• müthiş keyif verici bir şey olmak ile devasa bir külfet olmak arasında ara fazı olmayan bir şey sohbet. zar atmak gibi. hanene bu iki sağlam ekstrem duygudan biri düşecek biliyorsun. hayal kırıklığını peşin ödüyor, artan umudu 12 ay vadeliye yatırıp unutuyorsun o yüzden. sohbet olmayıp sohbet gibi görünen konuşmaları, reklam kuşaklarını, yarışmaları, sabırsız sıra beklemeleri podyumda yürümeleri falan kilo kaybetmeden sürdürebilen insanlar sahip oldukları zenginliğin farkında bile değildir eminim.

    sohbet dediğin yapısı gereği kendi ataletiyle otonom olarak dönmesi gereken bir şey. yani bu bir -meli -malı, olsa iyi olur gerekliliği değil, herifin tanımı bu. bi perpetual motion machine sohbet dediğin. bunun dışında kalan konuşmalara ayrı bir tabir bulunması gerek. konuşma değil, monolog değil, diyalog değil. onlar konvansiyonel merdiven. bu sohbet gibi görünüp ismi sohbet olmaması gereken şeyse “yürümeyen yürüyen merdiven”. hin bi şaka gibi. sağ gösterip sol vurmak gibi, nebliim iki saat kılıç şovu yapan arabı indiana jones’un bam diye silahı çekip vurması, prekazi’nin monaco'ya golü gibi...

    bazen bazı insanlarla halihazırda konuşmaktayken “hadi sohbet edelim” diyorum. komiklik falan yaptığımı düşünüyorlar, gülüyorlar, ediyoruz ya işte diyorlar... yok etmiyoruz. anlatamıyorum.

    çocukken astronot olmak isterdim. büyürken astronot olmak istedim. büyüdüm hala istiyorum. daha doğrusu astronotluk da umurumda değil ya, uzayda bi tek başıma kalmak istiyorum. bir kez yapsam da yeter. neyse... 3 yıl öncesi falan. oğlum henüz 5-6 yaşlarında. büyünce ne olmak istersin sen çocukken ne olmak istemiştin vs konuşması yapmıştık. astronot olmak istediğimi söylemiştim. şimdiden sonra ol? olamam artık, geç kaldım demiştim. zibidi buna içlenmiş, üzülmüş deli gibi. haftalar sonraydı, bi şeyler almıştık büyük kolileri boşa çıkmıştı. kedi gibi bu kutular benim olsun diye pıtır pıtır odasına zulalamıştı. ertesi gün işten eve gelince salonun ortasında devasa bir karton yapı. uzay mekiği yapmış bana. kocaman, içine girip oturuyorsun. kollar düğmeler, göstergeler... hepsi kağıt karton. astronot olamadım uzaya çıkamadım diye üzülmüş. beni uzaya götürecekmiş. götürdü de. onun duygusallığına içlenip inceliğine duygulanıp emeğine kıyamayıp bir yetişkin olarak yetişkin aklımla oturmuştum mekiğin içine. biraz oynayınca kalkıp yemek yapacaktım. başlarken o bir oyundu yani. ama sonra oynarken nolduysa artık, nasıl moda girdiysem, çat pat hatırlıyorum detayları yok, aya gittik mesela, zıpladık uça uça. marsa indik, curiosity vardı geziyordu. komik olanı söyleyeyim, şu an hakikaten uzaya çıkmış, aya marsa gitmişim gibi hissim var. beynim ikiye ayrılmış gibi çok tatlı bi kafa karışıklığı. bir yarı salonu, karton panelleri net şekilde biliyor, koltuktaki yastıkları ay kayası diye incelememizi hatırlıyor. öbür yarı ise aynı perspektifte elimdeki koca taşı, ayaklarımın dibinde havalanan ince kumu hatırlıyor. beynimin hafıza kısmında ay ve marsa, orada hissettiklerime, mekik kalkarken arkaya yapışmama kadar, tüm bunların verdiği heyecana dair o kadar gerçek bir anı var ki... kafamın arkası acıdı yahu kalkışta ivmelenmeden. gerçek anı yani bu. bir taraftan bunun salonda bi karton koli içinde yerde otururken olduğunu da biliyorum. çok acayip bi esriklik... çocuk oyunu diye başladığım, yetişkin aklımla mışçılık diyerek başladığım şey gerçek bir deneyim oldu bana.

    işte sohbet böyle bir şey. sohbet ederken üstten bi kamerayla kendini çekmiyorsun. sohbet ettiğin insanı çekmiyorsun. sadece konuştuğun konu var. onu yaşıyorsun, beraber... ponçik ponçik akıyor. bitince ne yaşadım ya ben diyorsun. anlatıcıyı görmüyor duymuyorsun, ama işte anlattığı 300 yıl önce ölmüş yazarın yazı masasını silmiş oluyorsun mesela, bahsettiği köydeki ağaca sobelerken kendi elinin acıdığını hatırlıyorsun, korkularını kafa karışıklıklarını anladıklarını anlamadıklarını içinde yaşıyorsun. sen de konuşuyorsun, ama anlatıcı olarak kendini görmüyorsun yine, bi yerlere götürüyorsun sen de onu ama bitince hatırlamıyorsun. 3-5-7-9 saat... bitince o kadar saat nelerden konuştuğunuzu toparlayamıyorsun. uzun seyahatten yeni dönmüş bi gezgin gibi hissediyorsun ama. bir sürü yeni his, bir sürü yeni yer, bir sürü yeni fikir, bir sürü yeni bağlantı oluyor ceplerinde.

    bazen insanlarla halihazırda konuşmaktayken “hadi sohbet edelim” diyorum. komiklik falan yaptığımı düşünüyorlar, gülüyorlar, ediyoruz ya işte diyorlar... yok etmiyoruz. anlatamıyorum.
  • "insanın kendi kendisiyle sohbeti sanat, başkaları ile sohbeti ise eğlenceydi.

    'o yüzden insan kalabalığa, eğlenceye gidiyor, suyun yokuş aşağı akması gibi,' diye bitirdi sözünü dvanov."

    andrey platonov - çevengur
  • "sizin bölüm nedir hocam" diye sordum. "türk dili ve edebiyatı komutanım" diye cevapladı.

    görevlendirme icabı başka bir şehre gittik, asteğmen mühendisler olarak. orada da malum, diğer asker arkadaşlarla biraz "sohbet" etme imkanı bulduk. aynı dönem asker olmuşuz. ben asteğmenim, o kısa dönem. komutanım diyor bana adam şartlar gereği. yemek yiyecektik, birşeyler hazırlamalarını rica ettik. bol "komutanım"lı bir yemek getirdiler. yiyoruz, arkadaşlar ayakta bekliyor. çok rahatsız oldum. "hocam" dedim, "sizin bölüme biraz ilgiliyim, nasıldı osmanlıca felan öğrendiniz mi?". çok yüzeysel bir soru sordum biliyorum. ama onun o kadar yüzeysel bir cevap vermeyeceğini, vermek istemeyeceğini düşündüm. "evet epey okurduk metinleri felan..." diye başladı ki, "oturmaz mısın?" dedim masayı göstererek. oturdu masaya, ben sordum o anlattı. biraz divan edebiyatı sordum, biraz yeni türk edebiyatı, biraz şiir felan derken, uzmanlık alanında biraz konuşmasına vesile oldum. kulağıma dolmuş bir kaç şey hakkında, merak ettiklerimi de sordum.

    azar azar birşeyler anlattı çok şey üzerine. yemek de bitti tabi bu arada, her güzel şey gibi. sonra vakit geldi, kalkarken; "hocam ağzına sağlık, sağol feyizlendirdin bizi sohbetinle" dedim, dedi ki "siz sağolun asıl, 3-4 gün şafak attı biraz önce resmen. uzun zaman olmuştu böyle konuşmayalı".

    sohbet, zamana meydan okuyan bir şeydir heralde. çaresizliğin bittiği nokta. çaredir sohbet. dermandır. paylaşmaktır. paylamaktır akmak bilmeyen yüzsüz zamanı.
  • çok kimse vardır ki, bir arife erişir ama onun o ariften hiç istifadesi olmaz. bu ise iki halden hâlî değildir. ya istidatı yoktur, ya da maksuda müttehid* değildir.

    istidatı olmayan kimse ehl-i sohbetten değildir. ve istidadı olup da maksuda müttehid olmayan hem-muhabbet* olmaz. çünkü hem-sohbet, hem-maksuttur( sohbet aynı tutkuya sahip olanlar arasında gerçekleşir)

    iki ya da ziyade kimse beraber oldukları ve onların maksudu da bir olduğu vakit sohbet ehli olurlar.

    (nesefi)
  • sohbet en keskin târiktir, yoldur.

    eğer bu hayatta bir arife denk gelirseniz, iyi biliniz ki, başınıza bir devlet kuşu konmuş demektir. onun sohbeti sizi ayıktırır, uyandırır ve ruhunuza kaybettiği âlemi hatırlatır. evet, ârif ile sohbet, iksir-i âzamdır. onunla her türden diyalog, sohbet kapsamına girer.

    hasreti denizlerin,
    denizler kadar derin.
    ve o kadar bucaksız.
    ta karşımda yapraksız
    kullanılmış bir takvim.
    üzerinde bir resim;
    azgın, sonsuz bir deniz.
    kaygısız, düşüncesiz,
    çalkanıyor boşlukta
    resimdeyse bir nokta;
    yana yatmış bir gemi,
    kaybettiği alemi
    arıyor deryalarda.

    (nfk)

    ruh, cuş-u huruşa kapılır, şevke gelir. aşk ateşi tutuşur. hasret duygusu alev alev yakmaya başlar. ruh, ışık hızının da ötesinde bir süratle arşa doğru yükselişe geçer. yükselişin alameti göz yaşlarıdır. göz yaşları sel olur.

    yolun sonunda huzur-u ilahi vardır.
  • gecenin bi köründe, ihtiyacınız varsa ve yalnızsanız.. bakkalda bulamayacağınız şey.. bakkal arkadaşınız değilse tabi.
  • konuşmak, muhabbet etmek anlamlarına gelmektedir. genellikle dostlar arasındaki arkadaşça olan konuşmalar da sohbet kapsamında değerlendirilir.
    sohbetin ehemmiyeti o kadar önemlidir ki, bir nevi terapidir, rahatlamadır, insanın üzerinde bulunan stresi atmaya vesile olur.

    cenâb-ı hak buyuruyor:
    bismillahirrahmanirrahim

    “(bu kandil) birtakım evlerdedir ki, allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. orada sabah akşam o’nu (öyle kimseler) tesbih ederler ki; onlar, ne ticaret ne de alış verişin kendilerini allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (nûr, 36-37)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “…bir grup insan, allâh’ın evlerinden bir evde toplanır, allâh’ın kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. allah teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.” (müslim, zikr, 38; ebû dâvûd, vitr, 14/1455; tirmizî, kırâat, 10/2945)

    bir bilgenin ders halkasının müdâvimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terketmişti. haftalar, aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince, bilge kişi kendisini ziyârete karar verdi.

    mevsim kıştı, adam evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu.

    bilge kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan bilgeyi ocağın başına davet etti, kendisi de birşeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi.

    ocağın yanıbaşında oturan bilge, gelen ikramı kabul etti, fakat adama hiçbir şey demedi. sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. bütün dikkatini ocağa vermiş görünüyordu.

    bilge, birkaç dakika sonra maşayı aldı, iyice köz haline gelmiş odunlardan birini ocağın bir kenarına koydu. sonra minderine oturdu. hâlâ bir şey söylemiyordu.

    kenara konmuş olan közün ateşi yavaş yavaş azaldı, sonra da söndü. odada çıt çıkmıyordu. ilk baştaki selamlama hariç, bir kelime bile konuşulmuş değildi.

    bilge, gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. köz, ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı.

    bilge ayrılmak için kapıya yöneldiğinde, ev sahibi “sebeb-i ziyaretinizi anlıyorum” dedi. “ateş dersiniz için de teşekkür ederim. bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım.” (dr. adem ergül, medeniyet öncülerimizden 365 lider davranış, erkam yay.)

    cenâb-ı hak, kullarının bir araya gelerek âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle müzeyyen bir sohbet meclisi oluşturulmasından hoşnut olur. bu kullarını kendi katındaki meleklere medheder. böylece sohbete gelen insanlar, allah katındaki seçkin meleklerin duâ ve muhabbetine mazhar olurlar.
  • akıllı olan, sohbet sırasında ne hakkında konuştuğundan ziyade kiminle konuştuğunu düşünerek hareket edecektir. bunu yaptığı takdirde sonradan pişman olacağı hiçbir şey söylemeyeceğinden emindir.

    arthur schopenhauer
  • arapça'dan yola çıkıp farsça'da konaklayıp türkçe'ye vardığında başına ilginç şeyler gelen sözcük. başlangıç noktasında "birinin yoldaşı olmak", "topluluk", "değiş-tokuş", "eşlik etme", "ilişki" sözcüklerinin çevrelediği bir anlam alanı vardır. farsça üzerinden türkçe'ye gelirken her yolcu gibi değişir. yoldaşlığın gereğidir bu, gittiği yerdekilerle ve birlikte gittikleriyle eski bütünlüğünden ayrı yeni bir "diyalojik" alan oluşturmak. işte sohbet, yoldaşlık adabı gereği "muhabbet", "söyleşme", "güft ü gû" anlamlarını alır ya da bu anlamları kendinde bulur yolculuğu esnasında. geldiği ya da gittiği yerlerin kökeninin açıklayıcı olamayacağı bir durumdur. bulunduğu alanı homojenize etme çabasında olan, komşu alanlarla sohbeti denemeyen her hareket sözcük olarak "sohbet"i de dışlayacaktır. türk ya da fars tasfiyecisi için arapça kökenli bir sözcüktür o, bizden değildir. arap tasfiyecisi içinse bizdendir bizden olmasına ama bizden gittikten sonra başına gelenler saflığını bozmuştur, temizlemelidir iffetini.
  • yaz akşamlarında ,zevkle kurulmuş,denizi gören bir sofranın başında,etrafınızda adam gibi içmeyi bilen can dostlarınız da var ise,hele bir de buzlu rakı mevcut ise kesinlikle zaman kavramınızı yok eden,dostlukları daha da bir sağlamlaştıran olay.
hesabın var mı? giriş yap