• yaşasaydı ile başlayan duygusal cümleler kurmayacağım hakkında. efsanelerin hiç ölmediği bir dünyadayız. onu öldürmek, ne hacet!

    ayrıca, doğum günü çocuğudur.

    günün anlam ve önemini belirten konuşmayı can dündar'ın eski bir yazısı yapacak:

    "o hüzünlü gitar soloyu ilk duyduğumda 15'imde olmalıyım.
    gitarın açtığı yoldan bir bateri atak yapıyor, sonra bir çığlık, ağır melodik motiflerle ilerleyen parçayı yırtarcasına yükseliyordu:
    "hatırlıyor musun, gençliğinde güneş gibi parıldardın/
    şimdi semada kara deliklere benziyor bakışların/
    patlat kendini çılgın elmas / haydi gel ve parılda!.."
    kimbilir kaç uykusuz gecenin ortağıydı, kapağında yanarak el sıkışan adam olan bu albüm; kaç ayrılık kabusunun, kaç kavuşma hasretinin yoldaşıydı.
    "şimdi aynı akvaryumda yüzen iki yitik ruhsuz yalnızca/
    yıllar yılı aynı eski toprakları aşındırarak ne bulduk ki?
    aynı eski korkulardan başka... / burada olsaydın keşke..."

    şarkıya ilham veren adamın gerçek öyküsünü nice sonra öğrendim. (pink floyd, stüdyo imge, 1996)
    adı; syd barrett'ti.
    cambridge lisesi'nden arkadaşı roger waters'la okul çıkışı, burs paralarını barlarda harcar, geceleri motor yarıştırır, sonra uyuşturucu ve seks için eve kapanırlardı.
    o yıllarda bir yandan gitar çalmayı öğreniyor, bir yandan da rolling stones dinleyip, ilerde kuracakları grubu hayal ediyorlardı.
    20 yaşına gelince hayalleri gerçek oldu.
    syd gitar, roger bas çalıyor, aynı liseden rick wright klavyede, nick mason davulda oturuyordu.
    gruba isim ararken syd, hayran olduğu iki cazcının, pink anderson'la flyod council'in adlarını birleştirmişti.
    pink floyd böyle doğdu.

    ilk albümde tüm sözleri syd barrett yazmıştı. yan yana düşen çılgın sözcüklerden şaşırtıcı mısralar oluşturan inanılmaz sözlerdi bunlar...
    syd bir dahiydi; ama fazla "uçmaya" başlamıştı. güne, kahvesine acid atarak başlıyor, günde 3 - 4 kez tribe giriyordu.
    cromwell yolunda harabe bir evde, pink ve floyd adında, kendisi gibi acid düşkünü iki kedi ve bir sürü insanla birlikte yaşıyordu.
    1967'de çevresine bir "duvar" ördü ve hepten içine kapandı.
    katıldıkları tv programlarında boş bakışlarla oturuyor, konserlerde saatlerce aynı akorları basıyordu.
    sonunda 1968'de, adını verdiği ve ilk albümünün bütün sözlerini yazdığı gruptan kovuldu.
    pink floyd, "çılgın dahi"sini kaybetmişti.

    annesi syd'i bir sanatoryuma yatırdı. 8 yıl orada kaldı. bütün gün televizyon karşısında oturup şişmanlıyordu.
    o, hayattan koparken, pink floyd şöhrete kavuştu. dark side of the moon'la hepten patlamışlardı.
    1975'te yeni bir albüm için abbey road stüdyosuna girdiklerinde tuhaf bir şey oldu. hep önce müziği yapıp, sonra üzerine söz yazdıkları halde bu kez david'in hüzünlü gitar solosunu duyan roger, syd için bir şarkı yazmak istedi "keşke burada olsaydın" döküldü dilinden...
    sonrasını rick wright anlatıyor:
    "stüdyoya geldiğimde kanepede şişman, iri yarı, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger'a adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd barrett olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi:
    '- peki ben gitar kayıtlarını ne zaman yapıyorum?' diye sordu.
    '- üzgünüz syd, gitar kayıtları yapıldı' dedik."
    roger waters ise o günü şöyle hatırlıyor:
    "karşımda iri, şişman, delirmiş bir adam vardı. üstelik tam 'keşke burada olsaydın'ı kaydederken gelmişti. gözyaşlarımı tutamadım. syd tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktasını simgeler. modern hayatın hüznüyle ancak böyle baş edebiliyordu".

    geçen ay pink floyd, 35. yıldönümünü "echoes" (yankılar) adlı bir albümle kutladı. 26 eski şarkının yer aldığı albümü alıp cd - çalarıma koyduğumda, 15 yaşında başucumdan eksik etmediğim albümün kapağındaki "tokalaşırken yanan adam" geldi gözümün önüne...
    buruk gitar soloyla başlayan parçayı seçtim ve onun hüzünlü tellerine tutunup çeyrek asır öncesine geçtim:
    "hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın /
    şimdi semada kara delikler gibi bakışların... (..)
    keşke burada olsaydın..."

    can dündar
    27.01.2002"
  • insan çok gençken bakış açısı dar olabiliyor elbette. garipsenecek bir şey değil. pink floyd adı geçince pek çok insanın aklına syd barrett'lı ve syd barrett'siz pink floyd ayrımının gelmesi bundandır herhalde. en azından ben bu ayrımı yapmıştım ve bunu gençliğime ve onun getirisi olan, farklı ve nispeten o an için ulaşılmaz olan üstün birine duyulan hayranlığa veriyorum. şimdi artık pek de genç sayılmam, rol model arayışı da kalmadı. belki de bu nedenle şimdi daha mesafeli ve soğuk ama gerçekçi bakabiliyorum.

    geçmişte, david gilmour'dan pek haz etmezdim. barrett'in hayatını mahveden kişi oymuş gibi tepki duyardım. barrett'in hayat hikayesini okuyup en azından içi burulmayacak çok az insan vardır. ama olup bitenlerin, syd barrett'in içine düştüğü durumun ve gruptan "postalanmasının" (ousted) grubun geri kalanıyla, hele de gilmour ile hiç ilgisinin olmadığını görmem fazla sürmedi ama içime yerleşmiş önyargıyı atmam bayağı zaman aldı.

    gilmour'u ve diğerlerini dinledim. yapılan albümleri ve syd barrett'in doğrudan ya da dolaylı konu edildiği albümleri de dinledim. vicdan, kadirşinaslık, vefa falan filan gibi klişelerin patenti bizim memleketteymiş gibi bir hava eser bazen. değil. pink floyd ve özel olarak gilmour, syd barrett konu edildiğinde yıllar ve yıllar boyunca her fırsatta syd barrett'i yüceltmiş, yaşadıklarına dair hissettiklerini ifade etmişlerdir. syd barrett'in efsanevi bir varlık haline gelmesinde wish you were here ile yaptıkları katkının payı büyüktür. öyle ki bazı dinleyiciler, "pink floyd imana geldi, syd'in büyüklüğünü teslim etti, aferin" densizliğine kadar gitmiştir.

    açıkyüreklilikle itiraf edeyim, ben olsaydım bu denli düşünceli davranamazdım. david gilmour'u düşünüyorum. müziğine aşina olmadığım bir gruba girmişim, müzik yapacak durumda olmayan ama grubun merkezinde olan biri gibi davranmam bekleniyor, bunu yapmaya çalışıyorum, egomu dolaba kaldırıp başkasıymış gibi çalıp söylüyorum, sonra o başkası dünyadan elini ayağını çeker gibi oluyor, kendim oluyorum, sonra o başkası birkaç besteyle yeniden nefes almak istiyor, yerini aldığım kişiyle kendi başıma ilgileniyorum ve yerini aldığım için bazı insanların küçümsemesine maruz kalırken kimsenin üstlenmek istemediği işi üstleniyorum ve o başkasıyla sokağın köşesinde buluşup stüdyoya sağ salim varmasını sağlıyorum. kayda giriyorum, kayıtların tamamlanmasını sağlıyorum, yarım da olsa bazı bestelerdeki pürüzlere el atıyorum. o başkasının ikinci solo albümünde baştan sona çalışıyorum, belki biraz fazla müdahale edip albümü normalleştiriyorum ama asansörde edilen içten bir teşekkürü yıllarca hafızamda saklayıp aylar süren çabanın yorgunluğundan sıyrılıyorum.

    yıllar geçiyor, milyonlarca albüm satışı, yüzlerce konser, pink floyd hayranı kadınların yarısından fazlasının iç geçirmeleri, uğruna gitaristlerin gitarını paramparça edeceği bir yetenek var bende ama milyonların evine giren bir dvd'de, ben daha yetenekliydim ama syd benden daha yaratıcıydı (inventive) diyebiliyorum. yıllarca hiç gerek yokken tüm grup syd barrett'tan ötürü vicdan azabı çekiyor. uğruna yapılan albüm bile kesmiyor. the wall da bile kendine yer buluyor. grup dağıldıktan sonra bile syd barrett merkezli sorulara kıvırmadan, kaçmadan, sıkılmadan cevap veriyorlar.

    benim de çok sevgi duyduğum syd barrett, hepi topu bir pink floyd albümü ve iki solo albüm, bunların dışında çok güzel birkaç şarkı yazıp bestelemiş, çok yetenekli bir insan. sanırım tüm dünya ve eski grubu ve yerini alan kişi, hak ettiği değeri fazla fazla vermişler. elbette biz dinleyiciler de kendisini yücelterek ve hatta kimi zaman pink floyd'u hor görme pahasına syd'i haksızlığa uğramış dahi olarak görerek bir insana gösterilebilecek saygıyı gösterdik sanırım. öyle ki artık biraz abartılı bulduğum oluyor. haksızlığa falan uğramamış, aksine bu dünyada çok az insanın başına gelecek şekilde kırılmasın diye azami gayret sarf edilmiş bir insan. müzisyenlikle bağlarını 1970'lerde koparmış olmasına rağmen 2000'li yıllarda bile hakkında söylenen sözler herhangi bir insanın bulutlara ermesini sağlayacak kadar muhteşem. öldü gitti artık ama zaten önemli olan bu değil. yaşarken de en çok takdir edilmiş insanlardan biri olmuştur, hayatının büyük kısmında hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen. ancak bunun çok haklı nedenleri vardı ve bir sürü insan bu nedenle acı çekti, suçluluk duydu, normalde görmezden gelebilecekleri şeyleri görmezden gelemediler. syd barrett şizofrendi ve kimsenin elinden gelebilecek bir şey yoktu. sorun da buydu muhtemelen. suçlayacak kimse olmayınca herkes hüzünleniyor.
  • psikolojik sorunları olan birisine, -hele ki syd kadar ağır rahatsızlıkları olan birisine- "neden kendine böyle davranıyorsun?" diye sormak kadar acımasız bi soru yok sanırım..

    bu tür sorular da bu ingilizlere özgü zaten.. bi türk ailesinde, aile içi çatışmalar/tartışmalar sırasından bireylerden birinin bir diğerine böyle bir soru sorduğuna şahit olmazsınız pek.. "neden kendine böyle davranıyorsun?" bir türkten kolay kolay duymayacağınız bir sorudur bu.. her neyse.. syd için cevaplaması en zor sorulardan biriydi muhtemelen.. "neden kendine böyle davranıyorsun?" sahi, neden acaba? ama benim asıl merak ettiğim, bu soruyu soranlar nası bir cevap bekliyor ki?

    - neden kendine böyle davranıyorsun?
    - çümkü...

    hahahha.. her neyse.. syd barret.. nâm-ı diğer "çılgın elmas".. kimilerine göre, dünyanın en güzel şarkısının "kendisine" yazıldığı düşünülen -harbiden de öyle- yitik adam.. gelmiş geçmiş en efsane, en avangart, en anlam-lı/sız , en prograsif, en psychedelic rock gruplarından birisi olan -ve yine kimlerine göre, harbiden "en iyisi" olan- pink floyd'un isim babası. dönemin beatnik kuşağında; renkleri duyan, sesleri gören uçmuş kafaların içinde en nadide olanlardan birisi. belki de en değerlisi.. experimental'ın doruklarında gezen bir kayıp ruh.. syd barret.. evet.. müziğini seversiniz sevmezsiniz bilemem, şahsen kendi çapında tutkulu bir floydian olarak eserlerini oldukça "hazmetmesi zor" buluyorum. bu bakımdan kendimi syd sonrası waters'cı floydian* olarak görebilirim.. ki zaten syd ile olan dönem çok kısa ve çok başlangıç dönemiydi.. bilinen/görünen/tanınan anlamda ki pink floyd'da syd'e dair somut anlamda aslında hiç bişey yok gibi desek yeridir.. ama buna rağmen yıllar yıllar bile geçse hiç unutulmadı, hep anıldı, hep hatırlandı.. somutta bi etkisi yoktu belki, zâhirde cismen kayıptı.. ama soyutta hep oradaydı, bâtında hep hissedildi. ve izleri hep bi şekilde kendisini gösterdi.. peki böylesini bir etki yaratmasında ki sebep neydi bu hasta adamın?

    yazacaklarım tabii ki de kendi çapında naçizane öznel görüşler olacak.. akademik bir araştırma makalesi falan beklemeyin.. kapasitem yetmez zaten. ama sağda solda okuduğum üç beş şeyden de alıntı yapacağım biraz.. öncelikle, syd, kelimenin tam anlamıyla doktora tezlerine konu olması gereken psikopatojik bir numuneymiş.. yani tamam, kendisinin sorunlu bi tip olduğu her yerde yazıyor zaten.. yeni bişey değil bu.. ama okuduklarımdan "hissettiğim" kadarıyla bu adamın ciddi derecede bilimsel bir incelemeye tutulması gerekiyormuş.. psikolojik anlamda tedavisi en zor vakalardan birisiydi muhtemelen.. yaşamını araştırdıkça anladım ki, inanılmaz zor bi karakteri varmış. bi kere çok aksi ve huysuz bi adammış.. annesine karşı agresif ve sinirli, arkadaşlarına karşı dengesiz, kendisini ifade etmekte çok zorlanan, resim yeteneğini soyut dışavurumculuk akımı ile gösteren, sosyal olaylara karşı tepkileri kestirilemeyen, olur olmadık yerlerde olur olmadık çıkışlar yapabilen, sahnede aynı notayı defalarca çalarak grup arkadaşlarını zorda bırakan, hadi bi şarkı yazdım onu çalalım deyip her tekrar provasında farklı bir şarkı çalarak sinirleri alt üst eden, tam bir baş belasıymış.. ama buna rağmen hem grup arkadaşlarında hem de yakın çevresinde hep sevilen, saygı duyulan birisi olmuş.. ben öyle tahmin ediyorum ki buradaki en ince detay/fark, syd'in sorunlu karakterinin çevresi tarafından "kabul görmesi" idi. onu yakından tanıyan insanlar onun "doğası"nın bu olduğunu biliyordu.. syd'in tüm hayat profilinde, hep şımarıklık/iticilik ile sempati/saygı arasında ince bir sınır vardı.. ama insanlar syd'de bi problem olduğunu kabul etmişti.. eğer birazcık olsun syd'in rol yaptığını düşünseler, birazcık olsun gündem yaratma derdinde olduğunu, ilgi çekmeye çalıştığını hissetseler herkes ona bir anda sırt çevirebilirdi. ama insanlar onun yaratılışının böyle olduğunu, gerçek özünün bu olduğunu kabul etmişti. syd, rol yapan ya da şöhret triplerine giren birisi değildi.. onun ruhu böyleydi. ve bu hayata fazla geldi.. bazı insanlar doğması gereken zamandan çok çok önce doğarlar ve yaşadıkları zamana bir türlü tutunamazlar.. syd tam olarak böyle biriydi. düşün ki roger waters gibi bir adam! bak tekrar söylüyorum roger waters gibi bir adam.. şarki sözü yazıyor.. ve syd'e "nasıl olmuş" diye soruyor.. syd de burun kıvırarak "biraz eski tarzda sanki" diyor.. bunu roger waters gibi bir adama diyor.. muazzam ötesi.. yani -huzur içinde uyusun- çıtası çok yükseklerde biriymiş gerçekten. ve yakın çevresi ona hep saygı duymuş hep sevip sayıp sineye çekmiş.. çok ama çok az insana nasip olacak bir olay.. hem bu kadar çekilmez, aksi, huysuz bir adam olup da hem bu kadar sayılan sevilen birisi olabilmek.. hiç şüphe yok ki bunda da, syd'in sıradışı karakterinin ve etrafa yaydığı o garip enerjinin etkisi vardı.

    syd ile grup üyelerinin pink floyd adı altında birlikte yaptıkları ilk albüm 1967 tarihli "the piper at the gates of dawn" albümüdür. david gilmour'un henüz olmadığı bu albümün neredeyse tamamı (söz ve müzik) syd'in eseridir.. ve yukarda da bahsettiğim gibi, syd'in eseri olmasından mütevellit, benim için hazmetmesi en zor albümlerden biri. hayatında hiç pink floyd dinlememiş bir insana tavsiye edeceğim en son albümdür muhtemelen. aşırı space rock.. ilk notaları bana creedence clearwater revival tınısı anımsatıyor bi anlık (ne alaka demeyin anımsatıyor işte)**, sonra bir bakıyorsun the beatles tadında devam ediyor falan.. ama interstellar overdirive diye bir parça var içinde ki şerefsizim tam kulaklık bozmalık.. abartmıyorum bakın gerçekten, her kulaklık kaldıramaz bu parçayı.. sennheiser momentum'u bile cızırdatmışlığı vardır.. her kulaklık kaldıramaz.. artı her kulak da kaldırmaz.. dediğim gibi aşırı space, acidik rock.. bilmiyorum, ummagumma'yı falan peynir ekmek gibi yiyen ben bu albümü nedense bir türlü ayıla bayıla dinleyemedim.. belki de hep o reaksiyonu başlatacak ve beni alice'in harikalar diyarına götürecek olan katalizör maddenin* eksikliğindendir.. ama syd'in, hakkında "o zamanlar çok çalışıyordum" dediği bu ilk pink floyd albümü, pink floyddan ziyade syd barret müziği açısından eşsiz bir albüm olarak anılır hep. daha çok solo albüm ama grup üyeleri ona eşlik etmiş gibi.. her neyse.. gilmour'un da katıldığı bir sonraki albümleri ise "a saucerful of secrets" albümüdür. grubun tüm as üyelerinin bir arada bulunduğu ilk ve tek albüm de bu albümdür. bu albümden sonra syd artık pink floyd üyesi olmayacaktır.. ama etkisi neredeyse her albümde sürecek ve yine neredeyse her albümde en az bir parça ona ithaf edilecektir.. brain damage gibi ya da wish you were here gibi.. ya da the wall abümünün tamamı gibi.

    bakın burada bi parantez açayım the piper at the gates of dawn için kesinlikle kötü demiyorum.. haşa.. çarpılırım falan.. ama benim favori albümüm değil. fakat bir sonraki albümleri olan a saucerful of secrets, haftada en az bir defa tapınma ayini gerçekleştirildiğim ve dinlerken secdeye kapandığım albümlerden birisi gerçekten.. oha yuh falan dediğinizi duyar gibiyim çünkü çoğu floydian bu albüme burun kıvırır biraz.. ama ben çok seviyorum.. bana göre pink floyd'un en underrated albümüdür. her neyse. parantez of.

    ilk albümün aksine a saucerful of secrets albümünde syd'in çok bi ağırlığı yoktur.. albüm biraz daha grup işine benzemiştir.. syd albümde, albümün sadece son parçası olan "jugband blues" parçası söz ve müziği ile yer edinmiştir. bu parçada ki "and ı'm wondering who could be writing this song?" sorusu ile şizotipal kişilik bozukluğunun şizofreniye evrilmiş olduğunu gözler önüne serer adeta.. ve parçanın sonunda ki "and what exactly is a dream and what exactly is a joke?" sorularında göz yaşlarımı tutamam gerçekten.. her neyse..

    ve hemen hemen tüm floydianlar arasında tartışma konusu olan ayrılış meselesi.. syd mi ayrıldı yoksa diğer üyeler mi onu bıraktı.. evet.. bu konu da çok tartışmalı ama ben -yine naçizane- grup üyelerinin başka çaresi kalmadığını düşünüyorum.. grup üyelerinin bir "terk edişi" hele ki "ihaneti" gibi şuursuz kelimeler aklımın ucundan bile geçmiyor.. sadece yola syd olmadan devam etmek zorunda olduklarını acı bir şekilde kabul etmişlerdi.. çünkü adam.. harbiden hastaymış.. o dönemlerde hat safhaya çıkan katatonik atakları artık tolere edilemez boyutlara gelmişti. jimi hendrix ile turne fırsatı yakalamışsın dünyaya açılıyorsun.. ama "ben gelmiyorum, sahneye çıkmıyorum, seyirciyi siklemiyorum, tüm bunların amacı ne ki?" gibi varoluş sancıları çeken bir yol arkadaşın var.. ne deseydi diğer grup üyeleri ha öyle mi iyi tamam o zaman biz de çıkmıyoruz mu? bu yüzden ne syd isteyerek ayrıldı.. ne grup üyeleri onu bıraktı.. syd bir nevi kendi kendisini devre dışı bıraktı diye düşünüyorum.. zaten adamın müzik anlayışı öyle atonal yani düzensiz ve kural tanımazmış ki artık diğer grup üyeleri onunla aynı sahneye çıkmaya korkar hale gelmişler.. ne yapacağını kestirmek güç bir adam olduğundan, kendi hayal dünyamda şu tür diyaloglar canlandırıyorum syd ile grup üyeleri arasında.. yani sanki o an ordaydım da bu diyaloğa şahit olmuşum gibi bir hisse kapılıyorum, sanki roger waters'ın syd'i karşısına alıp "bak dostum seni gerçekten çok seviyoruz.. ama.." dediğini görmüşüm gibi.. ve syd de cevap veriyor "yuppee, you can't see me.. but ı can you"* en başlarda da söylediğim gibi sosyal tepkileri falan da bozukmuş adamın.. mesela bi keresinde bi müzik töreninde** bi dostu sahnede konuşma yaparken syd için "o ingiltere'nin en iyi söz yazarıdır" demiş ve syd ayağa kalkıp "hayır bu doğru değil" diyerek arkadaşını sahnede herkesin önünde bozmuş.. yani şu basit olay bile apaçık gösteriyor ki sosyal tepkileri yönetme/kontrol etme konusunda ciddi sıkıntılar yaşayan birisiymiş..

    velhasıl kelam syd için "kendisini heba etti" diyenlere içerliyorum çünkü kendisi bile kendisinin ne olduğunu bilmiyordu muhtemelen.. bu konuda ki o meşhur sözü de pek manidardır: "benim her kim olduğumu düşünüyorsanız, ben o değilim"

    bu arada, son bişey daha paylaşayım.. kendisini simaen kendime çok benzetiyorum.. özellikle şu fotoğrafta falan, ürkütücü derecede kendi gençlik simam canlanıyor gözümde.. eski resimleri karıştırıken üniversite yıllarımda dağınık saçlı olduğum günlerden kalma şu fotoğrafımda*** hep syd'in simasını görüyorum sanki.. bob dylan saçlım benim.. orjinallikte genesis'in peter gabrieli ile, kalite kumaşında king crimson'un rober fripp'i ile, büyüklükte vy canis majoris ile, ilahlıkta poseidon ile* yarıştıracağım tek isim.. ama çok çok daha talihsiz olanı.. içimi acıtıyor gerçekten.. biliyorum.. dalların cennete kadar uzanmaz.. köklerin cehenneme kadar inmediyse.. her iki kutbu da zamansız yaşayanım.. çılgın elmas'ım.. yitik hazinem..

    yıllar sonra, 2005 de, yüce insan bob geldof'un öncülük ettiği ve dünyada yüz milyonların ekran başına kitlendiği live 8 konserinde kendisi için söylenen wish you were here parçasını dinledi mi bilinmez ama gerçekten de.. tüm kalbimizle.. keşke burada olsaydın be keith.*keşke.. huzur içinde uyu.. beraber.. huzur içinde, yıldızlı gökte...
  • wish you were hereın kayıt gunu binaya bir adam gelir fakat once kimse onu tanımaz. yaklasık bir saat boyunca bu gelen kel, iri, sisman adamın kim oldugunu anlamaya calısırlar. daha sonra tam shine on you crazy diamond un kaydı bittiginde bu adam studyoya dalar ve: "eee??ben ne zaman kayda baslıyorum??"der ve basta roger waters olmak uzere tum grup gozyaslarında bogulur. cunku zar zor tanıdıkları bu adam, seker hastalıgı ve acid sonucu cokmus syd barrett*tır.
  • bu herife uzaktan kosup kosup tam alninin ortasina kafa atmak, yere dusunce tekme tokat allah ne verdiyse girismek, sonra da hungur hungur saatlerce aglamak istiyorum. onu cok seviyorum, ondan nefret ediyorum.
  • 1975'te wish you were here'in kayitlari sirasinda bir anda cikagelen syd barret'in o zaman cekilmi$ uzucu bir fotosu asagidaki linkte:

    http://www.sydbarrett.net/…/74-now/sydabbeyrd75.jpg

    bu da 2002'de bisiklet kullanirken resmi:

    http://www.sydbarrett.net/…s/74-now/bikebarrett.jpg

    bu da 1968'deki bir resmi:

    http://www.sydbarrett.net/…s/66-68/piano/1967-8.jpg
  • mecburiyetten gilmour ile yer degistirilmis deha muzik insani.
    1967 de amerika turnesine cikan pink floyd, turnenin ilk ayagi olan san francisco konserine syd ile baslar. konser baslar, syd sahnede oylece kalakalir. acid ile mahvettigi beyin hucreleri cevap veremez durumdadir. ne gitarini calar ne sarkilarini soyleyebilir. artik iyice kararmis gozlerini seyircilerin arkasindaki bir noktaya dikip oylece bakar.

    pink floyd elemanlari syd i acid den kurtarmak icin defalarca ugrasmislardir. sirf waters iki kere tedavi icin hastahaneye goturmus ama kapidan iceri bile sokamamistir. en yakin arkadasinin gozleri onunde erimesi kahretmistir onu. wish you were here da bu duygularla cikmistir. turne de syd le daha fazla ilerlemiyeceklerini anlamislar ve gilmour a ilginc bir teklif getirmislerdir. syd in sarkilarini calmayi ogrenecek, sozlerini ezberleyecek ve onlarla sahne alacaktir. syd in okumasi gereken sozleri okuyacak, calmasi gereken sarkilari calacaktir. gilmour o an syd in yerini almasinin istendigini anlayamamistir belkide.

    gilmour syd in yerini alipta syd guruptan ayrilinca buna bozulmus mudur? aslina bakilirsa oxford a tasindigi bu donemde, acid in etkisiyle olan bitenin farkinda olup olmadigi bile suphelidir. gunlerini, kucucuk evinin bir kosesine attigi yer siltesinin ustune uzanip gozlerini bos bakislarla havaya dikerek gecirmis, geri kalan zamanlarda ise duvarlarini boyamistir.

    grubun syd i silmesi hic kolay olmamistir. yillar sonra kayit yapmaya girdikleri studyonun bir kosesinde yere oturmus 130 kiloluk adami hicbiri taniyamamistir. suratinda hic kil kalmamistir. saclari ve kaslari dahi kazinmis bu pesmude adamin syd oldugunu farkettiklerinde kimse goz yaslarina hakim olamamistir. artik o kendi tabiri ile vegetable man dir.

    uyusturucuyla kendini sebzeye cevirdigi icin dunya, bu muzigin farkli, memnuniyetsiz, garip, cocuk ve deha ismini asla affetmeyecektir sanirim.
  • pink floyd'da sanat üzerine eğitim görmüş tek elemandır. cambridge technical college'da sanat bölümü mezunudur, burada tanıştığı david gilmour filoloji okumaktadır ve arada buluşup gitar tıngırdatırlar. barrett sonra camberwell college of arts'da resim bölümüne kaydolur.

    roger waters'la arkadaşlıkları liseden gelir ama waters westminster üniversitesi mühendislik bölümünde eğitimine devam eder. mason ve wrightla da westminster üniversitesinde tanışırlar.

    bir ressam, bir filolog, üç mühendis... inanılmaz bir kompozisyondur.

    barrett'ın olaylara bakış açısı bir sanatçının bakış açısıdır. gruba saykedelik ve progresif yönünü veren temelde onun sanatsal yaklaşımlarıdır. diğerleriyse işin teknik yönüne sadık kalmışlardır. barrett grubun diğer üyelerinden üç yaş küçük olmasına rağmen grubun liderliğini üstlenmiş ve grubun zamanın ruhunu yakalamasını sağlamıştır.

    the piper at the gates of dawn gerçekten inanılmaz bir albümdür. eğer dinlemediyseniz mutlaka ama mutlaka dinlemelisiniz. bu şaheseri çıkardıklarında hepsi daha ergendir. barrett 21 yaşındadır, diğerleri 23/24. grubun taşıdığı devasa potansiyel daha ilk anlarında bellidir ve bu potansiyelin kokusunu alan herkes grubun etrafında toplanmıştır.

    syd barrett uzun uzadıya çözümlenmesi gereken bir kişilik. kurduğu grupla yollarını ayırmasını salt şizofreni ya da asit suistimali üzerinden okuyamazsınız.

    grup kurulduğunda gerçekten hepsi para ve şöhret peşindedir. aslında kim değildir ki? o dönem buluşup underground mekanlarda gitar çalan gençlerin hepsi bir beatles bir rolling stones olma gayesindedir. bu albümler atlantik'ten amerikan limanlarına ulaştıkça amerikan geçliği de aynı amaçların peşinden gidecektir. hatta bizim limanlarımıza ulaştıkça türk gençliği de benzer gayeler edindiler*.

    pink floyd daha ilk adımlarında bu gayeyi garantilemiş bir grup oldu. oldu olmasına da gerçekten istedikleri bu muydu? kanımca grubun dağılmasını bu noktada okumak gerekir zira meşhur klişemizin dediği gibi şöhreti herkes kaldıramaz. londra'nın yeraltı barlarında çıkıp deneysel deneysel gitar tıngırdatmak bir şeydir, ticari bir değere dönüşmek, bir marka olmak bambaşka bir şeydir. konserler, turneler, ropörtajlar, partiler, menajerler, stüdyolar, fan kitleleri, rekabetler, beklentiler... burası istediğiniz gibi hareket edebildiğiniz bir alan değildir. bize çok günlük güneşlik gelebilir ama orada olan için her zaman keyifli olmayabilir. streslidir.

    daha 21 yaşında bu adımı atmış bir sanatçı için bu çok daha belirgin bir ayrımdır. ergenlik yerini olgunluğa bıraktıkça insan hayattaki yerini daha derin sorgulamaya başlar. 15'inde 16'sında ünü yakalamış dahilerin hayatlarının geri kalanında aynı parıltıyı sürdürememeleri de kanımca bu ayrımda aranmalıdır. evet bir parıltın var fakat bunu ne için , nerede sürdüreceksin? barrett'ın bu noktada grubuyla ters düştüğünü düşünüyorum.

    asitin etkisi şüphesiz büyüktür. ben lsd'yi "asit yedim halüsinasyon gördüm kafalar yaşadım oh bebeğim çok eğlenceliydi" boyutunda görmüyorum asla. asit bence algı kapılarını açan bir madde. burada yaşanılan tripten sonra insanların günlük hayatlarında ciddi bir paradigma kayması olabiliyor. kafamı yaşasan kafana sıkarsın hesabı. insanlar kendilerini, etraflarındakileri, umutlarını, hislerini, beklentilerini, dünyayı farklı bir algı kapısından görüp geri döndüklerinde derin bir yabancılaşmanın içerisine gömülebiliyorlar. ben bunu çevremde çok gördüm. eskiden çok sevdikleri, istedikleri şeylere kayıtsız kaldıkları, muhabbet ettikleri insanları sildikleri, bambaşka insanlara dönüştükleri olabiliyor. bu iyinin ve kötünün ötesinde bir durum ama elbette bizim buna bakış açımız iyinin ve kötünün dahilinde oluyor.

    barrett kesinlikle aynı barrett değil, bu kesin. bomboş bakıyor. gözlerinde bir heyecan yok. orada olmaktan memnun değil. derin bir ilgisizlik, kayıtsızlık* içerisinde. konsere gidiyorlar, uçaktan iniyor bir de bakıyor ki gitarı yok. unutmuş. konser veriyorlar, dalıp gidiyor, aynı akoru çalıp duruyor. konser bitişinde paralarını alıyorlar, para dolu çantayı otelde unutup çıkıyor, uçakta fark ediyorlar ve hemen geri dönüyorlar. istediği yerde değil. olmak istediğini düşündüğü yerdeyken olmak istediği yerde olmadığını fark etmiş. artık unutkan, dalgın, toplumdan uzaklaşmış durumda.

    belki de deliriyor çünkü tüm bunlar şizofreninin gelişim evresinin emareleri. ama depresyonun da emareleri. zaten depresyon da şizofreninin bir emaresi. bu yüzden çok geniş bir psikanaliz gerektiriyor barrett'ın derin sularında ilerlemek. anlaması kolay, empati kurması kolay ama belki göründüğü kadar da kolay değildir.

    the saucerful of secrets, grup bu tartışmaların göbeğindeyken çıkmış bir albüm. bu albümde barrett'ın ana vokalist olduğu bir şarkı var ki albümün son şarkısı. bir de klibi var bu şarkının. jugband blues.

    bunu dinlemelisiniz.

    bu şarkı barrett'ın gruptaki jübilesidir ve herkes bunun farkındadır. grup arkadaşları bu şarkıyı çalarak barrett'ın bir anlamda vasiyetini yerine getirmektedir. barrett bu şarkının ortasındaki kaotik enstümental bölümü dev bir orkestranın icra etmesini ve her müzisyenin gruptan tamamen bağlantısız şekilde kendince bir şey çalmasını ister. bu bir single olacaktır ve albümde çıkmayacaktır. zaten potansiyel olarak böylesine kaotik bir şarkının bu albümde yeri olamaz. ne var ki grubun ısrarıyla barrett orkestra fikrinden vazgeçirilir ve bu şarkı eldeki imkanlarla yapılıp albüme konur.

    sözleri gerçekten düşündürücüdür:

    it’s awfully considerate of you to think of me here
    and i’m much obliged to you for making it clear that i’m not here
    and i never knew the moon could be so big
    and i never knew the moon could be so blue
    and i’m grateful that you threw away my old shoes
    and brought me here instead dressed in red
    and i’m wondering who could be writing this song

    i don’t care if the sun don’t shine
    and i don’t care if nothing is mine
    and i don’t care if i’m nervous with you
    i’ll do my loving in the winter

    and the sea isn’t green
    and i love the queen
    and what exactly is a dream?
    and what exactly is a joke?

    barrett arkadaşlarına teşekkür etmektedir. onlar sayesinde var olmuştur, onlar sayesinde ayın ne kadar büyük, ne kadar mavi olabileceğini fark etmiştir. onlar sayesinde eski ayakkabılarını çıkartıp atmış, güzel kostümler içerisinde şarkılar yazmıştır. bu yüzden arkadaşlarına aslında orada olmadığını söylemek boynunun borcudur. orada olamıyordur. olmak istediği yer orası değildir. pink floyd dev hayallerin grubudur. barrett ise bir şakadır. ama neden? bunu sorguluyordur barrett. neden tüm bu dev hayaller? neden şaka olmasın? ne farkı vardır ki?

    albümün ağzıyla konuşacak olursak grup let there be more light derken barrett the sea isn't green demektedir.

    aslında barrett'ın grubun hayallerinde kapladığı yer o denli büyüktür ki barrett gruptan ayrıldığında grubun peşine takılmış olan tüm yardımcı müzisyenler grubu terk ederler. potansiyeli barrett'ta gömüşlerdir, pink floyd'da değil.

    the madcap laughs, barrett'ın ilk solo albümü, kesinlikle barrett'ın vizyonunu taşır. pink floyd uzun uzadıya enstrümantal şarkılar ve sistem üzerine, hayat üzerine eleştiri ve sitemlerle dolu anlaşılır sözlerle yönünü bulmaya çalışırken barrett üçer beşer dakikalık kısa ve basit şarkılar ama sürreal ve derin sözlerle işine devam eder.

    zaten albümün kapağı da bunu yansıtır cinstendir. barrett boş ama çizgili desenli bir zeminde ayakları çıplak oturmaktadır ve yanında sadece çiçekli bir vazo durmaktadır. arka kapağında ise barrett'ın saçlarıyla kapalı yüzü ve arkasında bir tabure üzerinde çırılçıplak bir kadın vardır. barrett minimalist bir sürrealisttir. albüm de böyle bir albümdür zaten. eğer dinlemediyseniz dinlemelisiniz.

    barrett akustik gitarını çalar ve şiirlerini söyler. düzenlemeler çok azdır. ardından gelen barrett albümü de aynı tondadır ve oldukça güzeldir. bunu mutlaka dinlemelisiniz. albüm kapağı ve şarkıları yine aynı minimalist sürrealizmin etkidindedir.

    barrett'ın solo şarkıları iyidir. burada şu nüans var. pink floyd'un barrett sonrası dönem yaptığı albümler tek kelimeyle birer şaheserdir ve hepsi patlamıştır. barrett'ın solo albümleri ise iyidir. şaheser olmaktan çok uzaktır. minimal ticari kaygılarla yapılmış ve ticari getirileri de minimal kalmıştır.

    barrett bu albümlerde müzisyen değil şair yönünü göstermektedir. zaten 25 yaşındayken the rolling stones dergisinin kendisiyle yaptığı ropörtajın sonunda aa hazır gelmişsiniz size şarkı albümümü göstereyim der ve gerçekten* bir albümü açıp üzerinde yazılı olan şarkı sözlerini gösterir. o şiir yazıyordur ve onları seslendiriyordur. belki hastalık müziksel yeteneğini tüketmiştir diyebiliriz. belki de onun gitmek istediği yön budur. minimalist ve sürrealist bir şair olmak istemiştir. bilmek çok zor.

    yıllar yıllar sonra pink floyd barrett'ı stüdyolarına çağırıp onun için besteledikleri shine on you crazy diamond'u dinletirler. barrett hüzünlenir. şarkı kendisi için yapılmıştır. ağırlıkla enstrümantal olan bu yarım saatlik devasa şarkının arasına serpiştirilmiş sözler bariz şekilde onu tasvir etmektedir. ne var ki barrett şarkıyı beğenmez. eski der. zamanın ruhuna uygun bulmamıştır. hangi zamanın ruhu? bilinmez.

    pink floyd ve syd barrett elma ve armut gibidir. barrett sadece bir sanatçıdır ve öyle de kalmıştır. şöhret trenine atlamış ve ilk durakta inmiştir. arkadaşları da trenin içerisinde giderken onun giderek küçülen silüetine el sallayıp durmuşlardır.
  • "mutlu olmayı düşlemediğim bir hayat seçtim" lafı vardır kendisinin. hayatımda duyduğum en hüzünlü laf bu. ilk öğrendiğimden bu yana epey zaman geçti ama hala ara sıra aklıma takılır. ne biçim buruk, hüzünlü bir cümle bu; ne çok acı hatıra barındırıyor içinde.
  • kendisi öleli 5 sene olmuştur. kendisini kaybedeli baya çok olmuştu.
hesabın var mı? giriş yap