• kardeşin haftalardır sorunsuz şekilde bindiği, benzin hortumu eskimiş motorsikleti yarım saatliğine almam, daha bineli beş dakika olmadan motorsikletin alttan alev alması, caddenin ortasında cayır cayır yanması gibi talihe küfrettiren olaylardır.
  • tencerenin kapağıyla makarna süzme girişiminin makarnaların hepsini lavaboda bularak sonuçlanması sonucu aç kalmak.
  • akla geldiğinde sözlükçüyü bir sahil kasabasına yerleşip akşama kadar rakı içmeye teşvik eden vasat olaylardır. benim başımdan geçen talihsizlik ise nevizadede bi güzel öptüğüm kızın aynı günün akşamında facebook profilinde ı kissed a girl şarkısını paylaşmasıydı. şarkının altına yorum olarak "senin ananı sikerim kaltak" yazmamamın tek sebebi ise bu paylaşımın tamamen raslantısal olmasına olan inancımdı.
  • bu dönem geçebilme umudumun olduğu tek dersin, me102, bilgisayarda yapılan sınavında solidworks programın 3 kere hata verip kapanması.
  • işe giderken ne cepte, ne cüzdanda ne de kredi kartında 1 allah kuruş kalmadığını fark etmek ve sabancı center'ın önünden beşiktaş deniz müzesine kadar tam 6.9 km'lik bir yürüyüş yapmak bu olaylara çok güzel bir örnektir. bu yürüyüş esnasında normal zamanlarda asla yanıma almadığım laptop çantam ve yaklaşık 1300 sayfalık kanun kitabımın da yanımda olması çok güzeldi. sıcağın da etkisiyle birlikte sakalından terler damlayarak işe gelen bir danayı canlandırdım bugün.
  • vernikli iskemleye oturup pantolonun götünü parlatmak ve bu şekilde, adeta bir sanat güneşi misali gezmek.
  • banyoda ayak küçük parmağının üzerin koca bir kalıp hacı şakir düşürmek.
  • elektrikli bisikletin arabama çarpması sonucunda 7 saat gözetim altında tutuldum karakolda. yahu şaka gibi; işlek bir caddede yavaş yavaş giderken aniden önüme çıktı bir genç bu aletin üzerinde; çarptım ben de. yani aslında o çarptı da gel anlat millete. o anları hatırlıyorum yalnız hiçbir şey yapamadım. saliseler içinde hayatım kararır gibi oldu şükür hastaneden hastaneye koştuk da gençte bir problem olmadığı ortaya çıkarıldı. ilk olarak hemen özel bir hastaneye gittik, orada -beyin cerrahisi mi neyse artık- ondan yokmuş; üniversite hastanesine sevk ettiler. genç yürüyor, görünür hiçbi' şey yok lakin tetkik gerekli yine de. allah muhafaza iç kanama falan fişman olur diye üç buçuk atıyorum.

    aldılar bu 17lik delikanlıyı, yatırdılar acile. bana da karakol yolları göründü. nasıl oldu n'oldu derken binbir stresle tamı tamına 7 saat geçti olayın üzerinden. karısının doğum haberini bekleyen baba gibiyim; babalara gelmekten korkuyorum. arıyorum abisini var mı bi' durum diye 'yok şükür' diyor. diyor da ben karakoldan çıkamıyorum. illaki sağlık raporu gelecek savcı bey izin verecek, ben çıkacağım. çok şükür geldiler sonunda ailesiyle, e o kadar gezince hastaneleri kanka olduk kardeşcağızla. baktım kıs kıs gülüyor, içim ferahladı bi'. helalleştik, el sıkıştık ayrıldık.

    şunu da öğrendim; kaza yaptığımız zaman ne olursa olsun olay yerini terk etmeyecekmişiz. benimkisi gibi başka bir arabayla yaralıyı hastaneye yetiştirmeye çalışırsanız -evlerden ırak- yaralının başına da kötü bir şey gelirse yolda veya hastanede sıçtın ki ne sıçtın. çok şükür bizde böyle bir durum olmadı. velhasıl ağır veya hafif yaralı olursa olay yerinde, ilk müdahaleyi yapmak için 112 veya polis çağıracaksınız hemen. aklınızda bulunsun. beni kesseler unutmam bunu.
  • 2009 yazı. temmuz sonu olmalı. alaska'nın ketchikan şehrindeyim. iki türk iki ukraynalı kaldığımız dairenin cam kenarındaki küçük masada oturdum, akşam 5 arasını soğuk bira ve çerezle geçiştiriyorum. tüm günün yorgunluğu, işin henüz bitmemiş olması vesaire. derken anatoly geç kalıyoruz kalk dedi. aha dedim boku yedik. hızla kalktım, türkiye'den aldığım camel soft sigarasını camdan fırlattım.

    biz birinci kattaydık, alt kat mobilyacıydı. bizim dairenin altı da mobilyacının deposuna denk geliyordu. denizin hemen dibi. neyse, çizmeleri giydim, fabrikaya koştum, başladım somonları yerleştirmeye. derken karşımda rus bir çocuğun bizim yan odada kalan ukraynalı kızlardan birine el hareketleriyle bir şeyler anlattığını gördüm. yanımdaki cumali'ye dönüp "kızların oda yanmış herhalde" dedim. birkaç dakika içinde sakinleştiklerini görünce, "hassiktir onların oda değilse bizimki yanıyodur lan" dedim. her şeyim odadaydı. pasaport, paycheckler, sigaralar(polis sıkıntısı)...

    hemen filipinli süpervizörden tuvalet izni aldım ve bunkhouse'a doğru koşmaya başladım. evet korktuğum başıma gelmişti, itfaiye gelmiş, kocaman bir alanı çevrelemiş, göbekli ama kaslı donut polisi elinde not defteri ile insanları sorguluyor. ben odaya doğru koştum, arkamdan 190'ın üstünde boyu olan itfaiyeci "sir, you gotta stop there sir!" diye bağırdı. ben duramadım koştum. kapımız ardına kadar açıktı, içerisi sağlamdı. alevler camdan içeri girmişti ama zarar yoktu. geri dönmem gerekiyordu. odadakilerin de benden önce polisle konuşmaması gerekiyordu. türk arkadaşı buldum, tembihledim, tamam dedi. ukraynalının birini buldum, o da tamam dedi. diğer ukraynalıyı bulamadım. sordum çocuklara "ivan nerde" dedim. "polisle konuşuyordu en son" dediler. aha dedim şimdi sıçtık. kaderde alaska'da hapse girmek de varmış.

    ardından odaya girdim, sigaraları saklayacak yer ararken her an polis gelecek diye bekliyorum. malum mobilya deposunun bir kısmı epey zarar görmüş. sigaraları saklayacak yer bulamadım. ardından kat işlerine bakan rocky ve fabrikaya adını veren bembeyaz saçlı kıpkırmızı suratlı big boss geldi. bana sigara içip içmediğimizi sordu. içiyorum ama balkonda, içeride alarm var içemeyiz dedim. halbuki pilini sökmüştüm zırt pırt ötmesin diye. cevabıma inanmadılar ama inanmış göründüler.

    ardından bulamadığım ivan'ı buldum. sigara içen yok dairede demiş. iyi de etmiş, alnından öpesim geldi. öpmedim. derken polis molis gelmedi, muhtemelen big boss halletti polis işini. ben de o hızla deniz kenarından downtowna yürüdüm. telefona sarıldım, beni en rahatlatacak kişiyi aradım. çok korkmuştum, bir şey olmadı. 2 hafta sonra geyiğini yapmaya dahi başladım. hiç unutamam.
hesabın var mı? giriş yap