• 2 gün oldu..

    taksim'den tünel'e hızlı hızlı yürümekteyim, zira arkadaşlar beni beklemekte ve her 5 dakikada bir arayıp çemkirmektedirler. bu süre zarfında ben, hızlı hızlı yürürken, "iyi günler, çevre için birşeyler yapmak ister misiniz?" diyen greenpeace gençlerini ayak üstü sözlerle kibarca reddedmekte, sol içerikli dergi satan güzel kızlara da "yok, sağolun almayayım" bakışları atarak yoluma devam etmekteyimdir..

    derken, tipimden dolayı mıdır nedir artık, -bu arada üzerimde de siyah bermuda bir şort, siyah converse ve siyah bir tişört bulunmakta, bu üçlemeyi kulaktaki küpe tamamlamaktadır- bir televizyon ekibinin genç ve alımlı muhabiri yolumu kesiyor ve "pardon! bir röportaj yapabilir miyiz acaba? sadece 1 dakika sürecek" diye soruyor.

    tabi memleketteki son durum, ülkenin içinde bulunduğu buhran, ekonomik kriz hakkında söyleyecek birşeyleri olan bendeniz, uzun bir süredir beklemekte olan arkadaşları siktir eden bir düşünceyle "tabi tabi" diyerek olumlu yanıt veriyorum bu teklife..

    kameraman abi hazırlanırken, muhabir kızımız hemen konu hakkında detay veriyor. "bildiğiniz üzere, son günlerde istanbul'daki evlerinden kaçarak izmir'e giden ve kendilerini 'emocu' olarak tarif eden iki genç kız gündemi meşgul ediyor" sizde bir emo olarak görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim.."

    tabi bu cümleyi tam olarak duymadan önce kafamdan haklı olarak ne diyeceğime dair bir kaç şey geçmekte.. tam ben euro-bond'ların son zamanlarda popüler ve dolayısıyla kısmen daha likit hale gelmesiyle döviz cinsi enstrümanların şimdi daha da yaygınlaşmış olmasını eleştirecekken bana hiçte alakadar olmadığım bir bir soru yöneltiliyor.. ekşi sözlük yazarıyız, tabiki birşeyler bileceğiz diyerek övünüyorum içimden ve söze başlıyorum..

    "öncelikle" diyorum, "ben bir emo değilim" ve devam ediyorum. "emolar, genellikle şu ilerideki işbankasının önünde oturan, saçları genellikle gözlerinin önüne düşüp, arkası spreyle kabartılan ...." kısaca bu tarzdan bahsediyorum.. sinyal çekme heveslerinden, genelde yaptıkları hal ve hareketlerden dem vuruyorum.. bunlardan bahsederkende, geçen hafta bir gazetede çıkan, ve o jenerasyona ait bir muhabirin, kendilerini bu tarza ait hisseden gençlere "kaybedenler kulübü" üyeleri olarak tanımlamasını eleştiriyorum..

    muhabir çok teşekkür ediyor benim bir uzaktan görüntümü alıp gidiyor..

    "iyi konuştum" diyorum, özellikle o muhabiri eleştirmemin çok iyi olduğunu düşünüp bir kaç dakika sonra buluştuğum arkadaşlarla paylaşıyorum bu hislerimi..

    akşam oluyor, o benimle röportaj yapan kanalı açıyorum, "evet emocu akımı japonya'dan sonra şimdi de türkiye'de" diye başlıyorlar habere.. şimdi size türk emocularını gösteriyoruz diye haber gösteriliyor ve ilk görüntüsünü verdikleri sözde emocu karşınızda...

    lan diyorum emo değilim lan ben o kadar söyledik diye sinirleniyorum.. o sırada vtr seslendiricisi "emolar napar" diye soruyor.. görüntüde yine ben, röportajdan bir kesit veriyorlar..

    - sokaktaki insanlardan para istemek gibi bir davranış var pek tabiii...

    sanki ben sokakta sinyal çekiyormuşum gibi gösteriyorlar, lan diyorum sikseler bi daha röportaj vermem derken, cep telefonum çalıveriyor..

    arkada kahkaha sesleri çok belli...

    - laaan hıyaar, bizden istesek biz sana para verirdik hahahah, ne diye elalemden istiyon dilenciiiiii muhahahahha diyorlar..

    üzülüyorum.. bu muymuş lan televizyona çıkmak diyorum...

    eklenmesi uygun bir edit: annemin huyu değildir mevzu bahis televizyon kanalının haberini izlemek. o gün izleyeceği tutmuş ve beni görmüş...2 gündür bana "biz sana hiç sevgi göstermedik mi de emocu oldun" diye soruyor...
  • sözlük yazarlarının muhtemelen, kısa süreli şöhret olmalarını sağlayan hikayelerdir.

    sene 1998, üniversite 2. sınıftayım. herkesin televole izleyip, kimsenin birbirine itiraf edemediği dönemler. benim televizyonda da yanlışlıkla televole açık kalmış, izlemiyorum tabii ki. tam hatırlamıyorum ama muhtemelen felsefe kitabı filan okuyorumdur. o esnada mankenlere sordukları soruyu duyunca kulak kabartıyorum. fırlama sunuculardan biri mankenlere, "uzun saçlı erkekleri mi tercih edersiniz, kısa saçlı erkekleri mi?" gibi bir soru soruyor. o esnada kısa saçlı erkek figürü olarak brad pitt bozması bir adamı gösteriyorlar, ekran değişiyor ve bir anda televizyonda istiklal caddesinde yürüyen ben gözüküyorum. afallıyorum, birazdan sunucunun çıkıp "ehe ehe, yayın ekibimizin hazırladığı bir şakaydı, herkes kendisini görüyor aslında" demesini bekliyorum, sonradan bunun teknik olarak mümkün olamayacağını algılıyorum. ciddi ciddi uzun saçlı erkek figürü olarak beni kullandıklarını anlıyorum. görüntü arka çaprazdan çekildiği için, yüzüm tam gözükmüyor ki, aksi taktirde "oha lan adamdaki tipe bak, yapımcının akrabasıdır kesin" şeklinde ithamlara maruz kalacağımı düşünüyorum. elimde sigara, ayaklarımda halı saha maçlarında kullandığım spor ayakkabım, üzerimde ise lise döneminden kalma eski kot pantolonum ve üniversiteye başlarken aldığım kaşe paltom var. o paltoyla o kadar bütünleşmiştim ki, omuzları geniş gösteriyor diye, kıçımın terlemesine aldırmayıp, mayıs ayına kadar kasar, üzerimden çıkarmazdım. o paltonun bana bir takım kapılar açacağına inancım tamdı ama bu kadarını da beklemiyordum. eğer ki bu olağandışı durumun sebebi o palto değilse, muhtemelen yayın ekibinde şöyle bir diyalog geçmiştir.

    - birazdan yayına gireceğiz uzun saçlı erkek görüntüleri geldi mi?
    + ahmet bey, arkadaşlar görüntü almayı unutmuşlar.
    - hay ben sizin... elimizde ne var peki?
    + kaybolan gençlik belgeseli için daha önceden çektiğimiz görüntüler var.
    - neyse, hiç yoktan iyidir.

    neyse, önce demet şener'e soruyorlar, demet şener, kısa saçlı erkekleri tercih ettiğini söylüyor, egom tavan yapmış, direkt üstüme alınıyorum, genlerimdeki x kromozomum aktif hale geliyor ve 'hahayyt, seni kimler beğensin' diyesim geliyor, ama demiyorum. akabinde ebru şallı'ya soruyorlar, kendisi uzun saçlıları tercih ettiğini söylüyor. içimden 'hislerimiz karşılıklı diyorum'. ancak sonradan görüntüleri izleyip beni görünce, verdiği cevaba nasıl pişman olmuşsa artık, kendine eş olarak potansiyel kel harun tan'ı seçti kızcağız.

    akabinde telefon çalıyor. babam arıyor.

    "ulan deyyus, biz seni okumaya gönderiyoruz, sen elinde sigarayla sokaklarda serserilik yapıyorsun." diye epey bir azarlıyor. bir şeye çok kızmış ama ne olduğu tam belli değil.

    telefonu annem alıyor.

    "evladım, sen aç mı kalıyorsun oralarda? çok zayıflamışsın, dikkat et kendine" diyor.

    bu ve benzeri birkaç tavsiyeden sonra telefonu kapatıyorum. ebru şallı'nın 'uzun saçlı' derken ki dudaklarını büzüştürdüğü anı gözümde canlandırıp, yatıyorum.

    artık saçlarım kısa, arada bir hala istiklal'de turluyorum. en büyük hayalim, olur da bir gün bana doğru yönelmiş bir kamera görürsem, çekmeyin kardeşim, çekmeyin diye kamerayı elimle kapatmak ve hemen ardından "daha evvelden rezil ettiğiniz yetmedi mi ibneler, şimdi de jonny depp'in uzun saçlı haliyle karşılaştırıp, iyice itin götüne mi sokacaksınız beni" diye höykürmektir. o andan sonra inanıyorum ki, hayatımda yepyeni bir sayfa açılacak.
  • naçizane bir hikayem var benim de. ara sıra aklıma gelir de, yeniden utançlara gark olurum. ne işim var benim, manyak mıyım ben.. neyse anlatayım.

    yıl 2003. yer izmir. üniversiteye yeni başlamışım. baya bir yıldır gitar çalarım ben. kuzen de bir müzik eğitim merkezi açtı o aralar, paraya para demiyor. kafası çalışır benim kuzenin, tam şerefsiz model tüccardır. üst kat enstrüman satış mağazası, alt katta da ders veriliyor falan. gel dedi bana, hem orada dur, hem de ders ver para kazan. atladım tabi, seviyoruz bu işleri, hem elimin altında istediğim enstrüman olur, çalarım bütün gün, gelen gidenle zaman geçer, hem de derslerden arta kalan zamanda ders veririm, para kazanırım. güzel iş!

    herşey düşündüğüm gibi gitmekteydi. kendime ait 30 kadar öğrencim var. anlaşmamız yarıyarıya. yani her öğrencinin ödediğinin yarısını ben alıyorum, yarısını kuzenin mekana bırakıyoruz. kuzenin sabahları uyanmakla ilgili ciddi problemi vardı. arada bir geç kalıyor, uyanamıyor, beni arayıp o sabah dersi olan kendi öğrencilerine ders vermem için beni arıyor. ilk başlarda safım tabi, olur abi diyorum, n'olcak, veririz tabi. ama daha sonra kendim 30 öğrenci parası alırken, 100'e yakın adama ders vermeye başlamışım. pek afedersiniz anam ağlıyor ders vermekten, okula falan gidemiyorum (bu arada bambaşka bir bölüm okumaktayım, yani müzik aslında hobim). ulan ne biçim iş bu falan diyorum, ama hala saflık işte, 7-8 aya yakın öyle gittik. kuzenin bana kakaladığı öğrenciler arasında tülin hanım diye biri var. izmir merkezli bir yerel kanal vardır: ege tv. hatta şu anda uydu üzerinden ulusal yayın da yapmakta. işte bu tülin hanım o ege tv'nin ana haber spikeriymiş. çok tatlı bir kadın, beni de pek seviyor. ders arası veriyoruz, bana "ganz end rozıstan dont kırayı biliyor musunuz" falan diyor, ben çalıyorum, kadın kendinden geçiyor falan. pek seviyor işte beni.

    kuzenin bu öğrenci kakalama olayı artık kurumsallaşmış ve rutine binmiş. biz tülin hanım'la yaklaşık 2 ay ders yaptık. bir salı günü tülin hanım çok heyecanlı bir şekilde geldi:

    -tülin hanım: süper bişey yaptım ben.

    +dur: noldu n'aptınız tülin hanım?

    - perşembe sabahları yayınlanan rüzgar gülü diye bir sabah programı var. oraya çıkıyorsunuz.

    + nee? ne alaka yahu.. yok ben istemem öyle şeyler. şarkıcı mıyım ben! yok olmaz.

    - ya saçmalama şekercim (paso şekercim diyordu bana) yaaa. ayarlandı herşey, çıkıyorsun kesin. çıkıp 2-3 parça çalacaksın bişey değil.

    + (iç ses: yaa sokayım şekercine, sıçtık oğlum ya) ya tülin hanım, bana bir sorsaydınız bari, benim ne işim olur televizyonla.

    -ya lütfen, oyun bozanlık yapma, ben senin iyi yerlere gelmeni istiyorum da, falan da filan..

    + (iç ses: peeh) eh peki o zaman!

    malum iki gün sonra televizyona çıkıyorum. konuştuk tabi, ne çalınır falan diye. bir kere programın adı rüzgar gülü, kesin teoman'ın rüzgar gülü'nü çalacaksın dedi. dedim tamam anasını satayım, çalarız. gerisini kendin ayarla ben sana güveniyorum dedi tülin hanım.

    ben olayın ciddiyetini kavramaktan çok uzağım. böyle bir kültür-sanat programında, köşede oturup, bana döndüklerinde 2 parça çalıp gideceğim sanıyorum. gayet günlük bir kıyafetle ege tv'nin yolunu tuttum. üzerimde bir t-shirt, onun üstüne önü açık bir gömlek, altta bir hayli yıpranmış ve kemersiz bir kot pantolon, ayakta adidasımsı bir ayakkabı. elimde gitarımla binaya girdim.

    -güvenlik: hayrola hemşehrim?

    +dur: ee.. şey, merhaba, ben programa katılacaktım.

    -ne programı?

    +ya işte bu rüzgar gülü var ya. ona katılacağım.

    -(gülümseyen alaycı bir bakışla) yak yahu. nasıl oluyormuş o öyle?

    +(çattık) ya işte, ismim falan filan..

    -ee şey, hoş geldiniz. 4. kata çıkıyorsunuz.

    +(noldu lan keraneci dercesine gülerek) hehe, çıkalım bakalım.

    girdim içeri, programa 40 dk. kadar var. haftada bir gün yayınlanıyormuş bu program. yani hergün yayınlanmadığı için bir rutin havası yok. sunucu kız geldi, benimle tanışmak için. tanıştık, bana ne içersiniz falan diyorlar. dedim, bişey içmeyeyim, sesime zarar vermeyeyim şimdi. ulan iç işte bişey demi, sabahın köründe ses açılmamış zaten, çatal gibi. bir çay iç, bişey iç. içmedim, iyi bok yedim. makyaja aldılar sonra beni, makyajı yapan kadınla muhabbet ediyoruz.

    -makyöz: okuyorsunuz heralde?

    +dur: evet, müzik sadece hobi aslında. ee, programa konuk olarak kim var başka?

    -kimse yok valla, işte bir siz varsınız?

    +nee!?! ee kaç saat sürüyor program?

    -3 saat sürer. sonra öğlen haber bülteni başlar.

    +(iç ses: gaçhayım!) (iç ses 2: nah kaçarsın angut!)

    makyaj bitti, ekiple programı nasıl açacağımızı konuşuyoruz. dediler, açılış jeneriğini koymuyoruz bugün, sen direkt rüzgar gülü'yle gir.

    -set ekibi: evet son bir dakika.

    +dur: (iç ses: ulan ne işim var benim burada, neyse yapacak bişey yok. ulan ellerim niye titriyor anasını satayım)

    set ekibi 10 saniye dedi. adamla göz göze geldik, gir dedi bana başladım. başlamaz olaydım. o heyecanla, 1-2 ses çatlamasının ardından rayına oturttum şarkıyı, söylüyorum.

    bir yaz günü bir yaz günüüüü, rın çıkın dı çıkın, rın çıkın dı çıkın (bu dört dörtlük gitar ritmi oluyor efendim), hiç bu kadar üşüdün müüü?

    neyse, şarkıyı bitirdim. oynak bir müzik girdi, noluyor lan diyorum ben. az önce o güzelim, kibar, alımlı sunucu kız, hoplaya zıplaya, göbek ata ata stüdyoya giriyor.

    -sunucu: günaaayddaaaaaaannn canlaraaaamm, günaydaaaann. ayy bir hafta geçmeek bilmedaaaa..

    (müzik: dup çiki dup çiki dup çiki dup çiki)

    +dur: mavi ekran!

    -bugün konuğumuz izmir'den gitarist dur (ismimle söylüyor tabi bunu). merhabaaa..

    +(iç ses: lan sen ne pis bi kadınmışsın, televizyon ele geçirmiş kızım seni, ne bu hareketler, böyle mi konuşuyorduk biz az önce) ee merhabalar.

    neyse başladık işte programa, gidiyoruz. beni tanıma muhabbetine geliyor konu. tabi kadın da haklı, öyle izmir'de tanınmış bir sima falan değilim, kendi halimde bir adamım. soruyor:

    -ne okuyorsun?

    +uluslararası ilişkiler.

    -hmm, aslında pek alakalı değil. ama diplomasi alanında keşke müzisyen ruhlu büyükelçilerimiz, konsoloslarımız olsa. hahahaytt. peki kariyer olarak müzik mi düşünüyorsun?

    +yok, aslında öyle bir hedefim yok. akademisyen olcam ben!

    ulan ne işin var o zaman burda diye sormazlar mı adama! sordular zaten, ben ne dedim? +yani ben aslında pek gelmek istememiştim.

    zbaankkk diye bir sessizlik oluşur programda. neyse kadın allahtan işini biliyordu da, geçiştirdi. devam ediyoruz programa, şarkı falan çalıyorum arada. repertuarda bütünlük diye bişey yok. bir cat stevens çalıyorum, arkasından aşık veysel'den dostum'u çalıyorum, sonra mfö patlatıyorum. reklamda bir daha yabancı çalmazsan iyi olur dediler. çünkü, cat stevens'ın wild world'unun ikinci kısmının sözlerini unutup, birincisi ile tamamlamaya çalışırken, 10 saniye kadar sağlam saçmalamıştım.

    neyse, tam reklamdan çıkıyoruz:

    kameraman 1: (kulağındaki kulaklıktan bişey söylerler adama) ee babannen hastaymış galiba.

    dur: (iç ses: anam buraya kadar haberi geldiyse kesin ölüyor kadın) hadi ya.. noluyor? neyi var babaannemin, ühüü.

    kameraman 2: (diğer kameramana gülerek) oğlum hasta değil, hattaymış.

    dur: (iç ses: zıçtık, gaçhayım) (iç ses 2: nah kaçarsın dedik, otur oturduğun yerde)

    program başlar ve babaanne barni moloztaş edası gülüşüyle programa dahil olur.

    babaanne: yuh yuh kih kih, hoh hoh..

    sunucu: !?

    dur: !?

    sunucu: oovv, süper babanne bağlandı.

    dur: (iç ses: şu an koşarak kaçsam n'olur ki?)

    babaanne: evet evet, süper babaanneyim ben.

    sunucu: evet torununuz burada, nasıl bir insandır torununuz?

    babaanne: süper bir insandır, şöyle güzeldir, böyle adamdır, gurur duyuyoruz... biz onun müzikle uğraşmasını istiyoruz!

    dur: (iç ses: yok lan, bu kadar saçma bir gerçeklik olamaz, kesin rüya görüyorum)

    program devam eder. ben bişeyler çalarım falan derken, şimdi de halam arıyor, delireceğim ya. ulan ne işiniz var, niye arıyorsunuz? oturun efendi efendi izleyin işte. halam kaprisli bir kadındır benim. gıcık olurum zaten, keşke önceden söyleseydim, o da beni sevmezdi de aramazdı. aradı sözlük, o da aradı!

    hala: ee ben dur'a uluslararası ilişkiler okuması fikrini vermiş ilk kişiyim.

    (yok böyle bişey)

    dur: eeheh, yani ben zaten istiyordum hala.

    hala: ama yok, ilk benimle konuştun.

    dur: yok annemlerle de konuşmuştum. (iç ses: hala bak bir kapat şu telefonu, manyak mısın?)

    hala: ne zaman?

    dur: ya işte yazlıkta, çardağın altında oturduğumuz bir gün vardı ya, orada konuşmuştuk biz onu. (iç ses: sinirden kendimi sikicem şimdi, hala yürü git lan)

    ulan bütün bu aile rezilliği yetmezmiş gibi, şiir köşesi varmış programın. programın son bir saatinde, fona hüzünlü müzikler veriliyor. gelen fakslardaki şiirler okunuyor. canlı yayında, sunucu bana öyle bir sokuşturdu ki:

    sunucu: evet, faksımız var yine. bornova'dan zırtgül, pırtsu ve ıkınperi (isimler hayalimin ürünü) orhan veli'den hürriyet'e doğruyu okumanı istiyorlar durcum. ayrıcaaaa, gözlerine bitmişleeeerr.

    dur: ehemm, şey, ben pek beceremem. (karşıdan gözler faltaşı açılmış bir şekilde bir bakış atılır) ama deneyeyim hadi hehehe. (iç ses: ulan bildiğin sabah şekerleri programına gelmişim, tülin hanım, reva mı bu haktan ya??)

    "gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola...." derken, kamera bana zoomlanmış, arkada hüzünlü bir müzik. aşağıdan bir kadın emekleye emekleye geliyor. gözüm takılıyor kadına, bir yandan şiiri okurken, kadın bana kaşıyla gözüyle önüne bak işareti yapıyor. allahım delirecem, ne manyakmışsınız lan siz diyorum. emekleyen kadın gidip, sunucunun gerdanına fondöten gibi bişey sürüyor. şiiri bitiriyorum. sunucu nasıl becerdiyse, gözlerini doldurmuş. bana süper şiir okuduğumu falan söylüyorlar. kendimi tanımasam, inanacağım, ama yemezler, başka okumam. neyse bir şiir de sunucu patlatıyor, kameralar sunucuda bu sefer. aynı emekleyen kadın bu sefer bana doğru geliyor. hoşt diyesim geliyor. kadın gelip, aynısından alnıma yanaklarıma falan sürüyor. sonradan öğreniyorum ki, terden parlıyormuşuz. spotların altında olmak zor be gözüm, bilmezsiniz siz..

    sona yaklaşmışız. adamın biri uydu üzerinden izliyormuş, elazığ'dan arıyor. ulan ne işin var elazığ'dan arıyorsun, kaç para yazar ordan. otur dinle işte.

    izleyici: efendim, anladığımız kadarıylana, dur beyin ailesinde, kendisinin kariyeriyle ilgili bir ikilik var. sen sıkma canını canım kardeşim. içinden ne geliyorsa, öyle yaşa, öyle yol çiz kendine.

    dur: (iç ses: bak dayı, bir yürü git, kalbini kırarım, bak geliyor şimdi küfür, turgay şeren'e bağlatmayın adamı) yok efendim, siz sıkmayın canınızı, yok öyle bir ikilik.

    öyle böyle derken, program bitiyor. son bir şarkı istiyorlar benden, program bitiyor deyu, meğerse çilem daha bitmemiş. çalıyorum şarkıyı, bitiyor program. sanki bütün gün sırtımda kömür taşımışcasına yorgunum. sinir, stres manyağı olmuşum. annemlerden başka kimseye haber vermedim programı. arkadaşlar falan bilmiyor yani. ama o günün sonrasında anladım ki, ege tv izmir'de izleniyor arkadaş. bütün arkadaşlarım izlemiş, okula bir gittim, gırgırın, taşağın bini bir para. peeeh..

    bu da böyle bir anımdır, biline!
  • "realsanto, 1979, ankara - ...

    oynadığı karakterlerle önemli çıkış yakalayan türk televizyon oyuncusu, müzisyen, yazar.

    kariyerine ferhunde hanımlar'ın bir bölümünde tamer karadağlı'nın aşti'de ipek çeken'i yolcu ettiği sahnede arkada bavul ile bekleyen adamı oynayarak tesadüfen başladı.

    bir yandan üniversite eğitimini sürdürüken, bir yandan da ferhunde hanımlar'ın devamı niteliğineki bizim evin halleri isimli dizide yine tesadüfen 2 bölümde görünerek akrabanın eşin dostun dikkatini çekti.

    ankara'daki yunan büyükelçiliğinin önünden geçerken "abi hangi kanal?" diye yanaştığı kameralar bbc'nin çıktı, bir pazar akşamı top gear beklerken kendini bir tartışma programı vtr'sinin arka planında yürürken gördü (bkz: top gear/#10761571). bu onun uluslar arası alanda ilk deneyimi oldu.

    askerliği sırasında gelibolu'daki anma törenlerinde bayrağımızı gururla taşırken görüntülendi. tören, dönemin başbakanı erdoğan ile kolordu komutanı engin alan arasındaki ayağa kalkma krizi ile hafızalarda yer etti.

    yoğun iş temposu nedeniyle bir süre kameralardan uzak kalan genç oyuncu, sevenlerinin destek ve telkinleri ile kariyerinde müziğe yöneldi. kısa sürede popülerlik yakaladığı çalışmaları sayesinde trt canlı yayınında ahmet özhan, ercan saatçi ve hülya avşar'ın da dahil olduğu bir koro ile tsm şarkıları seslendirdi. koro kariyeri beklenmedik sebeplerle sona erdi. (bkz: #12174952)

    görev için bulunduğu kudüs'te trt canlı yayınında bir binanın terasında faaliyetlerinden bahsederken, fırtınanın etkisi ile çatıdan uçan bir kiremit yüzünden tehlike atlattı. israil ile yoğun krizlerin yaşandığı bir dönemde ve primetime'da yayınlanan bu program onun geniş kitlelere ulaşmasını sağladı.

    gazze'ye yapılacak yardımlara kamuoyu desteği sağlamak için uluslararası basınla görüştü, bbc radyo'ya canlı yayında röportaj verdi, israil'in abluka politikalarını eleştirdi. gazze yerel basınında kahraman ilan edildi. the independent gazetesi onunla yaptığı röportajı ana sayfadan yayınladı. batı şeria'da et almak için girdiği bir kasaptayken, filistin tv'sinde tekrarı yayınlanmakta olan kurtlar vadisi dizisinin reklam arası haber tanıtım kuşağında kendisini gördü. kasap eti bedava vermek üzereyken "çakır ölüyor yakında yeaa" diye spoiler verince satırla kovalandı.

    yurda döndükten sonra özel hayatına daha çok zaman ayırmaya karar verdi ve kameralardan uzak kaldı. şu an evli ve bir çocuk babası olan deneyimli sanatçı en son oğlunun doğum günü videosunda görüldü."
  • 2000 yılı. annem ile babam mükemmel bir karara imza atarak "deprem olursa çocuklara birşey olmasın" diyerek beni ve kardeşimi mersin'e okumaya göndermiş. orta son sınıfa giden ve 3 yıldır bağlama çalan bir delikanlı olarak mersin'de gayet etkin olan hacı bektaş veli derneği'ne bağlama kursu almaya gitmişim bende. o zamanlar yaşıma göre çok iyi bağlama çaldığım için kursun ikinci gününde hocamız "gel televizyonda program yapacağız" diyerek zorla beni mersin in yerel bir kanalı olan kanal 33'e götürmüştür.

    14 yaşında yağız bir delikanlı düşünün. ama muazzam derecede bıyıkları var. hatırlayanlar olacaktır deprem yüzünden okulunu değiştirenlerin üniformalarını değiştirme zorunlulukları kaldırılmıştı. mersin sıcak yer olduğu için ceket zorunluluğu olmayan bir okulda ibiş gibi ceketle gezen tek öğrenciydim. ilkokula giden çocukların bu bıyıklı ve ceketli çocuk gibi, ama aynı zamanda adam gibi olan ademoğlunu öğretmen sanmaları uzun sürmemiş, tuvalatte ve kantinde asla sıra beklemeyen bendenizin öğretmen zili çalmadan sınıfa girmeyen, merdivende itişen çocuklara "yavaş evladım yavaş. düşeceksin bir yerini kıracaksın şimdi" gibi laflar eden bir tipe dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. saçlar ise tıpkı umut sarıkaya karikatürlerinden fırlamış gibi tam 3 numaradır.

    "saat 9 da program başlayacak sakın gecikme tamam mı canım" diye aldığım telkini hiç iplemeden o saatlerde sokaklarda sırtımda bağlama ile zağar gibi gezerken yakalanıp "valla kanalın yerini bulamadım" bahaneli kaçma girişimim de sonuçsuz kalınca mecburen tv studyosundaki yerimizi almıştık. lobide programın sunucusu şişman amca "vayt gençler sizin dalağınızı yiyim. aslan gibi çıkın aslan gibi çalın. sakın çekinmeyin ha. koçlarım benim" gibi sözlerle bizi adeta bir ahmet kaya edasıyla motive ederken kameraların kırmızı ışığı yandığı anda "evet sayın türkü severler, gecenin uzun boşluğunda süzülen kar taneleri gibi akan duygu pınarlarımızı şenlendirmeye gelmiş bu sevgi dolu genç kardeşlerimiz..."'e dönüşmüş zeki müren'e mezarında "aman allahım neler oluyera" dedirtmiştir.

    karşımızda 37 ekran bir televizyon, yanımızda kel, şişman ve badem bıyıklı bir sevgi kelebeği ve daltonlar gibi boy sırasına dizilmiş solistlerin önünde sıralanmış üçü 20 yaş üstü biri 14 yaşında fakat gür bıyıkları ile düşmana korku dosta güven veren ben. hayır dostlarım zor olan ekran başındaki seyirci olmak değil, sandalyeye sıkışmış ve zorla televizyona çıkartılmış 14 yaşındaki bıyıklı çocuk olmaktır.

    neyse. program başladı. saniyeler geçti geçmedi baktım 37 ekranda biz varız. " ulan cidden canlı yayın mı ya bu?" diye kendi kendime bazı testler yapmaya başladım. bağlamamın sapını bir aşağı bir yukarı sallayarak 1-2 saniye gecikme ile ekranda bağlamasının sapını bir yukarı bir aşağı oynatan adam görünümlü çocuğu izledim. ikna oldum. ekrandaki bizdik. tam kadraj sınırında olduğum için tellere vuran sağ elim televizyonda görünüyor falat sol elim tamamiyle dışarıda kalıyordu. jak takılmayan tek bağlama olan elimdeki alet birdenbire sadece oyulmuş bir odun parçasına dönüşmüştü. o günlerde bağlama çalmak için en ufak bir heves barındırmayan bünye o onda arif sağ'ın kaküllerini sallatan, erdal erzincan'ın gözlerini kapatan ve mustafa özarslan'ı bir pavarotti edasıyla sahnelerde coşturan duygunun esiri olmuştu. zaten bağlamamın sesinin yayına gitmediğini de anladığımda sol elimle hiçbir üstadın yapamayacağı hareketleri yapmaya başlamış elimin ekranda nasıl göründüğünü anlamak için de kafamı bağlamanın önüne kadar eğmiştim. çalınan parça uzun ince bir yoldayım'sa mesela ben asturias çalar gibi çırpınıyordum. tabi ekranda görünenin bir çetin akdeniz değil de üç numara kafaya vuran spot ışıkları altında çırpınan bir adam gibi, ama aynı zamanda çocuk gibi olan delikanlı olduğu gerçeğini anlamam uzun sürmüştü. ilk reklamlarda yanıma gelen kameramanın "olm niye sen kafanı eğiyorsun bırak uğraşma dimdik dur öyle çal" demesi bazı sinyaller vermişti. programın ikinci yarısı, ekipten birinin sadece beni uyarmış olmasının verdiği ruhsal çöküntüyle başlarken ekrandaki yerim gitgide kayıyor ve artık vücudumun sol tarafı tamamen kadraj dışında kalıyordu. bu bünyede two face etkisi yaratmış olacak ki heyecandan bayılan solist kızı bacaklarından tutup çeken set görevlisi bana sevgi kelebeği gibi gelirken, badem bıyıklı asıl sevgi kelebeği adeta spawn'daki kötü adam gibi görünmeye başlamıştı. yorulduğum zaman sol elimi bağlamanın sapında gezdirmekten vazgeçiyor, baş parmağımı yukarı doğru kaldırarak "ok mi abi?" şeklinde kameramana işaretler yapıyordum.

    hızlı başlayıp erken biten ilk yarı sonucu başarısız bir yayına girme girişiminden sonra sevgi kelebeği biraz sinirlenmiş önündeki kağıttan hazırladığımız reperatuara çaktırmadan bakarak "peki leylim ley'i çalabilir misiniz?" diye soruyor, bizde zaten sıradaki türkü o olduğu için büyük bir şevkle çalıyorduk. türkünün sonlarına doğru "helal olsun gençliğimize, geleceğimize. ne söylesem hemen çalıyorlar" diye söze giren kelebek bizi gaza boğuyor, arada sırada gelen "tahtacı semahı'nı çalsınlar" gibi istekleri ise "inşallah birdaha ki programa çalarız türkü dostu" diyerek savuşturuyordu. o sırada; bayılan solistleri paçalarından tutarak kadrajdan çıkarmakla uğraşan set elemanı "hassiktir sis vermeyi unuttum" diye düşünerek tüm program boyunca vermesi gereken sisi tek seferde içeriye pompalamaya başladı. göz gözü görmez oldu. sis makinesi adeta bir traktör ekzozu* gibi zaten küçük olan stüdyoyu tütsülerken sulanan gözler dertli türkülere bağlanıyor, dumanı yiyen ses telleri titredikçe "çok dertli söylüyor çocuklar" temalı telefonlar artıyordu. fakat iş çığırından çıkmıştı. kameraman görüntü alamaz hale gelmişti. sisler arasında kaybolan bir orkestra fikri her ne kadar sevgi kelebeğinin gözlerini parlatsa da sağlığımız için sis makinesine bir dur demek gerekiyordu. en kenardaki eleman olarak duvarda açılmış bir deliğin arkasından gelen dumanın kaynağını bir tek ben görüyordum. kadrajdaki yarımdan vazgeçerek eğildim ve orada hazır bulunan bağlama kılıflarından biri ile deliği tıkadım. her ne kadar arkadan "öhööhöhhmhö makinesinin deee programının daa" diye sesler gelse de kameraman baş parmağı ve işaret parmağı ile bir daire yaparak "aferin olm süper yaptın ölecektik a.k" işareti yaptı. sevindim. dağılan sis arasından kâh eğlenceli kâh dertli türküler seslendirerek programı bitirdik.

    sonrasını özet geçeyim. herkesin bir arabaya doluşup evlere dağılması. "ben burdan eve giderim abi gerek yok arabaya" diyerek artistlik yapmam. resmen sokakta kalmam. gece saatin birinde mersin'de açık bir büfe bulup eve telefon etmem. başıma bir iş geldiğini sanan dayımın sokaklarda son sürat koşarak büfeye gelmesi. beni alıp eve götürmesi. beni evime bırakmayan hocalara küfürler ederek yarın gidip döveceğinden falan bahsetmesi.

    - cumartesi günü izlediniz mi beni hala televizyonda?
    - hee izledik ama hep çüküne baktın sen.
  • 14 ya da 15 yaşındayım. animasyon işine başlamışız ufaktan. sağda solda işler çıkıyor palyaçoluk falan yapıyoruz. para datlu gelmiş tabii. sağa sola ne kadar iş varsa koşturuyorum. işte o ara bana bi telefon geldi.

    - s7evin çok güzel bir iş var.
    - nedir baba?
    - kostümlü animasyon yapacaksın, televizyonlar falan da gelecek. büyük tanıtımın parçasısın yani.
    - aha şahane. kostüm ne?
    - kaplan olacaksın usta. yeni bir cips markası geliyor. onun maskotu bu hayvanmış. iş 6 saat ama güzel parası var.
    - tamadır k.i.b, öpt, bye.
    - slm, asl, pls.

    böyle bitti konuşma. neyse gün geldi ben mekana gittim. hakikaten büyük bir hazırlık var içeride. orada biriyle konuştum, beni işin sahibine götürdü. bir baktım kadın eski türkiye güzeli özlem kaymaz. nutkum tutuldu tabii. konuştuk falan. neyse bana bir yer gösterdiler, temmuz sıcağında adamın iflahını ziken kostümü giymem için. giydim çıktım. özlem hanım gelenleri karşılıyor, ben yanındayım. her şey şahane sıcağı saymazsak. sonra ortam kalabalıklaştı, medya yığıldı. ardı ardına fotoğraflar çekiliyor. o sırada akın sel bana yaklaştı - ki o zaman sanırım televole ile alakalı bir muhabir gibi bir şeydi - ve bana;

    - hacı alsana özlem'i kucağına. hem bize görüntü çıkar, hem şenlik olur.
    - olmaz abi. özlem hanım kızar.
    - yok ben konuşurum. sen taşıyabilir misin?
    - taşırım ama sen konuş.

    hakikaten gitti akın hatunun yanına konuştular. sonra özlem hanım geldi, "yapalım" dedi. bir anda iman gücü ile aldım kucağıma. ondan sonrası kıyamet. üst üste çekilen fotoğraflar, kamera kayıtları vs. 10 dakika kucağımda kaldı. bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum. şaka gibi.

    iki gün sonra tüm gazetelerde vardım kaplan olarak. yok "kaplan güzeli kaçırdı", yok "cips yerine onu yedi" vs. bir de televolelere falan çıktım aynı şekil. acayip ünlüyüm ama bir tane tanıyan yok. çok bekledim "işte o kaplan" diye haber olmayı ama olmadı.

    kısfmet.
  • bundan birkaç sene evvel, kardeşimle hadi istanbul'a bir haftasonu kaçamağı yapalım diyoruz, yattığımız yerden. ben daha önce gitmiştim, yolu biliyorum diyorum. yolu bilmekte ne var lan, otobüs götürmüyor mu zaten diyor kardeşim de, gülüyoruz. bu aptal fikir, cuma akşama doğru geliyor bize, gece yarısı ancak olgunlaşıyor, saat 2 gibi de ben babama diyorum biz istanbul'a gideceğiz diye. kardeşimin götü yemiyor, o daha küçük. ben diyorum. babam da, kafayı mı sıyırdınız bu saatte, gidin yatın diyor. haklı adam. biz gideceğiz baba diyorum. en ciddi halimi takınmışım, sanki rum'un elinden kurtaracağım koca şehri, öyle bir inanmışım: sen izin versen de vermesen de biz gideceğiz diyorum. kardeşimle göz göze geliyorum o sıra. hani nasılım hesabı? ayrıl işareti yapıyor bana. bakıyor boyumuzu aşacak bu iş, ben yokum diyor, anında yan çiziyor it. saniyeler süren dev bir pişmanlık yaşıyorum o an. keşke şu an hiç yaşanmamış olsa, uyuyor olsam mesela. bu hayale sarılıp uyuyasım geliyor. derken babam, hemen mi gideceksiniz diyor. hani burda mı yersiniz gelince mi döveyim? bunu sorması bile bir mucize esasen. çünkü ben kendimi hayatımın tokadına hazırlamıştım. en az iki tane yerim diye düşünüyordum. aslına bakarsan, hemen çıksak, sabaha ordayız, daha iyi olur diyorum. kardeşim endişeli gözleriyle veda busesi kondururken son sözlerime şunu da ekliyorum: bizi aşti'ye bıraksana.

    hiç olmayacak bir şey oluyor ve babam söylene söylene üstünü giyinmeye başlıyor. hep diyor, senin başının altından çıkıyor bunlar. çocuğu da ayartıyorsun. sonra istanbul az gelir, kıbrıs'a yollayım ben sizi... çocuk da ben de şaşkınız o ara. şaka gibi. hazır bile değiliz ki yola. sadece bi konuşalım bakalım diye girmiştim içeri, bak aşağıda çok bekletmeyin diyen bir adam buluverdim karşımda.

    koştur koştur hazırlanıyoruz. babam bırakıveriyor bizi aşti'ye. var mı diyor paranız felan. yok denecek kadar az olan paramız, o an servet gibi büyüyor gözümde. var tabii baba, yoksa niye gidelim diyorum. iyi tamam, dikkat edin birbirinize diyor. ayrılıyoruz.

    bilen bilir, aşti soğuğu denen bi şey vardır. yılın hangi mevsimi olursa olsun aşti geceleri soğuk olur. biz bi kot bi tişört donuyoruz dışarıda mal gibi. donarak ölenlerde nasıl bir yüz ifadesi kalıyor bilmiyorum da, bizde çok pis bir sırıtış hakim. inşallah böyle ölmeyiz diye geçiriyorum içimden. para hesabı yapıyoruz hemen. biletler diyorum, gidiş dönüş alalım da, yemeden içmeden keseriz icabında. kardeşim, elindeki simitle hiç itiraz edecek gibi durmuyor zaten bu plana. bi de diyor, arayıp para istiyormuşuz babamdan. unut diyorum sen o işi, istanbul'da gerekirse meşhur oluruz gene de para isteyemeyiz oğlum adamdan. baksana izin verdi, sen olsan gönderir misin çocuğunu diyorum. göndermem valla diyor. biz bir simidi ikiye bölerken babam kalesinde yine devleşiyor.

    deli gibi geziyoruz 2 gün. cumartesi çok uzaktan bir akrabanın evinde kalıyoruz. o kadar uzak ki kardeşimi ilk kez görüyorlar, beni hayal meyal hatırlıyorlar. babam duysa gebertir, milleti niye rahatsız ediyorsunuz diye. kimsenin her şeyi bilmek gibi bir lüksü yok, dilerim olmasın da.

    son gün, cebimizdeki son parayla ölümüne aç karnımızı eminönü'nde balık-ekmek yiyerek doyuruyoruz. garip işi. hava da bir güzel ki, bırakıp gidemezsin taşı toprağı altın mı diye biraz da sen eşelenirsin. öyle göz alıcı. o gün zannederim istanbul'un en güzel günüydü. biz tam işgal ve kıtlık günlerinin acısını çıkarır gibi ekmeğe abanmışken hemen önümüzde kanal d haberin kameraları bile kayıttaydı. sanıyoruz ki, işte rutin istanbullu bu haftasonu da çok eğlendi haberlerinden biri, şöyle genel bir görüntü alıyorlar. vapurda, kamerayı gördün mü diyor kardeşim bana. gördüm diyorum. bizi çekiyordu sanki diyor. sana öyle gelmiştir diyorum, hemen havaya girdin sen de.

    yaklaşık bir hafta sonra kanal d haber'de, istanbullu'nun derdi çilesi bitmiyor hayat pahası aldı yürüdü gibi bir haberde başta anne babam olmak üzere eş dost iki ankaralı'yı çaresiz bir şekilde balık-ekmek yerken izliyor. ama ne izleme. yok böyle bir açlık dersin. bi de benim ağzımdan kılçık ayıklamaya çalıştığım bir görüntü var ama bi iki salise çok değil. fonda da neden geldim istanbul'a çalıyordu. gören de hiç ekmek vermedik sanacak diye babam hala söylenip durur.
  • evvel zaman içinde, ben henüz bir talebe ve beş parasızken (talebelik bitti, parasızlık baki kaldı. o ayrı bir hikaye) arkadaşlarla oturmuş sıkılıyorken içimizden bir dahi çıkıp "lan bir resim sergisine davetliyim ben. gidelim oraya beleşe içki içeriz kokteyl ayağına falan" dedi. e haliyle atladık hepimiz, tek geçtik bu beleş içki fikrini ve ışınlandık hemen sergi salonuna. girdik içeri, benim daha önce birkaç resim sergisine daha gitmişliğim var benzer iğrenç nedenlerle, o yüzden yabancılık da çekmedim pek. kaptık votka vişnelerimizi dağıldık entellektuel kalabalığın arasına, insan taklidi yapıp votkalarımızı yudumluyoruz. resimlere bakıyoruz uzun uzun bir bok anlıyormuş gibi falan, her şey iyi gidiyor o ana kadar. ta ki izmir'in yerel kanallarından mikrofonlu bir hanım ve kameraman salona dalana kadar. bunlar tek tek konuşuyorlar tüm resim dostlarıyla, fikir alışverişinde bulunuyorlar sergi hakkında ve lanet olsun ki durmadan daha da yaklaşıyorlar saklandığım köşelere. bunlar geldikçe ben kaçıyorum çünkü söyleyebilecek hiçbir şeyim yok o mikrofona. ne diyebilirim ki "valla resim mesim götümde değil ama votka sıkıymış" mı diyeyim, yada " bence ters asmışlar bu resmi" diyebilirim en fazla çünkü resim bilgimin derinliği ancak bu kadar benim. neyse kaçışım bu insanların da dikkatini çekiyor olsa gerek ki kovalamaya başlıyorlar beni sergi etrafında, allahtan ortada kocaman masa gibi bir şey var doğruca gelemiyorlar yanıma. dönüp duruyoruz onun etrafında. ben artık tempoya dayanamayıp atıyorum kendimi dışarıya, az bir süre sonra arkadaşlarım da akıyor arkamdan. ben o akşam elinde kadeh, bir yandan hızlı hızlı içerek kameralardan kaçan adam olarak kanalın haberlerini süsledim mi bilemiyorum ama süslediysem bile haber başlığı şu şekildeydi muhtemelen;
    "kolpa sanat aşığı kameralarımıza yakalandı"
  • bendeniz askere gitmeden az önce kelime oyunu yarışmasına katılma şansını yakaladım...

    gittim girdim stüdyoya sevgili sözlükçüler, bi de sonuncu girdim son yarışmacıyım... diğerlerinin sorularına bakıyorum bakıyorum, çözüyorum acaip kolay geliyo... içimden diyorum ben bunların hepsine çakarım... hin hin bekliyorum sıranın bana gelmesinin...

    yarışmam başladı, ilk soruda rant cevabı yerine maaş dediğim için -300 ile başlıyorum... böyle çeşitli sorular geliyor kırkikindi diye bişi soruyolar anlamıyorum ne olduğunu... naftalin ve ekinoks'u harf almadan biliyorum ama sonlarına doğru bilemiyorum batıyorum sıçııyorum...

    3100 puanla sonuncu oluyorum, mallığım tescillenmiş oluyor.
  • benim başıma geleni için adı bir bakıma "kabus" olan hikayedir.
    efendim yıl 2001, kanal; star tv., program/dizi; üvey baba(evet o, şemsi inkaya'nın oynadığı dizi)
    üniversiteye başlamadan önce konservatuar sınavlarını denemiştim. devlet tiyatrosundan bir oyuncudan ders aldık ki sağolsun hiç bir ücret almadan kabul etti. sonra olmadı, üniversiteye gittim falan filan. bir gün ders veren hocamız beni aradı ve "üvey baba'da bir bölüm oynamak ister misin?" diye sordu. atladım bende hemen bu fikre. neyse efendim ben kenardan geçeceğimi sanarken, bildiğin 20-25 dakikalık bir rolüm olduğunu öğrendim. oynadım, teşekkürleri aldım (gerçekten). sonra okuluma gittim. bir kaç hafta sonra benim oynadığım bölüm yayınlanacaktı. o gün hatta o saat geldiğinde televizyonumda cam gibi görünen star çekmiyordu. hemen arkadaşıma gittim ama orada da göstermiyordu. ardından bir arkadaşımızın teyzesinin çalıştığı otele gittik ki kablolu tv./uydu falan vardır çeker mutlaka diye. elbette boşunaydı bu çaba. vericilerin olduğu köyün muhtarının numarasını bulduk (neden bu kadar uğraştığımı bilmiyorum) ve aradık muhtar "bu vericilerin tüpü bitti, yarın kanaldan gelir yaparlar" dedi. o sırada istanbul'dan arkadaşlar, aile vs. arayıp "aaa çıktın, aaa o sen misin" dediler. o bölüme hiç bir şekilde ulaşamadım.

    aradan aylar geçti, yaz geldi. star tüm bölümleri baştan yayınlamaya başladı. ben ise her gün kalkar kalkmaz bölüm kontrolü yaptım. benim oynadığım bölümün yayınlanacağı gün (tüm kayıt cihazlarını kurarak) kalktım ve yine hemen star'ı açtım. neyle karşılaştım dersiniz?

    "star tv. rtük bilmem ne bilmem ne bilmem ne bilmem ne bilmem ne bilmem ne nedeniyle ve yine bilmem ne sayılı kanun gereğince 30 gün kapama cezası almıştır."

    yapımcı şirkete ulaştım arşivlerini su basmıştı, ardından zaten kendileri de batmış. tek kopya star'daydı ve onlar da vermedi.

    aradan 10 yıl geçti ve hala izleyemedim...

    edit:izledim dün itibariyle.
hesabın var mı? giriş yap