*

  • türkçeye sürgün gezegeni adı ile çevrilmiş ursula k le guin kitabı...
  • cok basarili olabilecek bir fikri alip ustunkoru alelacele sanki bir dergiye kisa hikaye yazar gibi islediginden bu saygideger yazarimiz cok kotu olmustur bence... belki gercekten oyledir. cunku baskasinin binlerce sayfa yazip cilt cilt cikaracagi bir hikayedir aslinda yakalanan. ama romanin kendisi daha uzun bir serinin ozeti gibidir. uzmustur beni yazarin bu tavri...
  • leguin, 1966'da yazdığı, en iyi romanlarından biri olan sürgün gezegeni'nde -öteki- ve -aidiyet- kavramlarının derinliklerinde geziniyor...
  • hainish cycle'ın bir parçası olan, 1966 yılında rocannon's world'ten sonra yayımlanmış ursula k. le guin'in erken dönem eserlerinden biri. ithaki yayınları'ndan ekin odabaş çevirisiyle okuduğum bu kitap, hugo ve nebula ödüllerinin sahibi, the new york times tarafından amerika'nın yaşayan en büyük bilimkurgu yazarı olarak tanımlanmış ursula k. le guin'in fantastik dünyası'na açılan bir kapı niteliğinde. modern feminizm ve taoculuk izlerini derinden taşıyan ve olgunlaşma evresi yapıtlarından biri.

    1978 yılında kitaba kendisi tarafından eklenen sunuş bölümü, yazarın dönemsel düşünce akışı, özeleştirisi ve kitabı ile ilgili ana temayı gözler önüne seriyor. feminizm ve düşünsel aydınlanma konusundaki tespitlerini kendime yakın bulduğum için kitaptan bağımsız bir biçimde bu bölümü daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

    --- spoiler ---

    sunuş

    bütün bilimkurgu yazarlarına şaşılacak bir düzenlilikte, ''fikirlerinizi nereden buluyorsunuz?'' diye sorulur. kesin bir şekilde, ''schenectady'' (new york'ta bir ilçe) diye yanıtlayan harlan ellison hariç hiçbirimiz ne cevap vereceğimizi bilemeyiz.

    bu soru artık bir şaka, hatta bir new yorker karikatürü haline gelmiştir ve buna rağmen genelde içtenlikle hatta özlemle sorulur; aptalca bir soru olması amaçlanmaz. buradaki problemin, bu soruya verilebilecek tek olası yanıtın ''schenectady'' olmasının sebebi bunun doğru soru olmamasıdır ve yanlış sorulara verilecek doğru cevaplar yoktur; kanıt olarak filojistonun özelliklerini keşfetmeye kalkanların çalışmalarını gösterebiliriz. bazen sorun yalnızca muğlak bir ifadedir. soru soranın gerçekten bilmek istediği şunlardan biridir: ''bilimkurgunuzdaki bilimi halihazırda bildiklerinizden mi yoksa okuyarak mı elde ediyorsunuz?'' ( cvp.: evet.) ya da, ''bk yazarları birbirlerinden hiç fikir çalar mı?'' (cvp.: mütemadiyen.) ya da, ''kitaplarınızdaki olayları karakterlerin başından geçenlerin hepsini tecrübe etmiş olduğunuz için mi yazabiliyorsunuz?'' (cvp.: tanrı korusun!) ama bazen soru soranlar bunları açıkça belirtemezler, hafif yumuşatıp böyle, şey gibi, bilirsiniz işte... demeye başlarlar, o zaman ben de ulaşmaya çalıştıklarının karmaşık, zor ve önemli bir şey olduğundan şüphelenirim; hayalgücünü anlamaya çalışıyorlardır: nasıl işlediğini, bir sanatçının onu nasıl kullandığını. hayalgücü hakkında o kadar az şey biliyoruz ki onunla ilgili bırakın doğru cevaplar vermeyi, doğru soruları bile soramıyoruz. en bilge akıllar bile yaratımın kaynağı hakkında herhangi bir şey söyleyemiyorlar; bir sanatçı da yaratım sürecine dair anlaşılabilir şeyler söyleyecek son kişidir. gerçi anlamlı şeyler söyleyen başkaları da olmadı. bence başlamak için en iyi yer schenectady'dir, keats okuyarak.

    son yıllarda bana (bu durumda yalnızca bana) ikinci bir soru soruldu: ''neden erkekler hakkında bu kadar çok yazıyorsun?''

    bu asla aptalca bir soru değil. yanlış bir soru da değil, katiyen; ama bazen doğrudan cevaplamayı zorlaştıran bir önyargı barındıran bir soru. kitaplarımda ve hikayelerimde kadınlar var ve bu kadınlar genellikle ya anakarakter ya da anlatıcı. bu yüzden insanlar bana, ''neden her zaman erkekler hakkında yazıyorsun?'' diye sorarsa, ''yazmıyorum,'' diye yanıtlıyorum ve bunu biraz da kızarak söylüyorum çünkü soru bu şekilde sorulduğunda hem suçlayıcı hem de yanlış oluyor. bir miktar suçlamayı ya da bir miktar yanlışı yutabilirim ama ikisinin birleşimi zehirdir.

    yine de ve hala, sorunun nasıl sorulduğundan bağımsız olarak, ortaya koyduğu endişe hem gerçek hem de önemlidir. yarım yamalak bir cevap tiksindirir; özlü bir cevap vermek de imkansızdır.

    sürgün gezegeni, 1963-4'te, feminizm otuz yıllık felcinden kurtulmadan önce yazıldı. kitap, benim erkek ve kadın karakterlerle eski, ''doğal'' (yani memnuniyetle içinde bulunduğum kültüre uyum sağladığım), uyanmamış, bilinçlenmemiş başa çıkma yöntemlerimi ortaya koyar. o zamanlar temiz bir vicdanla hatta kendimden gayet memnun olarak karakterlerim insan oldukları sürece onların kadın mı erkek mi olduklarını pek önemsemediğimi söyleyebilirdim. bir kadın hangi akla hizmet yalnızca kadınlar hakkında yazmak zorunda olsun? bilinçsizdim ve üzerimde sorumluluk hissetmiyordum; dolayısıyla kendime güveniyordum, deneyler yapmıyordum ve sıradanlığımdan hoşnuttum.

    hikaye rolery' nin anlatısı ile başlıyor, sonra jakob'ınkine sonra da wold'unkine geçiyor, sonra rolery'ye geri dönüyor ve sonra tekrar: anlatıcıların değiştiği bir hikaye. erkekler alenen daha aktif ve kendilerini çok daha iyi ifade ediyorlar. rolery, fazlasıyla geleneksel, erkekleri üstün tutan bir kültürdeki genç ve tecrübesiz bir kadın; savaşmıyor, cinsel birliktelikleri başlatmıyor, toplumun lideri olmuyor, ya da ne onun ne de bizim 1964'teki kültürümüzde ''erkek'' olarak etiketlenebilecek bir rolü üstleniyor. fakat hem toplumsal hem de cinsel olarak asi. davranışları agresif olmasa da özgürlük arzusu onu kültürünün soktuğu kalıbı kırmaya iter: kendini, bir yabancıyla birlikte olarak, tamamen değiştirir. öteki'yi seçer. bu kritik anda gelen ufak kişisel isyan, iki kültür ve toplumun tamamen değişip yeniden yapılanmasına yol açan olayları başlatır.

    jakob aktif, kendini iyi ifade eden, cesurca dövüşmek ve yönetmek konusunda aceleci bir kahramandır; fakat kitaptaki olayların temel taşıyıcısı, tercih yapan kişi aslında rolery'dir. taoizm beni modern feminizmden daha önce etkiledi. bazılarının baskın bir kahraman ve pasif küçük bir kadın gördüğü yerde ben, saldırganlığın temelindeki beyhudeliği ve müsrifliği, ve wu wei'nin, yani eylemsizlik aracılığıyla eylemde bulunmanın derin faydasını gördüm, ve hala görürüm.

    iyi ama bu kitapta, diğer birçok romanımda olduğu gibi, erkeklerin, kelimenin her iki anlamında da ''faal'' olduğu gerçeği baki ve dolayısıyla da sahnenin merkezini işgal ediyorlar. anakarakterimin erkek mi kadın mı olduğunu ''önemsemiyordum''; bu önemsememe hali kusurlu bir dikkatsizliktir. erkekler devralır.

    peki kişi buna neden izin verir? eh, erkeklerin bir şeyler yaptığını yazmak her zaman çok daha kolaydır, çünkü insanların bir şeyler yapmasıyla ilgili kitapların çoğu erkekler hakkındadır ve bu, o kişinin edebi geleneğidir... ve çünkü, bir kadın olarak insan; dövüşmek, tecavüz etmek, yönetmek,vs., bunlardan birini pek yapmamıştır fakat erkeklerin yaptığını gözlemlemiştir... ve çünkü, virginia woolf'un da belirttiği gibi, ingiliz nesri, eğer kişi onu en azından bir yere kadar en baştan oluşturmazsa, dişil bir varoluş ve yapış tanımına uygun değildir. gelenekten kopmak zordur; icat etmek zordur, insanın kendi anadilini yeniden oluşturması zordur. insan sürüklenir ve kolay yolu seçer. hiçbir şey insanı akıntıya karşı gitmek, zorlu yolu seçmek için derinden rahatsız olmuş ve muhtemelen kızgın bir vicdandan daha fazla kışkırtamaz.

    ama vicdan kızgın olmalıdır. eğer kendini o kızgınlığa ikna etmeye çalışırsa yalnızca suçluluk hissi oluşur ve bu da yaratımın kaynağını kökünden kurutur.

    ben bir kadın olarak genelde çok kızgınım. bu feminist kızgınlığım birbirimize, dünyaya ne yaptığımızla ve özgürlük ve hayata dair umutlarımla yüzleştiğimde ortaya çıkan öfke ve korkunun bir parçası, bir öğesidir. hala insanların erkek mi kadın mı olduğunu ''önemsemem'', hele de onlar her birimiz ve hepimizin çocukları olduğunda. tek bir kişi haksız bir şekilde hapsedildiğinde cinsiyetini mi sormalıyım? ya da açlıktan ölmek üzre olan bir çocuğu gördüğümde cinsiyetini mi sormalıyım?

    bazı radikal feministlerin cevabı evettir. bütün adaletsizliklerin, sömürünün ve hiçbir engel tanımayan saldırganlığın kaynağının cinsel adaletsizlik olduğu önermesini doğru kabul edersek bu duruş makuldür. ben bu önermeyi kabul edemiyorum; dolayısıyla ona göre hareket edemem. eğer kendimi zorlarsam -benim harekete geçme biçimim yazı yazmaktır- samimiyetsiz ve kötü yazarım. hakikat ve güzellik idealini ideolojik bir vurgu yapmak uğruna feda mı etmeliyim?

    radikal feministin cevabı yine evet olabilir. bu cevap bazen sadece bağnaz ya da otoriter yobazlığından konuşan bir sansürcünün sesiyle aynı tınlasa da, öyle olmak zorunda değildir: idealin kendine hizmet etmek adına konuşabilir. insan, yapmak için eskiyi yıkmalıdır. bu yıkımı gerçekleştiren kuşak, tahribatın bütün acısını yaşarken yaratımın hazzına çok az varabilir. bu görevi ve beraberinde gelen nankörlük ve kötülemeyi kabullenen cesaret övgüye değerdir.

    ama bu zorlanamaz ya da taklit edilemez. eğer zorlanırsa yalnızca kindarlığa ve kendine zarar vermeye yol açar; eğer taklit edilirse feminist modaya varır ki o da radikal modanın varisidir. tatmin duygusunu bir ideale hizmet uğruna kurban etmek bir şeydir; bir ideolojiye hizmet uğruna açık düşünme ve dürüst hisleri bastırmak başka bir şey. bir ideoloji ancak ve ancak düşünce ve hislerin berraklığını ve dürüstlüğünü yoğunlaştırmak için kullanıldığında değerlidir.

    bu açıdan feminist ideoloji benim için muazzam bir öneme sahip. beni ve bu kuşağın düşünen her kadınını kendimizi daha iyi tanımaya zorladı: erkek ve kadın olmaya, cinsiyet rollerine, kadın fizyolojisi ve psikolojisine, cinsel sorumluluğa, vs., vs., dair gerçekten ne düşündüğümüzü ve neye inandığımızı, (sübliminal olarak) bize öğretilen bütün kolay ''doğrulardan'' ve ''olgulardan'' ayırmaya zorladı ve bu genellikle çok acılı bir süreç oldu. çoğunlukla kendimize ait hiçbir fikrimizin ya da inancımızın olmadığını, yalnızca toplumumuzun kaidelerini kendi bünyemizde topladığımızı gördük; bu yüzden kendi değerlerimizi, kendi doğrularımızı kendimiz keşfetmeli, icat etmeli ve yaratmalıydık.

    kadın benliğinin bu yeniden oluşturulması, grup desteğini hem isteyen hem de buna ihtiyacı olanlara ya da kadınlıklarının sistematik olarak hakarete uğradığı, aşağılandığı, çocukluğunda, evliliğinde ve işinde sömürüldüğü kadınlara bir ferahlık ve rahatlama olmuştur. benim gibi olan diğerlerine de, yani bu grupta rahat hissetmeyen ve kadın olarak kendi varoluşlarından yabancılaşmamış kadınlar için bu benlik araştırması ve benlik doğumu o kadar da kolay olmuyor. ''kadınları seviyorum, kendimi seviyorum, neden işleri karıştırayım?'' - ''erkek ya da kadın olmalarını önemsemiyorum.'' - ''hangi akla hizmet bir kadın yalnızca kadınlar hakkında yazmak zorunda olsun?'' bütün bunlar geçerli sorular; hiçbirine verilecek kolay bir cevap yok; fakat şimdi sorulmalılar ve cevaplanmalılar. bir politik aktivist cevaplarını kendi hareketinin ideolojisinde bulabilir, fakat bir sanatçı bu cevapları kendi kazıp çıkarmalıdır ve hakikate ne kadar yakın olunabilirse o kadar yaklaştığını bilene kadar da kazmaya devam etmelidir.

    ben de kazmaya devam ediyorum. feminizmin araçlarını kullanıyor ve beni çalışmaya neyin teşvik ettiğini ve nasıl çalıştığımı keşfetmeye çalışıyorum ki artık cahillik içinde ve sorunsuzca çalışmayayım. bu kısa ya da kolay bir iş değil; insanın hem zihnin hem bedenin karanlıklarına el yordamıyla inmesi gerekiyor; schenectady'den çok, çok uzaklara. kendimiz hakkında ne kadar da az şey biliyoruz, hem kadınlar hem erkekler olarak!

    kazarken şunu ortaya çıkardım: yazmaya meyilli olduğum ''kişi'' genellikle tamamen, ya da bütünüyle, kadın ya da erkek değil. yüzeysel seviyede bu çok az cinsel tektipleştirme -erkekler şehvetli ya da kadınlar göz kamaştırıcı değiller- olması ve cinselliğin de bir eylem olmaktan ziyade bir ilişki olarak görülmesi demek. cinsiyet genelde toplumsal cinsiyeti tanımlamaya yarar ve kişinin toplumsal cinsiyeti ''erkek'' ya da ''kadın'' etiketiyle değil içini boşaltmak, neredeyse onlarla ele alınmaz bile. aslında hem biyolojik hem toplumsal cinsiyet temelde ''kişi''nin ya da ''benlik''in anlamını tanımlamak için kullanılır. bir keresinde, bu konudaki farkındalığım artmaya başladığında bu ilişkiyi tek bir kişide birleştirdim, bir androjende. fakat çoğunlukla bu açıkça ve geleneksel olarak bir çift gibi görünür. ikisi birin içindedir ya da iki bir bütün oluşturur. yin, yang olmadan oluşmaz, keza yang da yin olmadan. bir defa eserlerimin en merkezi, en sabit temasının bence ne olduğu sorulmuştu ve ben anında, ''evlilik,'' demiştim.

    henüz bu muazzam (ve son derece demode) temaya layık bir kitap yazmadım. henüz ne demek istediğimi de keşfetmiş değilim. fakat bu eski, rahat macera hikayesini tekrar okuduğumda temanın orada olduğunu düşünüyorum; öyle belirgin ya da güçlü değil ama ona ulaşma çabası var. ''gitmem gereken yere giderek öğreniyorum.''

    --- spoiler ---
  • bir kere daha okuduğumda başka detaylar da farkettiğim ve tüm seriyi okuma isteği uyandıran, jakob agat karakterine hayran kaldığım ve hatta aşık olduğum kitap. ithaki yayınlarının bilim-kurgu klasikleri arasından edilinebilir.

    --- spoiler ---

    bence alterra'lar, tevar'ların gelecekten gelmiş hali.

    --- spoiler ---
  • nedense beğenen tek kişi benmişim gibi gelen ince güzide bilimkurgu klasiği. okuyucuya birbirinden tamamiyle farklı iki toplum arasındaki uçurumların ortadan kaldırılması için gereken iki unsur olan felaket ve aşkı başarılı bir şekilde yansıtıyor. bilimkurgu yönü biraz silik kalsada tevar ve alterralar arasındaki çatışma ülkemizdeki sağ ve sol arasındaki çatışmayı anımsatması yönünden beni etkiledi.bir şans vermenizi önereceğim bir eser.
  • muhtemelen game of thrones'a ilham veren eserdir.

    winter is coming söylemi, kıştan kaçan ilkel insanların güneye hücum etmesi ve güneydekilere saldırması muhtemelen ilk kez burada geçmektedir.
  • ithaki bilim kurgu serisinin 11. kitabı.

    tüketmesi kolay, yani akıcı bir kitap. olaylar hayli hızlı gelişiyor ve kitap bittiğinde tadı damağınızda kalıyor.

    ursula k. le guin ile tanışmak için de iyi bir başlangıç. ilk bölümde bulunan önsözde yazarın düşünce yapısı ile ilgili ipuçları yakalayabilirsiniz.
  • üzerine ciltler yazılabilecek bir konu yaratmıştır ursula k. le guin bu kısa romanında. yalın bir güzelliktir, hayal gücünün en güzel kullanımıdır bu naif anlatı.

    ayrıca game of thrones'taki kış, yabaniler ve ak gezenler kavramları büyük olasılıkla bu kitaptan esinlenilerek yaratılmıştır:
    --- spoiler ---

    sürgün gezegeninde bir yıl 65 yıl sürmektedir. bir mevsim yaklaşık 16 yıl sürmektedir ve hikayenin geçtiği zamanda uzun kış dönemi gelmiştir. kışın soğuğundan kaçan kuzeydeki yabaniler önlerine çıkan kasaba ve şehirleri yağmalayıp ele geçirmektedir ve kışla beraber gelmekte olan karyabaniler karşılarına çıkan tüm insanları öldürmektedir. alterralılıar ve tevarlılar bir yandan uzun kışa hazırlık yapıp kış boyunca hayatta kalmaya çalışmakta bir yandan da kuzeydeki aşırı soğuklar ve besinsizlikten kaçan barbar yabanilere ve karşılaştıkları tüm canlıları öldüren kışla birlikte ortaya çıkan karyabanilere karşı birlik olmaya çalışıp kendilerini korumaya çalışmaktadır.

    --- spoiler ---
  • edebiyatın taçsız kraliçesi ursula k. le guin eseri, bilim kurgu&fantastik hikayedir. ithaki yayınlarının bilim kurgu serisinde 11.sırada yer alır.

    kitap oldukça kısa ancak, en başarılı eserlere ilham kaynağı olmakla başyapıt olmayı hak ediyor bence. 60'lı yıllarda böyle bir eser yazarak gelecek nesil yazarlara adeta ışık olmuştur yazar.

    öncelikle ilk dikkatimi çeken şey zaman kavramı oldu. okurken hayranlıkla keyif aldım. hikayenin çıkış noktasıysa; uzun kış mevsiminin gelmesiyle yerleşik düzende yaşayan toplumları, kuzeyden göçe başlayan gaal toplumunun korkusu sarması olmuştur.

    hem yiyecek stoğu yapmak, hem şehri güçlendirmek hem de genç erkekleri toplayıp gaallarla savaşıp göçün yönünü değiştirmeye çalışmak zorunda olan tevar, landin ve alterralar' ın durumunu, kısa zamanda yaşadıklarını rolery, agat ve wold'un gözünden aktarıyor kitap.

    --- spoiler ---

    alterralar diğer topluluklara göre çok gelişmiş bir gezegenden sürgün olarak dünyaya gönderilmişler ve diğer topluluklar gelişmeden kendilerini geliştirmemekle yükümlüler. bu sebeple zihin okuma, yönlendirme gibi üstün özellikleri yavaş yavaş yitirmekteler.

    vücut yapıları ve kitapta doktorun basitçe anlatmaya çalıştığı dnaları insanlardan farklı. bu sebeple insanların hastalıklarına yakalanmama, çabuk iyileşme gibi artı özelliklere sahipler. geldikleri toplumun uçan araba gibi gelişmişlik seviyesine karşın sürgüne gönderildikleri gezegende(dünyada) yer alan yerel toplum tevarlılar şarkı nedir onu bile bilmemektedirler. bu anlamda neden "sürgün" olarak buranın seçildiği sorusunun cevabı ortaya çıkıyor.

    kitabın olağan akışında fark ettiğim bazı noktalara da değinmek istiyorum. önceki entrylerde de game of thrones'un etkilendiği kısımlardan söz edilmiş. en popüler dizi ve fantastik kitap olduğu için bunu fark etmek oldukça kolay oldu.

    gaallar kesinlikle yabaniler, kalabalıklar ama akıllı ve stratejik değiller. gerek kadınlara bakış açısıyla gerek çok eşliliği ve çocuk sayısıyla wold tam anlamıyla walder frey. kış mevsiminden korkma, kışın uzun sürmesi ve kış dolayısıyla kuzeyden göç, yine bu kitabın ana temalarından biri. john snow karakterinin liderlik vasfı, kış yarında liderliği ele geçirmesi savaş esnasında agatın lider olmasıyla paralel.

    sadece game of thrones değil twilight gibi popüler kültür eserlerinde de kitaptan esinlenmeler sezmek mümkün. söz gelimi, agat jakob ve rolery arasındaki zihinsel bağ, kurtadamlar arası mühürlenmeye oldukça benziyor. zihin okuma ve yönlendirme, iki kişi arasında oluşan özel bağ vs.

    --- spoiler ---

    kitap bittiğinde keşke devam kitabı olsa da alterraların tarihini anlatsaydı dedim. ağızda kekremsi bir tat kalıyor adeta ağzımıza bir parmak bal çalınıp ortada bırakılmış hissine kapılıyorsunuz. neden sürgün edildikleri, ilk gönderilen toplumun dünyaya ve dünyadaki topluluklarla adaptasyon süreci, wold'un aralarından biriyle evlenmesine karşı tutumları, tevarlıların onlara yaklaşımı vs en merak ettiğim konular oldu.

    ışıklar içinde uyu ursulacım, ne yaratıcı bir kadınsın...
hesabın var mı? giriş yap