardımanına kıyasla, gerek estetik gerekse anlatımsal açıdan gayet klasik bir filmdi superman. öyle ki donner’ın filmini izlemiş olan çoğu kişi için kripton’dan gelen süper kahramanın katıksız iyiliği ve yalın adalet anlayışı bu klasik üslupla bütünleşmiş durumda.

    karanlık çağ uyarlamaları

    batman (1989)
    tim burton’ın filmi, 80’li yıllarda amerikan çizgi romanında yaşanan büyük değişimin sinemadaki ilk temsilcisiydi. belki frank miller’ın devrimci batman çizgi romanı the dark knight returns’deki hikayeyi anlatmıyordu ama gerek malzemesine yaklaşımı, gerekse atmosferi açısından ona yakın duruyordu. hatta bu yakınlığın altını çizmek istercesine, çizgi romanda bolca kullanılan tv yayını kareleri gibi bazı anlatım araçlarını bile ödünç alıyordu. alışıldık süper kahraman filmlerine kıyasla sert, karanlık, hatta yer yer ürpertici bir filmdi batman. ama gerçekliğe hizmet eden dümdüz bir sertlik ve karanlı değildi bu. daha çok joker’ın gevrek kahkahası gibi kıvamlı bir abartıyla yoğrulmuş, gerçeküstüyle flört eden bir karanlıktı; zihnimizin çizgi romanlarla bizim bilmediğimiz bir düzeyde etkileşen karanlık ve puslu bölümlerinde yankılanan kara bir masal gibiydi. bu masalın diyarı ise, burton’ın gotik görselliğinin ortaya çıkardığı muhteşem bir çizgi roman şehriydi. batman’in yaşadığı gotham city kasvetli, çekici, puslu, tuhaf, büyüleyici bir yerdi; bir tür dönemler harmanı, sanki çizgi romanların altın çağından ileri doğru yansıtılmış bir metropol simgesiydi. gülümsemelerin tedirgin edici, yardım tekliflerinin hileli, kahramanların ise somurtkan ve saplantılı olduğu bir çizgi roman dünyasıydı bu. filmin buram buram çizgi roman koktuğu söylenebilirdi ama, burton’ın çizgi roman uyarlaması dendiğinde doğan o ucuz ve komik havayı bertaraf etmeye önem verdiği de belliydi: özel efektleri görkemliydi, batman’in oyuncakları ise –başta arabası olma üzere- gayet inandırıcı görünüyordu. dahası,artık doğrudan camp estetiği çağrıştırır hale gelmiş olan geleneksel taytın yerine kauçuk zırhtan oluşan bir batman kostümüne geçerek, bu konuda sinemada yeni bir eğilime öncülük etti. taytların gururu süpermen, süper kahraman filminin geniş bir izleyici kitlesine ulaşabileceğini göstermişti; batman ise bu türün atmosferine ve perdede nasıl göründüğüne dair önyargıyı değiştirdi.

    the punisher (1989)
    dick tracy (1990)
    captain america (1991)
    lucky luke (1991)

    the rocketeer (1991)
    amerikan çizgi romanının eski masum zamanlarını yad eden, dolayısıyla da ancak yeni ve karanlık çağın sinemadaki temsilcisi batman’in ardından bağlamına oturabilecek bir filmdi the rocketeer. joe johnston’ın yönettiği bu nostaljik sorti, sadece roket teknolojisi, gansterler ve naziler gibi 30’lu ve 40’lı yılların popüler konularını malzeme olarak kullanmakta kalmıyor, ancak o dönemde örneği görülebilecek ölçüde naif ve siyah/beyaz bir öykü anlatıyordu. hafif bir karikatürize etme meyli dışında yeni teknolojiyle eski süper kahraman filmi olmanın kıyılarında gezinen the rocketeer, 90’ların eski ucuz roman ve seri film şablonlarına yöneliminin habercilerinden biriydi.

    batman returns (1992)
    batman returns’de daha karanlık, daha yoz, daha soğuk, bir gotham (bu filmde neredeyse baştan sona kar yağıyor); daha çok oyuncak; daha çok kötü adam (max shreck ve penguen) vardı… ve michelle pfeiffer’ın suretinde pop kültür hafızamıza kazınmış, dar deri kostümü içinde kedi kadın. tim burton’ın ikinci ve son batman filmi, ilkinin ardından çok da yenilikçi görünmüyordu belki… ama kedi kadın ile batman arasındaki çekişme /baştan çıkarma ilişkisinden en oyunbaz çizgi romanları aratmayacak kadar çok kelime oyununa, burton gotiğinin doruğunu oluşturan görüntülerden hastalıklı bir mizah anlayışına varıncaya dek, yönetmenin ilk filmde yapmaya çalıştığı şeyin pür haliydi. bunun sonucunda batman returns muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi çizgi roman uyarlamalarından biri.

    the shadow (1994)
    the mask (1994)
    the fantastic four (1994)

    the crow(1994)
    brandon lee sette trajik bir kaza sonucu ölünce, the crow başka açılardan ele alınıp konuşulamamıştı. büyük bir talihsizlik. çünkü james o’barr’ın siyah/beyaz eserinden uyarlanan bu karanlık rock baladı, muhtemelen çzigi romanın sinemadaki en etkileyici temsilcilerinde biri. yönetmen alez proyas’ın daha sonra dark city’de mantıki sonucuna götüreceği kapkaranlık, yarı gerçek/ yarı rüya kent atmosferiyle; mezardan dönmüş kahramanın kıyafeti ve makyajıyla; bu role gerçekten çok yakışan başrol oyuncusuyla the crow, eski bir kahramanın modern makyaj yapılmış halinin değil, her şeyiyle 90’lara ait olan yeni bir çizgi romanın sinemadaki yansımasıydı. rockçı, kızgın, anti-kahraman, elini kirletmekten çekinmeyen bu intikam meleği, amerikan çizgi romanında eski kahramanların, eski değerlerin, eski estetik anlayışın her anlamda zıt kutbunu teşkil ediyordu. spagetti western, korku öyküsü ve rock müziğinin çizgi romansı bir görsellikle harmanlandığı bu film, ortaya tam anlamıyla yepyeni bir şey çıkarıyordu.

    tank girl (1995)
    tank girl’ün, babanızın çizgi romanı olmadığı kesindi.çölleşmiş bir geleceğin sakini olan bu özgürlüğüne düşkün, fırlama, ağır silahlı kız, ne bütün işlevi bir erkek tarafından kurtarılmak olan pasif tiplere, ne manga-vari savaşçı piliçlere, ne de ortalıkta annelik ve aile değerlerinin kostümlü koruyucusu gibi dolanan muhafazakar süper-kadınlara benziyordu. kült ingiliz çizgi karakteri üzerine kurulu, rachel talalay’ın yönettiği ve başrolde lori petty’nin oynadığı bu hayli farklı post-apokaliptik bilimkurgunun ise çok iş yaptığı yada sinema seyircileri arasında nam saldığı söylenemez… ama çizgi roman kültürünün içinde kendine sağlam bir yer edindiği kesin. ortalıkta bana bebek deme diyerek dolaşsa da tamamen erkek beğenisine hitap etmek üzere tasarlanmış olan pamela andersson ‘ın barb wire’ının karanlık yüzü gibiydi tank girl; yaptıklarını sırf kendi canı istediği için yapıyormuş gibi görünen, erkek izleyiciyi memnun etme mezaliminden azad edilmiş bir kadın kahraman.kısa sürse de, eğlenceli bir partiydi.

    spawn (1995)
    todd mcfarlane’ın kurucularından olduğu image comics’ten çıkan spawn, amerikan çizgi roman dünyasında 80’lerde yaşanan devrimin ana akımındaki en önemli yansımalarından biriydi. ve yenilikçi eğilimlerin ana akımdaki çoğu yansımasında görüldü üzre, devrimin en çok konuşulan özelliklerinin altını kalın çiziyordu. mark a.z. dippe’nin yönettiği film uyarlaması ise, üç boyutluluk arasında sıkışıp kalmış bir film. çizgi romanın karanlıksa tam karanlık, anti-kahramansa tam anti-kahraman düsturuna sadık kalıyor; ama kaynak malzemesine okuyucuyu esir eden bir tür somutluk hissi veren bu tercih, filmde öyküyü ve genel olarak karakterleri soluklaştırarak ortaya bir tür karikatür çıkarıyordu. bununla birlikte, özellikle bol bol şiddet ve karanlıkla örülü öyküsüyle, popüler çizgi romanlarda gidişatın epey değiştiği, yeni neslin farklı süper kahramanlara takıldığı mesajın gayet net bir şekilde veriyordu.

    batman forever (1995)
    judge dredd (1995)
    barb wire (1996)
    steel (1997)

    batman and robin (1997)
    joel schumacher’in yönettiği devam filmleri, neredeyse imkansızı başararak burton’ın seriye getirdiği havayı ve prestiji yer ile yeksan etti. önce batman forever sonra da batman and robin, büyük bütçelerine ve ünlü sinemalarla dolu olmasına rağmen, bir takım son derece kötü tasarım tercihleri (neonlu batmobil ve meme uçlu batman kostümü) ve malzemesine biraz hepi topu çizgi roman işte dermiş gibi yaklaşımı sebebiyle, unutulmak istenen çizgi roman uyarlamalarının doruğuna yerleşti.

    men in black (1997)
    çok az seyirci men in black’i bir çizgi roman uyarlaması olduğunu bilerek izlemiştir., çünkü 90’ların başında malibu comics’den çıkan ve lowell cunningham’ın yazdığı men in black, pek duyulmamış, küçük bir seriydi., malibu’yu satın almış olan marvel, insanlar dünyanın normal bir yer olduğuna inanmaya devam etsin diye uğraşan iki siyah takım elbiseli adamı yattıkları yerden kaldırıp raflara sürdü. barry sonnenfeld’in filmi amerikan ufo kültürünü amansızca şirin-ize ederek ortaya alışılmadık bir komedi çıkarıyor; uzaylıların var olduğu, abd ile arlarında anlaşma bulunduğu, devletin gerçeği insanlardan sakladığı şeklinde komplo teorisini tüm katmanlarıyla gerçek kabul ediyor ve bu sayede çaba bile göstermeden bütün bir kültürü campleştiriyordu. ajanların kalabalıkta feci şekilde göze batan siyak takım elbiseleri ve güneş gözlüklerinden, kullandıkları garip aygıt ve silahlara, uluorta dönüşüm geçirebilen her cinsten ebattan uzaylıya varıncaya dek, adeta ufo kültürü panayırıydı men in black.

    blade (1998)
    blade’in sinemada çizgi roman uyarlamaları konusunda yeni bir adım olduğu, daha en başında apaçık anlaşılıyordu. klasik korku çizgi romanı serisi tomb of dracula’dan da hatırlanabilecek olan vampir avcısı siyah derili anti-kahramanı da, devasa bir sır gibi dünyayı sarmış vampir toplumu da, bu toplum içindeki anadan doğma /sonradan olma ayrımcılığı meselesi de ilgi çekiciydi… ama balde’i asıl farklı kılan, korku yada aksiyon sinemasının kalıplaşmış yöntemlerini bire bir uygulamak yerine, kah video kliplerinin gramerinden yararlanıp, kah kağıt üzerindeki sabit karelerin haşmetini karşılayacak pozların peşinde koşup, beyazperde üzerinde bir tür çizgi roman hissi yakalamasıydı. japon anime’sinden hayli etkilenmiş görünen bir anlatımı tutturan ve oyuncularının gerçekliğini, anlatımın kendisinden gelen, bile isteye yaratılmış bir yapaylık hissiyle çevreleyen blade, çizgi romanların beyazperdede temsilinde yeni bir ve muhtemelen bundan sonra birçok örneğini görebileceğimiz bir yönelimin habercisiydi.

    asterix et obelix contre cesar (1999)
    içine inanılmaz bir güç veren tazıhızıdevegücü iksiri sayesinde romalıları inim inim inleten inatçı galya köyü ahalisinin maceraları, avrupa çizgi romanının lokomotiflerinden biri. bu yüzden türkiye’de de pek çok kişinin çocukluğuna eşlik emiş asteriks,hopdediks ve tabii ki köpekleri idefix’in büyük bir prodüksiyonla sinemaya konuk olması kaçınılmazdı. ünlü isimlere ve genelinde etkileyici yapım tasarımına sahip olan bu fransız filmi, asteriks tarihinin bir çok unutulmaz anını beyazperdede görmemizi sağlıyordu. farklı öykülerden derlenmiş olmanın getirdiği bir dağınıklık dikkati çekse de, hayranları için bir tür asteriks best of’u izlemenin cazibesi filmin avrupa gişesine yansımıştı. ikinci film asterix & obelix:mission cleopatre (2002) ilkinden de büyük bütçeliydi ve tıpkı ilki gibi avrupa’da büyük ilgi gördü. kahramanlarımızın sezar’la bir iddiaya giren klopatra’nın yardımına koştuğu bu filmi yazıp yöneten alain chabat’ın çıkardığı işin ilk film çeken claude zidi’ninkinden daha derli toplu olduğu da yaygın bir kanıydı.

    x-men (2000) / x-2 (2003)
    bu çok popüler süper kahraman grubunun sinema uyarlaması, usual suspects ile çok karakter üzerine kurulu öyküleri yönetebileceğini göstermiş olan bryan singer’ın elinde, zor günler yaşayan çizgi roman yayınevi marvel’ı tabiri caizse ipten alan projelerden biri oldu. singer toplum tarafından şüpheyle karşılanan süper güçlere sahip bu mutant grubunu sinemaya altı çizilmiş bir çizgi romansılık ile değil, klasik bir anlatımla aktarmıştı. rengarenk taytlar gidiyor, gerçekdışı görünen köşeler ve sivrilikler yontuluyor ve ortaya üç boyutlu, sinema için yapılmış gibi duran bir x-men çıkıyordu. singer’ın sadece görsel tasarıma ve aksiyona takılıp kalmamasının, çizgi romanları bu kadar popüler kılmış olan karakterlere yatırım yapmasının da filme epey hayrı dokunuyordu. özellikle magneto ile xavier arasındaki ilişkiyi perdeye güçlü bir şekilde yansıtan singer’ın x-meni, çizgi, romanın geleneklerinden sinemamın geleneklerine tercüme edilmiş bir süper kahraman filminin gayet iyi işleyebileceğini gösterdi.

    singer ikinci film olan x-2’da ilk filmin yaklaşımından önemli bir taviz vermese de, açılışı yapmış ve karakteri tanıtmış olmanın gönül rahatlığıyla daha çok aksiyona yer açabilmişti. önemli bir yeni karakteri sunan ve ilk filmde şöyle bir değinilmiş bazı karakterlerin üzerinde biraz daha duran ikinci film de ilki gibi başarılı bulundu.; hatta wolverine’i iş başında görmeye aç çizgi roman severleri doyurmak konusunda, ilkinden de başarılı olduğu söylenebilir.

    from hell (2001)
    salonlarda gösterime girip para kazanması planlanan filmlerin belli bir kabul edilebilir süresi, anlatabileceği belli uzunlukta bir öyküsü vardır. ve maalesef bu uzunluk, usta çizgi roman yazarı alan moore’un araştırmasına senelerini verdiği müthiş siyah/beyaz karındeşen jack destanıyla uyumlu değil. moore’un eski bir inşacılar tarikatından londra’nın mimari dehlizlerine, kraliçe victori’nın bile bağlantılı olduğu güçlü bir masonluktan dönemin pagan akımına varıncaya kadar pek çok ilgi çekici komplo teorisi yemiyle besleyip semirttiği söz konusu çizgi roman, sadece içerdiği yüklü bilgiyle değil, hareketsizliği ve sessizliği başarıyla kullanan ağırkanlı anlatımıyla da hayli etkileyici bir korku klasiği ve sersemletici bir delilik öyküsüydü. örneğin karındeşen jack’in son cinayetine ayrılan yer, inanılmaz vahşilikte eylemin betimlemesindeki telaşsızlık ve ayrıntıcılık, dahası bu telaşsızlığın ve ayrıntıcılığın eylemin falinin ruhuna açılan bir pencere olarak kullanımındaki başarısı, popüler sinemada eşine rastlayamayacağımız bir şeydi. albert ve allen hughes kardeşlerin from hell’i ise uzun ve dolambaçlı karındeşen jack öyküsünün çekirdeğini ve seri cinayetlerin ardında kimlerin olduğu tezini ana hatlarıyla vermekle birlikte, bu çizgi roman baş yapıtını beyazperdeye hakkaniyetiyle taşıyan bir filmden çok, insan ruhunun karanlığa düzlenmiş tekinsiz bir yolculuktan çok, görselliğiyle akılda kalan bir tür viktoryen polisiyeydi.

    spider man (2001) / spider man 2 (2004)
    örümcek adam filmi için kamera arkasına sam raimi’nin getirileceği söylendiğinde, sinemacının çizgi romanlara ilgisini ve kariyerinin başlarında –evil dead üçlemesinde ve darkman’de – yakaladığı çizgi romansı estetiği hatırlayanlar epey umutlandı. genele bakıldığında, raimi de bu umutları boşa çıkarmadı. yıllar boyunca örümcek adam’ın ilgi çekici kalmasını sağlayan ana sebeb, yani onun sivil kimliği peter parker’a odaklanmayı bilmesi, düşünce balonu faaliyeti açısından epey aktif olan bu süper kahramanı dinmek bilmez bir aksiyon silsilesinin içinde boğmaması, filme çizgi romanlardakini andıran bir tat veriyordu. ikinci filmdeki görüntülere kıyasla biraz fazlaca bilgisayar ürünü dursa da örümcek adamın manhattan semalarında ağ gezisini nihayet sinema perdesinde izleyebilmek bile duvar sürüngenin bir çok hayranını mutlu etmeye yeterdi. zaten; yeşil cin’in kostümünün bile limon sıkamadığı bir keyifti bu. örümcek adam’ın başarısı, son yıllardaki süper kahraman uyarlamaları artışında önemli bir yere sahip oldu.

    raimi ikinci filmde, hayat atılan genç peter parker’ın iç dünyası ve karakterler arası ilişkilerin üzerinde daha da ayrıntılı bir şekilde durdu. aksiyonu bir süper kahraman filmi için garipsenebilecek kadar aza indirmek uğruna, herkesin hafızasına kazınacak olan peter parker filmini yapmaya soyunmuş ve bu konuda ilkinden de başarılı olmuştu. üstelik kahramanının gökdelenlerin arasında ağla yaptığı gezintiler bu defa daha da gerçekçi görünüyordu. örümcek adam serisine ve genel olarak çizgi romanlara bir çok göndermeyle bezeli, görkemli özel efektlerle donanmış ve karakterlere tam da gereken dozda gerçekçilik katan oyuncular sahip spiderman 2, kaynak malzemesine tüm kalbiyle inanan bir sinemacının, sinemaya aktarılacak diye tanınmayacak hale getirilmiş olmayan bir süper kahramanın öyküsüyle de etkileyici sonuç alabileceğini gösterdi.

    ghost world (2001)
    blade 2 (2002)
    men in black 2 (2002)
    road to perdition (2002)
    corto maltese* (2002)
    daredevil (2003)
    league of extraordinary gentlemen (2003)

    hulk (2003)
    gamma ışınlarına maruz kalmasına yol açan bir kaza sonucu mister hyde misali (ama çok daha kuvvetli ve çok daha aptal) bir ikinci kimliğe sahip olan bruce banner’ın öyküsü, lee’nin elinde babaların kusurlarının çocukların hayatını paramparça ettiği bir yunan tragedyasına dönüşüyordu. hulk çizgi romanlarının çoğu hayranı, yunan tragedyası anlatmak istiyorsa ang lee’nin süper kahraman kullanmaya ihtiyacı olmadığını, bambaşka bir film çekebileceğini, bu şekliyle karakteri çevreleyegelmiş temalardan kopartarak dayanaksız bir hulk uyarlaması çıkardığını düşünüyordu. öteki kutuptaysa, süper kahraman öykülerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşabilecek, kendi sinemasını yapan yetkin bir sinemacının çizgi roman uyarlamalarına olumlu katkılarda bulunacağı düşüncesi vardı. lee’nin hulk’ı hakikaten de farklı bir çizgi roman uyarlamasıydı. biraz fazlaca yapay duran bilgisayar ürünü görüntülere, buna karşın az aksiyona ve karakterler arası bol bol etkileşime ye veriyordu. bruce banner ile saplantılı ve tehlikeli babası arasında çekişme, tüm süper kahraman filmleri arasındaki en unutulmaz ilişkilerden biriydi. ang lee’nin çizgi romanlardan tanıdığımız bazı görsel teknikleri beyazperdeye anlamlı ve işlevsel bir şekilde taşıyabilmiş olmasıysa filmin en büyük görsel cazibesini oluşturuyordu.

    american splendor (2003)
    harvey pekar’ın yazdığı ve aralarında yer altı çizgi romancılığın ünlü ismi robert crumb’ın da bulunduğu çizerlerin resmettiği, hayatın görkemden nasibini almamış yanlarını anlatan otobiyografik american splendor öyküleri, geleneksel olarak mitolojik boyutlar, devasa savaşlar ve insanüstü varlıklarla ilgilenen çizgi romancılığa benzeri görülmemiş bir samimiyet ve hakikilik hissi getirmişti. 70’lerde. bugün gerçekçi, sıradanlıkla ilgilenmekten çekinmeyen çizgi romanların da yapılabiliyor olmasını, önemli ölçüde pekar’a borçluyuz. shari berman ve robert pulcini’nin yönettiği bu film, pekar’ın kendi mecrasıyla gevşek ilişkisini filme uyarlamak için birçok farklı gerçeklik düzeyi kullanıyor: hem öyküsü anlatılan kişilerin kendilerini görüyoruz, hem onlar üzerine kurgulanmış çizgi karakterleri oynayan oyuncuları. işin iyi yanı, bu yöntem yapay durmuyor; gerçeküstünün hakim olduğu bir mecrada ısrarla hakiki öyküler anlatan pekar’ın sinema yolculuğuna hem bir gerçeklik, hem de tuhaf bir şekilde çekici bir düşsellik hissi veriyor.

    avp* (2004)
    the punisher (2004)
    catwoman (2004)
    blade trinity (2004)
    blueberry (2004)
    les dalton (2004)

    hellboy (2004)
    mike mignola’nın güdük boynuzlu, kuyruklu, toynaklı ve kırmızı renkli paranormal vakalar dedektifi, çizgi romanlara olan tutkusuyla nam salmış guillermo del toro’nun filmiyle sinemaya transfer oldu. ikinci dünya savaşı sırasında nazilerin okült girişimlerinin bir sonucu olarak kendini dünyada bulmuş olan küçük cehennem zebanisi, iyilerin tarafında büyüyüp, varlığı toplumdan saklanan bir tür özel timin – doğaüstü olaylarla ilgilenen bir ekibin- başında görev yapmaya başlıyor. film, beyazperdede mignola’nın çizgi romanlarındakine denk düşen bir görsel tazeliğe sahip olmasına rağmen, son yılların en etkileyici süper kahraman öykülerinden. bunda da en büyük pay, del toro’nun da örümcek adam filmlerinin yönetmeni sam raimi gibi, kağıdın sabit dünyasında doğup büyümüş karakterini hareketli görüntüye ve sese doğru tercüme etme konusuna çok önem vermesi geliyor. çünkü bütün o masraflı özel efektler, bütün o yaratıklar, bütün o aksiyon sahneleri bir yana, hellboy’u akılda kalıcı hale getiren baş unsur, ron perlman’ın hellboy portresi.

    immortel (ad vitam) (2004)
    çizgi romancı enki bilal, kendi nikopol üçlemesinden uyarladığı filmde öyküyü paris’ten new york’a taşımış. ama dünya, aşağı yukarı aynı dünya; çizgi romanlarda büyüleyici bir şekilde resmedilen distopik gelecek, beyazperdeye de soluk kesici görüntülerle aktarılmış. tamamen bilgisayar ürünü olan şehir görüntüleri, 5th element’i biraz andırmanla birlikte, o filmle kıyasla hayli kirli, içinde yaşanmış görünen, hafiften steampunklaştırılmış bir geleceği sunuyor. jill adındaki mavi saçıl kızın, şehrin üzerinde asılı duran piramitten çıkıp şehre doğru süzülen kadim mısır tanrısı horus’un ve yıllar önce mahkum edildiği kriyojenik uykudan uyandırılan direnişçi nikopol’un hikayesi, çizgi romanları okumayanlar için biraz kafa karıştırıcı olabilse de, ilgi çekici. filmin en tuhaf yanıysa, bilal’in bazıları rahatsız edebilecek derecede yapay görünümlü i arka planlara kıyasla hayli eski görünen bilgisayar ürünü karakterler kullanma doğrultusundaki tercihi. farklı farklı derecelerde ayrıntılandırılmış bu dijital tipler, kimi seyircinin filmden kopmasına sebep olabilecek kadar dikkat çekici. öte yandan onları perdedeki estetik bütünün gettosu olarak kabul edip kopmadan izlemeye devam edenler için, bilal’in filminde unutulması zor resimler var.

    (dergi alıntısı buraya kadar aşağıdaki yorum yazara aittir.ona göre)

    batman begins (2005)
    warner’ın ilk batman filminden kazandığı sinema hasılatı yanında devasa eşantiyon geliri hiç bir filme (star wars hariç) nasip olmamıştı. firma, altın yumurtlayan tavuk bulmuştu.ama altın yumurtlayan tavuk bir değil iki kere kesilmişti. yıllar sonra joel schumacher’in de kötü olduğunu itiraf ettiği iki muhteşem! batman filmlerinden sonra warner batman adını ağzına almak istemiyordu. ne varki değişik tarzları olan bir kaç yönetmen warner stüdyosunun yolunu aşındırıp duruyordu yeni bir batman filmi için. 1997 yılı faciasının üzerinden 5-6 yıl geçmişti ki warner tekrar şansını denemeye karar verdi ve batman filmi çekeceğini duyurdu.zira o yıllarda marvel piyasayı kapmaya başlamış,meyveleri topluyordu. o sıralar warner’a imsomnia filmini çekip bitirmiş olan christopher nolan yeni batman filmi için warner’ın kapısını güvenle çalar.gerçekçi bir dünyada yepyeni bir batman karakteri üzerinde duran nolan yanına çizgi romanlar konusunda uzman david s. goyer’i de yanına alarak senaryoyu yazıp,filmi çeker.bruce’un batman olma yolundaki ilk adımlarını anlatmasıyla önceki batman‘lerden konusu ile ayrılan film asıl farkını tamamen dekorlara dayanmış öncekilere inat gerçek dünyada geçmesi ve abartısız anlatımı idi. film vizyona çıkışı ile birlikte tartışmalar başlar batman hayranları arasında.bir taraf filmi en iyi batman filmi olarak görürken diğer taraf burton’un filminde ısrar ediyordu. burton’un batman’i çizgi roman uyarlamalarında bir çığır açmıştı ne varki film sinemaya uyarlanırken çizgi romanın kendisine has çizgileri yerli yerinde duruyordu bu yönüyle batman begins, gerçekçi duruşu ile 89 batman’i ekarte ederek en iyi batman filmi olmuştu hatta kimilerine göre en iyi çizgi roman uyarlaması.

    sin city (2005)
    constantine (2005)
    fantastic four (2005)
    a history of violence (2005)
    elektra (2005)
    iznogoud (2005)
    man-thing (2005)
    v for vendetta (2005)
    x men* (2006)
    superman returns (2006)

    not:listeyi daha da uzatmak mümkün. daha bahsedilmeyen bizden karaoğlanlar,tarkanlar efendime söyleyeyim, japonyadan lone wolf and cub gibi filmler var nerden baksan daha bir çok ülke de böyle denemeler olduğu varsayılırsa liste ikiye katlanır.onları da dahil etmek için imdb’yi buraya taşımak lazım.uğraşmak lazım.sonra çizgi romanların çizgi film formatından uyarlamalarıda liste dışıdır.aslında listede baz alınan kriter, filmin bütün dünyada gösterilmiş olmasıdır diyelim paçayı kurtaralım.artı çizgi roman eşittir süper kahraman, sinema eşittir amerika denklemiyle….
  • 2008'de gösterime girecek olan the dark knight'la biraz farklı yerlere doğru gitmeye başlayabilir.. bir diğer hadiseyi farklı yerlere taşıyabilecek önemli konuysa marvel'ın kendi prodüksiyon şirketini kurup artık bazı karakterlerini bu şirket üzerinden kendi çekecek olması.. bunu çok çok iyi bir karar olarak görüyorum ben.. spider-man, x-men gibi en baba karakterleri bu şirkete geri toplamak pek mümkün değil artık ama en azından geri kalan önemli karakterler için bu yol çok doğru.. eğer yanılmıyorsam 2008'de gösterime girecek olan the incredible hulk marvel'ın kendi şirketiyle piyasaya çıkardığı ilk film olacak.. bu, diğer stüdyolara para yönünden bağlı kalınmadığı için hikaye yönünden çok daha az zarar görmüş uyarlamalar demek olacak ki şiddetle merak ederek bekliyorum ben de.. captain america, the hulk, daredevil, iron man gibi önemli marvel karakterleri bu stüdyoya toplanabilirse ileride güzel team up hikayelerini de görebiliriz beyazperdede.. çok da şık olur hani..
  • aslına sadık kalınmadığı düşünülen filmler için bir yazı:

    http://www.cracked.com/…hful-comic-book-movies.html
  • çizgi roman konusunda çok tutucu bir kimse olarak vertigo ve darkhorse serileri dışındaki mainstream superhero çizgi romanlarını adamdan saymadığım için (constantine bu lafım sana değil bebişim) epey daralan bir listedir. genel olarak çizgi romandan film uyarlamasına karşı bir insanım, tenten başta olmak üzere franco-belgian çizgi romanlarına karşı ayrı hassasiyetlerim var ammaaaaa bu yeni gelen tenten uyarlamasını çok başarılı buldum. bir kere kesintiler ve değişiklikler hiç rahatsız etmiyor aksine farklı bir hikaye izleniyormuş gibi bir tad alınıyor. aynı durum çizgi filmlerinde yoktu ve sinir krizine giriyordu insan. bu sefer olmuş, şukunu verdim spielberg.
  • şu siteye göre en iyi çizgi roman filmleri şöyle sıralanmış:

    http://comics.ign.com/articles/673/673860p3.html

    eklenti:burda da son güncel liste var.

    http://www.mrqe.com/…as-best-comic-book-adaptations
  • (bkz: sin city)
hesabın var mı? giriş yap