• bir yahya kemal beyatlı şiiri. sadece yahya kemal'in değil, türk şiirinin de zirvelerindendir. mevsimi iliklerinize kadar hissettirir.

    tıpkı sessiz gemi gibi ölümü anlatır ve bunu da "ölüm" kelimesini sadece bir kere kullanarak yapar.

    fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
    yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
    mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
    artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
    yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
    günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
    teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
    anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
    dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
    her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
    insan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
    bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu;
    teslîm olunca va'desi gelmiş zevâline,
    benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.

    yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
    ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
    duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı:
    farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.
  • bana inat yine sonbahar döker yapraklarını sokaklarıma.
    üşütür, ağlatır yine çıkarır yollarımı ayrılığa.
    ne zaman gelir aklıma ne çok üzülürüm elimde değil aslında her sonbahar ölürüm.
    ağla, eylül dokunsun dudaklarına gidiyorum ben yalnızlığıma.

    gri
  • en sevdiğim sarı saçlı mevsimdir. hatta hep sonbahar olabilir. sarışın takıntım olduğu için sonbaharı sarışın bir kadın olarak görüyorum, hem de dünyanın en güzel kadını. ona sarı yapraklar üzerine şiirler yazmak istiyorum, ama ilham kaynağım yok.
  • son değildir sonbahar, sadece doğanın uyumadan önceki vedasıdır.
  • adım sonbahar
    nasıl iş bu
    her yanına çiçek yağmış
    erik ağacının
    ışık içinde yüzüyor
    neresinden baksan
    gözlerin kamaşır
    oysa ben akşam olmuşum
    yapraklarım dökülüyor
    usul usul
    adım sonbahar

    attila ilhan zarafetiyle, onun gözünden bir güz anlatımı.
  • iş için edirne’ye yolum düştü bu defa. satır köfte yemek için keşan ilçesinin bir köyünde durdum. yemeği yiyip çayı içtikten sonra sonbahar yağmuru ile nemlenmiş çimenler beni kendine doğru çekti. ve sigaramı az ilerideki otların üzerinde yürüyerek içmek için ve köyün üzerinde asılı duran terkedilmişlik havasını tatmak için yürüdüm. önümde uzanan ve başı yunanistan’dan çıkan boş arazilere bakarak içtim sigaramı. az ötede kireçle boyanmış birkaç ev, eski model traktörler, dışarıya yapılmış tuvalet ile turuncu kiremitten odunluklar vardı. o evlere doğru yürüyerek yavaşça adımladım sonbaharı. birinci evi geçtikten sonra arkamdan yaşlı bir amcanın bastonla geldiğini gördüm. bu oldukça yaşlı, kalın giyinmiş ve sakalları dökülmüş amcanın, hemen yanında onu takip eden bir kedisi olmasaydı, bastonunun çocukluğumdan kalma korkutucu imajı beni tedirgin edebilirdi. yanıma geldi:

    “delikanlı hayırdır buralarda, ne arıyorsun” dedi. “hiç amca, şuradaki lokantada yemek yedim, yola çıkacağım tekrar, öncesinde biraz ayaklarımı açayım dedim”. sesimdeki samimiyete itimat etmiş olsa gerek, hemen karşılık verdi. ”haa, doğru, haklısın. iyi yapmışsın delikanlı, ben de az daha tüfeği çıkarıyordum” dedi.” buralarda kimse pek dolanmaz, o yüzden hırsız mı, kaçak mı, bilemem” dedi. sonra yanımda durdu ve sordu; “nerelisin, nereye gidiyorsun, ne iş yapıyorsun, çocuk var mı (evli olup olmadığımı sormadan), kaç yaşındasın…”. cevapladım teker teker. verdiğim cevaplardan sıradan biri olduğuma kani olunca, asıl meseleye geçtik. anlatmak. anlatmak için çırpınıyordu. köyünü anlattı adem amca. komşularını anlattı. şu anda evde olan yaşlı karısını anlattı. “yunan gavurunu” anlattı. sırtındaki ağrıyı anlattı. bel ağrısının bacağına nüksettiğini anlattı. köye ilk gelenleri ve köyü ilk terkedenleri de anlattı. edirne araştırma hastanesindeki iyi doktoru anlattı. keşan’da bir çimento fabrikasında çalışan oğlunun nasıl hayırlı bir evlat olduğunu anlattı. istanbul’da evli olan kızını anlattı. kızı ve damadının kirada değil kendi evlerinde oturduklarını anlattı. o kızının diğer hanımdan olduğunu anlattı.

    ve durdu.
    ayaklarının ve bastonun arasında dolanan kedisine baktı.
    başını kaldırıp etrafımızı saran sonbahara baktı.
    önümüzden başlayıp geçmişe kadar uzanan boş tarlalara baktı.
    ve anlattı.

    benim ilk hanım ilerideki köyde öldü. şu karşı köye gelin giden bacım doğum yapınca, benim hanım da çocuğun görmesine gitmişti. bu floryada oturan kızım daha yeni doğmuştu, altı aylıktı. gece orada kaldılar, ben de evde yatıyordum. o zaman elektrik yok. ben zaten 40 doğumluyum. 19 yaşında evlendim. bahsettiğim zaman da işte aşağı yukarı 60 sene önce. yine bu mevsimler. gece benim hanım namaz kılmaya kalkmış. allah kabul etsin. o aileden de zaten bir tek benim hanım namazında niyazındaydı. namazını kılıp yatmış. benim kız da koynundaymış, kundakta. demek gece yatarken, şimşek çakıyor. böyle gurul gurul. eskiden zaten fakir fukarılık vardı. evlerimiz hep damdı. şimşek çakıyor tam da bacımın evinin damına. bacadan vuruyor. evin içine kadar. baca da tam benim hanımın yatağının tepesinde.

    anlatırken durdu. gökyüzüne baktı. işte kurban olduğum allah dedi. sonra tekrar kedisine baktı.

    şimşek tam beni hanımın üstüne düşüyor dedi. böyle vücudu yanmıştı. içeriden damarlarını şişirmişler sanki. hepsi görünüyordu. ama allah’ın takdiri kızım sapa sağlamdı. başlarını koydukları yastık parçalanmıştı ama kızım uykusundan bile uyanmamış. işte ecel gelmeyince canı çıkmıyor insanın. ama hanım gitti. ayakları parçalanmıştı. gözü kapanmıyordu rahmetlinin. onu öyle görünce ben de öleyim istedim. kanım ağrıdı 5 yıl. anam babam ne ettiyse evlenmedim 5 yıl. dedim benim haneme yıldırım düşmüş, talan etmiş, siz bana başkasını al diyorsunuz. almazdım da. ama işte yetimim vardı. çocuk bir ana evinde bir bacı evinde sürünüyordu. yazıktır dedim, bir kucak görsün. o yüzden şimdiki hanımı aldım. o da sağolsun, hiç eksiklik etmedi. yetimime de sahip çıktı, bana da. sonra allah sabır verdi, bu yaşa kadar geldik dedi. şimdi bir başımıza kaldık iki ihtiyar. çocuklar gelip gidiyor, halimizi hep soruyorlar sağolsunlar. bir de bu yavrucak var işte dedi. kediyi göstererek. evde torunumuz gibi. hoplayıp zıplıyor.

    küçük birkaç konuşmadan sonra selamlaşıp ayrıldım adem amcadan. tekrar yola çıktım. giderken sonbahar halinde geriye çekilen tabiatı düşündüm. bu koskaca tabiatın, bu evrenin devasa mekanizmasının, bu yıldız patlamalarıyla, pusatlarla, süpernovalarla, yıldırımlarla fokurdayan tabiatın dünya denilen soluk-mavi noktanın bir köyüne ilişmiş kudretsiz bir canlı olan adem amcaya neler yaptığından haberi var mı? peki hangisi gerçek olan? bütün heybetiyle fokurdayan korkunç evren mi, yoksa anıları ve aşkı ile anlatan, anlaşılmak için çırpınan, bilinmek isteyen, kedisine torunum diyen adem amca mı?

    adem amca ve kedisi
  • perşembe yaylasından tokat' a gectigimizde bir ekim gunuydu. yaylanın yesilliginin sonlari orman gullerinin sarıdan turuncuya doğru tonları ile öyle guzeldi ki. o büyük gurgen agaclarinin kizildan sarıya turuncuya ara
    ara yeşile çalan renkli halleri yerde miladini doldurmuş yapraklar öyle buyuleyiciydi ki. dayanamayıp durmak istemistim, dağ başında bir cesme suyu soğuk mu soğuk, gökyüzü bulutsuz, topragin üstünde bir katman rengarenk yapraklar. doğanın en huzurlu halı buydu benim için. belki de yıllarca aynı çıplak ağaca sonbaharda gelip konan kargaları izlemeyi sevdiğim içindir.
  • bitince insana bir süre (bkz: içine öküz oturmak) deyimini yaşatan enfes film.
    doğaya hayran kalırken yusuf'a hüzenleniyorsun, onun yaşadıklarına isyan ederken sonbaharına tanıklık ettiğin için şanslı hissediyorsun, karadeniz'in hırçın dalgalarıyla savrulurken o müziklerle bir an durup tekrar seyredalıyorsun...
  • sessiz bekleyişte, fersiz gözlerimde: sonbahar, sancılar.

    yürüyorum dört duvar. sanrılar, sarsıntılar.

    haykırıyorum, kim duyar?

    korkular, korkuluklar. tutuşuyorum ah bir rüzgar.
  • ''azize'ye deli gibi aşıktım, şimdi eve bile gitmek istemeyrum.''
hesabın var mı? giriş yap