• guzel bir restoranda yenen romantik bir aksam yemeginin ertesi günü isyerinde cüzdani karistirirken restoranin fisini bulmak. fise söyle bir göz attiktan sonra 8-10 parcaya bölüp masanin yanindaki cöp kutusuna atmak. sonra "allah allah bu yemek bu kadar az mi tutmustu ya?" diye düsünmek. üsenmeyip cöp kutusundan fisin parcalarini toplamak, birlestirip bantlamak ve fisi tekrar incelemek. icilen sarabin hesaba yazilmadigini farketmek (ki dikkatli bir okur yazimin basinda yemegin "romantik" oldugu belirtmemden sarabin fiyati hakkinda az bucuk fikir edinmis olmak). is cikisi her ne kadar evin ters yönünde teee anasinin terekesinde de olsa restorana gitmek, bize servis yapan garsonu bulup durumu aciklamak ve bu sarabin parasini ödemek istedigini söylemek. garsonun minnet bakislari arasinda durumu müdüre anlatmasi ve müdürün hassasiyetim icin tesekkür ederek sarabi ikram kabul etmemi istemesi. tam o sirada garsonun "bir dakika, bu gözlük sizin mi?" diyerek cekmeceden bir günes gözlügü cikarmasi. meger yepyeni gözlügü restoranda unutmus oldugumu farketmek. garsonla sarilip (evet sarildik) hayretler icinde oradan ayrilmak. bu olaydan sonra karma'ya inanmak.

    ben bilmiyor neden bu olayi böyle geronimo türkcesi'yle anlatmak.
  • kızım 2,5 yaşlarındayken, gece uykusundan haykırarak uyanmaya başlamıştı. bu çok normal bir durum aslında, çocukların bazen böyle anları oluyor, korkuyu öğretmeseniz dahi, kabuslar görebiliyorlar. normal olmayan durum, ben yanına gittiğimde uyanmış yatakta oturan miniğimin odanın kapısına bakarak ve orada görünmeyen bir şeyden korkarak ağlamaya devam etmesiydi.

    yani kapının orada görünmeyen bir şey vardı ve kızım oraya baka baka ağlıyor, korkuyla bana sarılıyordu.

    çocuk sahibi olmak böyledir işte, çocuklukta kalan korkularınızı açığa çıkarabilir. gerçi benim korkularım hiç çocuklukta kalmamışlardı, aynen devam ediyorlardı o dönem. evde yalnız kalamadığım gibi, evde birileri olsa dahi koridorun ışığı açık uyuyabiliyordum (hâlâ öyle gerçi). itiraf etmek zor geliyor; ama açıkçası ödlek tavuğun tekiydim işte ve kucağımda görmediği bir şey tarafından korkutulup tir tir titreyen kızım vardı.

    annelik, biraz da gözü karalıktır.

    bir hafta kadar, belki daha da fazla bir süre aynı olay tekrar edince ve ettiğim dualar, okuduğum sureler kızımın korkusunu hafifletmeyince, idareyi ele almaya karar verdim. yine bir gece haykırarak uyanan kızımın odasına gittim. ağlayan kızıma sarıldım ve odanın kapısına doğru olabilecek en öfkeli ve cesur gözlerle bakıp dedim ki: "utanmıyorsunuz değil mi el kadar bebeyi korkutmaya?"

    bu cümlemi net hatırlıyorum, sonraki cümlelerim de bu minvaldeydi; ama açıkçası kelime kelime aklımda değiller şu an. bir anne olarak, kızımı korkutan neyse, ona karşı açmıştım ağzımı ve yummuştum gözümü. olay kısaca buydu işte.

    doğaüstü olansa, o geceden sonra bir daha kızım hiç o kadar büyük bir korkuyla uyanmadı.

    ya göremediğim bir şeyi utandırmayı başarıp, aklını başına devşirtmiştim ya da benim kapıya doğru sinirlendiğimi ve kendisini savunduğumu gören kızım psikolojik olarak o korkuyu aşmıştı.

    ben kızımın psikolojik olarak o korkuyu aştığını düşünüyorum. öbür türlüsünü düşünmek dahi istemiyorum.

    neyi korkuttum la ben?

    ekleme: aynı türden sorular çok gelince, buradan cevaplayayım istedim. kızım o günden sonra bir daha gece korkusu yaşamadı. kendisi zaten şu an 21 yaşında bir üniversiteli.
  • tadilat halindeki bir binaya giriş için yöneldiğim sırada telefonuma tanımadığım bir numaradan boş mesaj gelmesi. mesajı okumak için telefonu elime almam bu arada bir kaç saniye kaybetmem ve hemen akabinde tepeden dikey uzun bir inşaat demirinin düşmesi.
    sonra defalarca kez mesajı gönderen numarayı aramam ama hattın kapalı olması.
  • yaklaşık bir hafta önce pazar günü oturmuş güzel güzel çayımı içerken kafam esti, şu gardırobu bir düzenleyeyim dedim. mütemadiyen 2-3 senede bir yaptığım iş. sağlam olanlarından dört büyük poşet elbise ayırdım. palto, ceket, pantolon, gömlek vs. eskiyen, bol olan, dar gelen derken sıkış tıkış olan dolabı epey ferahlattım. çoğunlukla evde giydiğim, başkasına verilemeyecek kadar yıpranmış olanlardan birkaçına temizlik bezi nişanesi verdikten sonra geri kalanları çöpe yolladım. eskiden vakıfların yılın belli zamanları kurulan çadırları olurdu, ne bağışlamak istiyorsan götürüp bırakırdın. son yıllarda burada öyle bir şeye de rastlamadım.

    lazım olan birkaç eksik gediği almak için akşamüstü markete çıkarken hazırladığım elbise poşetlerini de yanıma aldım. etrafımda tanıdığım bildiğim ihtiyaç sahibi yok lakin birkaç sokak aşağıda orman tarafında kalan mevkide gecekondular var. ya nasip deyip çıktım yola, elbet birinin kısmeti vardır. hiç olmadı kapı kapı gezer sorarım ihtiyacı olanları ayıp değil ya. en nihayetinde ben de elinde sefer tasıyla işe giden bir memur çocuğuydum, bilirim yokluğu ve hiç de gocunmam.

    bana çocukluğumu hatırlatan kömür kokusu sinmiş sokaklarda epey yürüdüm. top oynayan çocuklardan başka pek kimse yok dışarıda. rastladığım bir adamla ayaküstü sohbet ettik, civardaki bir caminin imamıymış. bize bırakabilirsin dedi, ihtiyacı olanlara teslim ederiz. elimle teslim etsem daha iyi, kimseyi bulamazsam getiririm dedim. havanın kararmasına yakın, yıkık dökük duvarlarla çevrili bir evin bahçesinde çalı çırpı kıran yaşlı bir teyzeye rast geldim.

    -hayırlı akşamlar teyze. hava soğudu, yok mu bu işleri yapacak kimse, üşürsün...
    uğraştığı işten kafasını kaldırıp yüzüme baktı. " herif var emme biraz hasta, yatıyor" dedi.

    müsaade isteyip bahçeye girdim. çoluk çocuk yok mu dedim, size göre değil bu işler. duraksadı biraz. var olmaya var da, olanı da pek uğramaz dedi. nefes nefese kalmış, yüzünde yılların izini taşıyan çizgiler... içim burkuldu, canım acıdı. yılların yıprattığı çizgili bir yüzde ne zaman ki bulsam hayatın yitirilen anlamını ve ne zaman ki sokakta bir çocuk görsem o boyacı sandıklarının başında elleri simsiyah, gözleri pırıl pırıl, hayat dolu; ne zaman alın teri şakaklarından süzülen bir emekçiye rastlasam, "onur ve şeref" sözcüklerinin lügatte yer almayan anlamı... gözlerim dolar, şu içimden bir parça sökülür ki nasıl derinden. söylemeye söz, dillendirmeye mecal kalmaz bende. dökülüverir damlalar, öyle pis bir huyum var. teyze bana üzülüyor, ben teyzeye üzülüyorum. az biraz sohbet ettikten sonra gel hele dedim teyze, bir bakalım senin adama durumu nasıldır nicedir.

    kerpiçten yapılma evin içi, dışına göre daha sağlam ve tertipli gözüküyor. salonun bir köşesinde eski fırınlı sobalardan var, çaprazındaki diğer köşede kanepede yatan bir amca. selam vererek içeri girdim, amca doğrulmaya çalışıyor lakin pek hali yok. ne aradığımı, ne bulduğumu, ne getirdiğimi izah etti teyze. sonrasında oturup sohbet etmeye koyulduk.

    amca yetmişli yaşlarda lakin boylu poslu babayiğit bir adam, masmavi gözleri var. dedemi hatırlatıyor bana. piyango bileti satıyormuş merkezdeki çay bahçesinin yanında. birkaç gün önce soğuktan üşütmüş olacak ki hastalanmış yatıyor. tamam diyorum bu getirdiklerim kışlık, tam senlik amca hiç sıkıntı yapma. yarım saatlik bir hasbıhale türlü anılar, hikâyeler, gülüşmeler eşlik ediyor. amca, o yaman duruşundan pek taviz vermese de hareket ederken yüzünün aldığı şekillerden anlaşılıyor pek iyi bir halde olmadığı. ateşine bir bakayım amca diyerek ayağa kalkıyorum, elimi alnına değdirmemle birlikte beni bir telaş alıyor. bu iş öyle nane limonla filan geçecek bir üşütme değil, yanıyor amca. eski adamların huyudur, dedemden bilirim. ölmedikçe beni doktora götürmeyin derdi rahmetlik, pek sevmezdi hastane işini. öldükten sonra doktor ne yapacak ki zaten dede derdim. işte zahmet etmesin diye diyorum oğlum, adam benle o kadar uğraşıp da sonra ölsem daha mı iyi derdi. hey gidi koca dedem...

    amca, hastaneye gideceğiz bu böyle olmaz dedim.
    epey bir ısrardan sonra nihayet razı oldu. devlet hastanesi yakın, buradan en fazla iki kilometre uzaklıkta. arıyorum 112'yi, çok geçmeden ambulans geliyor. att'deki çocuklar sedyeye koyup çıkartıyorlar. inme, binme, yürüme, yorulma derdi de kalmıyor. acil binasına giriş yapıyoruz, muayene faslından sonra iğne vuruyorlar. müşahede odasına alınıp birkaç torbayla buz kompleksi yapılıyor vücuduna. yaklaşık bir saat sonra da ateşi düşüyor. reçetesini yazdırdıktan ambulansla tekrar eve dönüyoruz.

    ev soğuk, soba sönmüş. kovayı çıkartıp teyzenin kırdığı o bahçedeki odunlardan dolduracağım lakin çabuk sönmesin diye kömür de lazım. odunların yanında büyükçe bir leğende kömür var ama bu normal kömür değil. çocukluğumdan hatırlıyorum, kovanın dibinde kalan ve tam yanmayan kömürler ayıklanıp biriktirilir, sonra tekrar kullanılırdı... kovayı hazırlayıp sobayı yakıyorum. her şey normale dönmüş gibi gözüküyor. eve uğramam lazım ama bir saate kadar tekrar geleceğim diyerek müsaade istiyorum. o arada reçetedeki ilaçları halletmek var aklımda. vakit çok geç olmadı ama eczaneler en geç yedide kapanıyor. eve uğrayıp arabanın anahtarlarını alıyorum. internetten nöbetçi eczaneleri bulup ilaç işini hallettikten sonra markete uğruyorum. bir eve ne lazım olacaksa hepsinden dolduruyorum market arabasına. kasada ödemeyi yaparken kendi alışveriş listem de çıkıyor cebimden. güya bugün ben de alışveriş yapacaktım ama yaşanacak bir dolu hikâyem varmış. neye niyet neye kısmet... yüzümdeki gülümsemeyle ayrılıyorum marketten.

    evin önüne vardığımda perdesi yarı aralık pencereden teyze fark ediyor beni. poşetleri yüklenip bahçeye doğru ilerlerken mahcup bir duruşla kapıda karşılıyor beni, niye zahmet ettin oğlum diyor. ne zahmeti... o gözlerinden fışkıran mutluluk var ya sözlük, o sıcak sarılma, o ettiği dualar... ulan dünyayı önüme serseler, tac ü tahtın verseler o anki mutluluğu bulamam...

    sobanın üstünde çay demlenmiş, teyze diyorum gel mutfağa geçelim de göster sen bana kap kacak nerede. mutfağın duvarında uzunca bir terek (eski evlerde mutfak dolabı yerine kullanılan raflar), intizamlı dizilmiş bardaklar, alt tarafta tencereler... poşetlerdeki malzemeleri yerleştirdikten sonra şöyle güzel bir sofra hazırlıyoruz. sıcacık sobanın yanı başında yemeğimizi yiyoruz, aynı sobada demlenen mis gibi çayımızı içiyoruz. hatta eskiden babaannemin yaptığı gibi sobanın fırınlı kısmında patates közlüyor teyze, o güzel çocukluğum geliyor gözlerimin önüne...

    geç saatlere kadar süren o güzel akşamdan sonra ayrılma vakti geldi. ev telefonları var, numarayı aldım ki arayıp sorabileyim lakin bir şeye ihtiyaç olur, elzem bir durum olur diye bir miktar para bırakmam lazım ama teklif ettiğim an da bu güzel gece zehir olur onlara, gururları incinir. bu sebeple kanepenin üstündeki hırkanın cebine çaktırmadan bir şeyler iliştiriveriyorum. ilk fırsatta tekrar ziyarete geleceğimi söyleyip ayrılıyorum.

    ertesi gün, işten biraz erken çıkarak belediye binasına gidiyorum. buraya en son geçen sene gelmiştim, ramazan ayında şehrin dört bir yanına asılan afişlerdeki yazım yanlışını şikâyet etmek için. üşendikleri için afişleri toplamadılar da bir ay öylece asılı kaldı, kimse de demedi ki burada ne yazıyor. öyle bir şehrin öyle bir belediyesine, amca ve teyzenin aylık gıda ve yakacak ihtiyaçlarının karşılanması için müracaat etmek amacıyla geldim. malumunuz demokratik, lâik ve "sosyal" bir hukuk devletiyiz ya ondan sebep. kendileri gelsinler, ilmühaber getirsinler vs. derken sıradan bir vatandaş olarak bu işin hal olmayacağını ve bunların statüden anlayacağını idrak edip tavrımı ve üslubumu değiştirdim. en nihayetinde ayda bir erzak ve kışlık yakacak ihtiyacının karşılanması hususunda mutabakata vardık. iki gün sonra da amca ve teyzeyi ziyarete gittim, amcanın durumu gayet iyiydi. belediyenin emeklilere erzak ve yakacak yardımı yaptığını, birkaç güne yakacak işinin çözüleceğini, her ay erzak paketlerini de eve bırakacaklarını söyledim. allah razı olsun belediyemizden, biz diyemezdik emme onlar emekliyi düşünmüş diye güzel güzel dualar ettiler. amin dedim...

    ve bugün işten eve gelirken çay bahçesinin köşesinde amcayı gördüm, tekrardan piyango bileti satmaya başlamış. yakınlarda bir yere arabayı park edip arkasından yanaştım, üzerinde benim palto. ooo iyileşmişsin ihtiyar dedim gülerek. arkasını dönünce beni gördü, tezgâhı filan bırakıp bir sarıldı... baba, evladına nasıl sarılırsa işte öyle sarıldı...

    bir çift eski eşya nerelerden nereye sürükledi bizi. o tevâfuklar silsilesi yaşanmasa bu iki güzel insanın hali nice olurdu, göçüp gitse o hastalıkla kimin haberi olurdu...

    mutlu etmek de mutlu olmak da aslında bu kadar basit be sözlük. ve biz, etten kemikten yaratılan insanoğlu... bizim ruhumuz, hiçbir zaman parayla değeri biçilen zevklerle tatmin olamayacak. hiçbir mal mülk, bir çocuk gülümsemesinden aldığımız hazzı bize yaşatamayacak...

    mutluluk editi: hiç tanışmadığım ne çok güzel insan varmış sözlükte, mesaj kutum sayfalarca dolmuş. hele birkaç koca yürekli var ki, mektup yazmış uzun uzadıya. elimden geldiğince cevap vermeye, bu güzel yürekli insanlarla muhabbeti daim kılmaya çalışacağım. sevgiyle kalın...
  • on yıl falan önce, bir yaz vakti ailecek köydeyiz. o zamanlar babamın en sevdiği çocuğu olan tofaş marka 92 model doğanımızı alıp arkadaşlarla köyün üst taraflarında bir tepeye içmeye gidiyoruz. birkaç kişi daha katılıyor bize sonradan, kalabalığız, içip eğleniyoruz. tam sabahın dört buçuğunda araba yanmaya başlıyor alttan, muhtemelen kuru otlara atılan bir sigara yüzünden. hep birlikte güç bela söndürüyoruz arabayı, motordaki kablolar yanmış, kaporta falan kararmış. sabah altı gibi eve dönüyorum, ne işi varsa o saatte babam avluda karşılıyor beni, dikilmiş bahçenin ortasına, eller arkada bağlı, üstünde atleti, altında çizgili picamasıyla, benim yüzüm falan is içinde, üst baş rezil, kollarımda ufak yanıklar var ama o hiç bakmıyor bile yüzüme, "baba" diyorum, bi yalanlar falan kıvırıcam, fırsat vermeden "sus, içeri git" diyor gözlerini arabadan hiç ayırmadan, içeri giderken anneme sokuluyorum, "ne işi var ya bunun bu saatte ayakta" diye soruyorum, "ne bileyim oğlum, sabahın dört buçuğunda kalktı, içim yanıyor hanım dedi, bir daha da uyumadı, dikildi orda" diyor. ulan diyorum aşka bak, adam telepatik bir bağ kurmuş arabayla, saniyesinde hissediyor, orda yanan ben olsaydım umrunda olmazdı adamın yeminle, devam ederdi horul horul uykusuna ama arabanın lastiği bile inse kalkar sabah dörtte "nefesim kesiliyor hanım" diye.
  • sabahları camdan aşağı tükürüp duran, beni her gördüğünde "sen ezgi misin? senin bende mektubun var. *" diyen çılgın üst komşumuz 90 yaşındaki himmet dede kapıda kalmıştı. kapının üstünde anahtarını unutmuş, cebinde de yedek anahtarı kapıyı açmaya çalışmış ama başaramamış. tam kahvaltıya oturmak üzereyiz, gelmiş bizim kapıya elleriyle dizini dövüyor, "ne yapacağım ben!" diye.

    çıktım yukarı. kapıyı biraz zorlayıp, sarstım. sanırım bir süre sonra arkadaki anahtar geriye kaçtı ve ve diğer anahtarla kapı açıldı. nasıl mutlu oldu, ne dualar etti canım benim. neyse, aşağı indim. oturdum kahvaltıya. o sırada evde şekerin bittiğini fark ettim. "neyse çayı şekersiz içeriz" diye düşünürken kapı çaldı. himmet dedem elinde bir kase küp şeker "evde bir tek bu vardı. teşekkür için getirdim" diyor. o sırada evdeki herkes şok.

    sanırım o zamandan sonra kimimiz allah'a, kimimiz karmaya inandı. kimimizin de sikinde bile olmamış olabilir olay. emin olamadım.

    edit: himmet dedem 2 hafta önce vefat etmiş lan.
  • geçtiğimiz haftalarda asmalı'da bir partiye gittim, vida pera diye bi yerde. müzik dans mans derken arkadaşlarla sıkıldık hadi line'a geçelim dedik.

    tam mekandan çıktık üç tane alman genç yolumuzu kesip nuteras'ı sordu. hafta içi olduğundan bu saatte kapalı olacağını dans etmek istiyorlarsa off pera'ya gidebileceklerini söyledim. sevindiler ve yol tarifi istediler. benim yeteneksizliğimden mi onların dumkofluğundan mı bilmem bi türlü anlatamadım-anlamadılar. ben de mekan zaten yakın diye bizimkilere "siz line'a geçin ben şunları bırakıp gelirim" dedim. çocukları off pera'ya götürdüm. kapıdaki görevliye de "bunlar bizim elemanlar" dedim gülerek içeri aldı. ya zaten hafta içi üç tane süt alman'ı almayacak mekan mı var? benimkisi havaya artislik.

    çocukları soktum ben de line'a bizimkilerin yanına geçtim. line bitmiş, bitmiş. sahnede cover çalan 5 kişilik bi grup ve onları dinleyen de 3 kişilik müşteri kitlesi. bi bira içip kaçtım, aldığı belli verdiği belli off pera'ya geri döndüm. off pera zaten göt kadar mekan 10 kişi gelse hop doluyor.

    içeri bi girdim bizim alman çocuklar iki tane taş hatunu almış dans ediyor. hatunlardan biri sarışın biri esmer, kanadalılarmış. ben de çocuklara hafif gülümseyip köşeye geçtim. hep öyle yaparım, gülümser bi köşede dururum, gelen gelir zaten. bizim jürgen'lerden biri pek sevimliydi teşekkür mahiyetinde gelip gelip bir şeyler söyledi. sanırım "sarışını alalım bu akşam" türü bir şeyler söylüyordu.

    saat tam 4'te mekan kapandı, ben bu sevimli alman'a "kızları al gel bize geçelim" dedim. dedim derken yüzde 40 cümle yüzde 60 beden dili. olur falan dedi. sonra kızları çağırdı kızlar da sempatik sempatik kabul etti. lan ne cesaret, ortadoğu'dasın, ışid götüne dayanmış, sakallı bi adam evine çağırıyor, ne diye kabul edersin? gavur da bi acaip.

    neyse eve yaklaştık, benim ev ömer hayyam tarafında, ingiliz konsolosluğu'nun oradaki alt geçitten geçerek gitmen gerekiyor. alt geçit dediğim de irreversible'ın çekildiği alt geçitten hallice. haliyle kızlar alt geçite girmek istemedi, "ne yapacağız" dedim tarlabaşı bulvarının ortasındaki demirleri gösterip üzerinden atlarız dediler. fsgsg türk olsa taksiye binmeden 500 metre yürümeyecek hatun, tarlabaşı'nın ortasındaki trabzandan atlıyor. gerçi işime de yaradı atlarken yardım etme ayağına fiziksel temas falan da kurdum.

    her neyse eve geçtik, bilen bilir* benim evin içi bayağı güzeldir. yüksek tavan, duvarlar patina boya falan. dedim bunlar kesin erasmusçu şimdi eve hayran kalıp hastam olacaklar, bütün sezonu benim evde geçirecek. oo gelsin partiler, gitsin danslar. lakin no! "evin çok güzelmiş" lafını bile duyamadım mk. neyse madem eve geldik biraz konuşalım dedim. sarının yanına yanaşıp "öğrenci misin" diye sordum, "yok aktristim" dedi. "burada ne işin var" dedim, "israil'deydik savaş çıkınca bir kaç günlüğüne buraya geldik" dedi falan filan işte. sallamadım pek. sokayım israil'e.

    gittim müzik açtım, ismail'in köpekleri modemi yemiş internet çekmiyor, harddiske abandım. oradaki şarkılar da dede efendi'den kalma neredeyse. uğraştım falan bi more than ever people buldum ortama uygun olarak. çalmaya başladım hatun geldi burnumun dibine "aa buna bayılırım muhteşemsin falan" diyo içimde volkanlar patlıyo lakin verecek karizmatik cevap arıyorum bulamıyorum, gramerim yetmiyo. öyle cool cool gülümsüyorum :/

    sonra fazla iletişim kurup aptal görünmemek için evin diğer yerlerini göstereyim size diyorum. balkona çıkıyoruz önde tarlabaşı, arkada okmeydanı , bildiğin leş istanbul mazarası, "nice ambians" falan diyorlar. "sizin oryantalizminizi sikiyim" diyorum. -ama içimden. dışarıdan demeye çalışsam fuck your orientations falan derim zaten.- vay amk evde ikea mutfak, italyan banyo, yüksek tavan var karılar gidiyo torbacı manzarası beğeniyor. madem diyorum manzarayı beğendiler abanıyorum fotoya, abanıyorum selfie'ye. en azından kızlarla foto çekilip eski sevgilileri falan kıskandırayım kısa günün karı. o ara alman çocuk odanın kapısında beliriyor "uçağım kalkacak benim birazdan gitmem lazım" diyor. özetle: "verecekseniz verin amk işimiz gücümüz var" demek. kızlar jürgen'e kibarca bir bay baay. o an göz göze geliyoruz, kaşlarımı eğip "abi bunun bize gelişi bu" bakışı atıyorum. çocuk arkasını dönüp çıkıyor. 10 saniyeliğine zeki demirkubuz filmi oluyoruz.

    çocuk da gidince kızlarla yan yana kalıyoruz. -bi de benim köpek var ama o ayrı hikaye, onu karşıştırıp kafanızı bulandırmayı istemem.- madem fotoya başladık bari daha yakın olabileceğimiz yerlere gidelim diyerek, benim odaya çağırıyorum kızları. ama sadece esmere dönerek söylüyorum bunu. o da severek geliyor. ben sanıyorum sarı da arkada, neyse esmer geliyor benim odanın balkonuna çıkıyor hemen. -göt kadar balkona sandalye koyan elimi sikeyim.- arkaya bakıyorum sarışın yok. meğer içerlemiş gelmiyor, salona kaçmış. esmer balkonda oturunca ben de gidip karşısında yatağa oturuyorum. sonra sohbete giriyoruz, hint asıllıymış hindistan'dan falan bahsediyor. ben de hemen satıyorum istanbul'u, "mumbai'den beterdir ama aşığım işte falan diyorum", bak bak cümlelere ger. içimdeki shakespeare çıkıyor.lan ben üç tane ingilizce kelimeyi yan yana koysam dördüncüde error veririm. hatunla türk halkı'yla hintlilerin benzerliklerini tartışıyoruz. yani üç beş daha yakınlaşsak o gazla toefl'ı vericem. son bi an kendime geliyorum "noluyoz lan ben nasıl böyle konuşabiliyorum" falan diyip özgüvenimi sikip atıyorum.

    böyle durumlar için kullandığım bi kalıp var: "`aym sori may ingliş nat guud, kouz my forein languiç is çayniz`. "

    kimse çince bilmiyo ya salla amına koyim. iki ni haoo, bi zai jian'le kurtarıyorum karizmayı. gören de türkiye'de liselerde sullar seller gibi çince öğreniliyor sanacak.

    --- spoiler ---

    -evet çin'le tarihsel bağımız var kız alıp kız verdik. çince bizim için ikinci anadil gibidir.
    --- spoiler ---

    ay aman neyse herkese de bu yalanı atarım zaten. ingilizcem bok gibi, çincem ondan da bok gibi arkadaşlar. ta 2003'te altı ay çince kursuna gittim hala onun ekmeğini yiyorum.

    sonra baktım bu iş arkadaşlığa dostluğa gidiyor, dedim hiç ülkemizi kötü göstermeyim nasıl olsa buradadır bu kızlar. sempatik, cinselliğe doymuş meriç tribine gireyim, belki arkadaşları falan vardır. ondan sonra ver elini yatakta pozlar, ver elini dans etmeler, bildiğin gay kanka oldum :/

    öyle ya da böyle çok eğlendik, ama yani sabah haliyle kızların otele gitmesi lazım bildiğin sabah oldu etraf ışıdı. dedim bari hafta sonunda bi şeyler yapalım, bu güzel ambiyansı devam ettirelim, dostluğumuz pekişsin, biz kazanalım, ülkelerimiz kazansın diye telefon istedin. işte o an efsanevi olay gerçekleşti.

    sarışın olan cebinden bir telefon çıkardı. smartphone olmayan eski bir telefon. nokia'nın şu yeni ama aslında yeni olmayan dandik modellerinden. üzerinde numara ve ad soyad yazılı. aç gibi önce numarayı kaydettim sonra ad soyad'ı yazıp facebook'ladım. keşke bi imkan olsa o anki surat ifademi kameraya çekebilseniz. karşıma 3 emmy ödüllü bir hollywood oyuncusunun fan page'i çıktı. lan noluyoz diye dikkatlice baktım. oha amk. hatun bildiğin hollywood oyuncusu şu an çok taşşaklı bi kanalda yayınlanan bir dizide de başrol oynuyor. diğer esmere baktım o da aynı dizide yan rol.

    lan olm bildiğin iki tane holivut yıldızını eve atıp selfie çekmişim. vay amk hala inanamıyorum lan, kendimi sorgular oldum. şizofreniden korkuyorum.

    bu da böyleyken böyle. hadi doğaüstü değil diye iddia edin.
  • iki yanı açık, önünde arkasında sağında solunda ev dahi olmayan yolda yürürken(düşün artık kaldırım bile yok), bir anda uçarak gelen, 24 sayfalık teknosa kataloğunun surata yapışması.

    yukardan "bu mp3 çaları kaçırma, çok ucuz" şeklinde bi mesaj mı geldi acaba diye baktım kataloğa ama bildiğin teknosa işte. herşey yine pahalı. anlam veremedim, hayret.
  • bunu çok yakınlarım hariç kimseye anlatmadım. burada zaten kim olduğumuz belli olmadığı için yazmamda bir sorun yok.

    yıl 2010, amerika'nın alaska eyaletindeyim*

    orada yaşamaya başlayalı yaklaşık iki ay olmuştu. şehrin yaşam tarzına artık alışmıştık. mesela sokakta yürüyen bir tek insan yoktu. sadece biz türkler yaya idik, herkes arabayla geziyor.

    birgün marketten çıktım bisikletimi bağladığım yere doğru ağır ağır yürüyorum. arabanın birinde şoför koltuğunun yanında bi tane yaşlı adam oturuyordu, adam aynı dedem. ama bukadar benzer yani. kendimi ona bakmaktan alamadım çünkü aşırı benziyor. o da bana bakıyor. artık o kadar uzun bakıştık ki adam elini yavaş yavaş kaldırıp bana selam verdi. yavaş yavaş diyorum çünkü galiba adam felçliydi, felçli tanıdığı olanlar bilir, hani ilkokulda hoca parmak uçlarımıza cetvelle vururdu ya, parmaklarımızı birleştirirdik, hah işte eli öyleydi. o şekildeki elini yavaşça başına kaldırarak selam verdi ve gülümsedi.

    ben iyice heyecanlandım çünkü benim dedem de felçli. adamın yanına gitmek istedim ama hasta olduğu için birileri adama zarar vereceğimi düşünür diye çekindim ve gitmedim. arkama baka baka gittim ve adam da hiç gözünü benden çekmedi.

    türkiye ile aramızda 11 saat var. yani alaskada sabahken türkiyede akşam oluyor. ben ertesi gün sabah yani türkiyede akşamken bizimkileri türkiyeyi aradım, normal konuştuk ettik. dedemin öldüğünü söylediler. ne zaman dedim dün dediler. yani benim o markette dışarıda o adamla selamlaştığım an.

    dedem yaklaşık 25 sene felçli yattı, yatalaktı yani. çok zor yıllar geçirdi. ben dedemin normal halini hiç göremedim. bir kere bile sohbet edemedik yani adam zaten yatalak. ama hep sıcaklık hissederdim adamcağıza. severdim yani.

    lafın özü bu olay bana pek tesadüf gibi gelmedi. dedemin zaten hayatımızda bir yeri yoktu ki hatırladım özledim aklıma geldi ölümü de ona denk geldi desem. adamın öldüğü anda benim birini ona sanki oymuş gibi benzetmem, elin amerikalısıyla vedalaşır gibi selamlaşmamız bana gülümsemesi kaybolana kadar birbirimize bakmamız..

    dedemin kafamdaki görüntüsü hep o adamın görüntüsüdür, diğer hallerine dair gariptir ama hiç bir anı yok. hep o gülümseyip bana selam verdiği anı hatırlıyorum.
  • anlatacağım olayların başlangıcı 1993 yılına dayanıyor. kızımın babasıyla evliyim o zamanlar ve evlilik kötü gidiyor ayrılmanın eşiğine gelip, evliliğe bir şans daha vermişiz ama o şansı pek de iyi kullanamıyor eşim. bir gece yattım ve bir rüya gördüm.
    rüyamda ben iki tane hintli gibi beyazlar giymiş adamın arasındayım. adamların ağzı açılmıyor ama ben söylediklerini duyuyorum. yemyeşil bir vadinin ortasındayız ama yeşilin güzelliği inanılmaz, ilerde bir grup genç insan var uçuk renkli pembeli- eflatunlu- mavili uçuşan kıyafetler var üzerlerinde. hintli gibi adamlar bana o grubun öğretmeni olduğumu söylüyorlar, şaşırıp soruyorum "ne öğreteceğim onlara?" diye. diyorlarki, " anlatsınlar dinle, fikir ver, yeterli bu kadarı" sonra o grubun içinde ve çok mutlu yürüyorum , hep birlikte gidip geliyoruz o vadide. dönerken beni getiren adamların arasında o'nu görüyorum. aman tanrım "o" gelmiş diye başlıyorum koşmaya , böyle filmlerdeki ağır çekim koşmalar gibi o da bana doğru koşuyor ve kucaklaşıyoruz. sarılıyorum büyük bir özlem ve hasret var aramızda. tenini, kokusunu, sıcaklığını hissediyorum. hiç bir tensellik yok sadece çok iyi bildiğim ve hasret kaldığım birine özlemle sarılma. kokusunu çekiyorum içime ve diyorumki;

    - "nerede kaldın, hep seni bekledim."
    o da cevap veriyor ama yine sessiz ve ben duyuyorum,

    -" görevim ancak bitti, ancak gelebildim."

    birden uyanıyorum, o kadar eminimki yanımda onun yattığından, dönüp bakıyorum yanıma, aaa başka bir adam var. hani" ah belinda diye bir film vardı müjde ar'lı filan o film gibiyim. bu adam da kim , öylesine yabancı, öylesine tanımadık bir adam. bu adam doğruysa ben yanlış yerdeyim diye panik halindeyim. bu duygu ve nerede olduğumu, gördüğümün rüya olduğunu algılamam ne kadar sürdü hatırlamıyorum şimdi, ama gerçek bir üzüntüydü yaşadığım. kendime gelemedim birkaç gün. sonraki günlerde ise hep "o" bir yerlerden çıkıp gelecek diye bekledim. yolda yürürken, otobüste giderken biri omuzuma dokunacak diye bekledim durdum. göremedim ama...
    evliliğim yürümedi ve uzatmalarda işe yaramadı, ayrıldık. sonra ben yurtışına görevli gittim 5 sene kadar, döndüm. istanbul'a yerleştim. görev gereği seyahatler yapıyorum, ankara-istanbul gidip geliyorum. ve yalnızım, yani hayatımda birisi yok. ayrılalı yedi yıl olmuş ve birgün artık birisi olmalı diye düşündüm. benim için doğru bir adam olmalı, bekar olmalı ve istanbul'da yaşıyor olmalı diye bir talepte bulundum içsel olarak. aynı hafta ankara'ya gittim yine ve bir arkadaşım beni kenara çekerek eşinin bir arkadaşından bahsetti. onların evine gelmiş o haftasonu, yalnız bir adammış, istanbul'da yaşıyormuş, bu da benden bahsetmiş adam telefonunu vermesini söyleyip, eğer istersem görüşmek istemiş. biraz düşüneyim dedim ama heyecanlandım. içimde bir sevinç oldu ve bu benim için önemli bir işarettir. iç sesim daima doğruyu söyler. neyse birkaç saat sonra tamam dedim, arasın beni. adam aradı, sesini duyunca da heyecanım arttı. tamam dedim, istanbul'a döndüğümde görüşelim. dönene kadar hergün telefonla konuşuyoruz, adam beni istanbul'da karşılamak istedi. tamam dedim ve otobüsle gelene kadar heyecandan yerimde zor oturdum. terminale geldik, ataşehir'e, saat sabahın beşi, beş altı erkek var arabalarının başında bekleyen. şöyle bir baktım ve beni karşılayacak olanı gördüm. doğruca ona doğru yürüdüm ve ben elimi uzatmışken o sarıldı ve şöyle söylediğini duydum;

    -"nerede kaldın, hep seni bekledim"
    ve ben de ona şu cevabı verdim,

    -"görevim ancak bitti, ancak gelebildim"

    kokusunu , tenini, sıcaklığını hiç unutmadığım adam tam yedi yıl sonra gelmişti karşıma.
    ve evrene verdiğim talepteki gibi istanbul'da yaşıyordu, bekardı, ve benim için doğru adamdı....

    edit: hikayenin sonu eksik kalmış, sonra ne oldu ? diye soranlar için gelsin. o adamla 11 yıldır birlikteyiz.

    edit: efendim merak edenler için yazayim, biz hala beraberiz :)
hesabın var mı? giriş yap