• (bkz: ateizm)
  • (bkz: ateizm)
    (bkz: ateist)
    (bkz: ate)
    (bkz: inanmaya ihtiyaç duymamak)
  • bu sözcük bende ateistten farklı olarak, tanrıya inanmamak değil de onu sallamamak gibi bir düşünsel çağrışım yapıyor. yani onun var olup olmadığını gündemine getirmeyen, bunu tartışmayan, bu konuya kafa yormayı gereksiz bulan insanın tavrıymış gibi*.
  • - ben niye tanıyim, tanrı beni tanısın...
  • teizm ile ateizm "insanın" kimliklenme paradigmaları olarak çalışagelmiştirler. teizm, "insanı" "eşref-i mahlukat" olarak bir kimliğe kavuşturmuşken ateizm onu diğer canlıların üstünde ve daha akıllı hayvan olarak beşeri bir kutsiyete kavuşturur. her iki tutum da humanisttir. humanizma en geniş anlamı ile organizmayı(homo sapiens) insan kılma yani kimlik sahibi kılma demektir. (bkz: hümanist kelimesinin yanlış kullanılması) peki, "insan" neden bir kimlik sahibi kılınmıştır? cevap: sorumlu tutulabilmek için. daha açık söylemek gerekirse, "suçlu" bulabilmek için. sorumlu tutulabilen insan ise verili bir "özgür iradeye" sahip insandır. işte bu noktada teist ve ateist humanizmanın birincil varsayımına ulaşmış bulunmaktayız: özgür irade

    ateist paradigma tanrının ölümü ile insanın özgürlüğü arasında bir koşutluk kurmuştur. bu bakış açısı ile bakıldığında "etik bir özne olarak insan" ancak tanrının ölümü ile mümkün olur. böylece bir tür olarak insan tanrının tahtına da gözünü diker.
    ancak öte yandan, "özgürlük" ve "vicdan" teizm için de gerekli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. çünkü, insanı, eşrefi mahlukat yapan şey onun melek ya da hayvan olarak değil de, bilakis tanrıya iman etme/etmeme seçimini yapabilme gücü ile tanımlanmasıdır.(bu noktada cüz'i irade/külli irade problemini esgeçiyorum) demek ki, özgür irade ve vicdan denilen şey teizmin ve onun etik üzerine oluşturduğu dünyanın da temelidir. burada, konu başlığına binaen teist humanizmadan çok ateist humanizmaya dair yazmaya çalışacağım.

    ***

    ateist humanizma, diyalektik bir hareket ile merkezin tanrıdan insan denilen türe kaymasıdır. bu da "insanın temel niteliği olan vicdanın ya da özgür iradenin" tanrısallıktan çıkarılıp beşeriyet kazanmasıdır. ancak bu bize "vicdan" kavramının kendisinin -vicdan denilenin kutsal ya da beşeri bir şekilde tanımlanmasının değil onun kendisinin- sorgulanamaz olması gerektiğini hiç de göstermez... özgür irade denilen kavramın niçin ortaya konulduğu, insan denilen türe neden her zaman bir özgürlük atfedilmek zorunluluğu hissedildiği üzerine düşünmek gerekir. vicdan ve özgür iradenin; asketik dünya tasavvurları, dinler ve özellikle modern hukuk sistemindeki -buraya hakim siyasal rejim olan demokrasiyi de eklemek gerekir- rolü nedir?açıkça söylemek gerekirse vicdan , "insanı" üretmek ve biçimlendirmek üzere ortaya çıkmış, sağlam dayanaktan yoksun bir kavram değil midir?

    din, ideoloji ve toplumsal normların "dışında", onlardan yalıtılmış yani "kişisel olan bir vicdan" -ateist humanizm, asıl etik olanın buradan doğacağı iddia etmektedir- mümkün müdür? eğer mümkünse nasıl? yani bu "kişisel vicdan" nasıl ortaya çıkmaktadır, nereden gelmektedir?

    eğer bu sorulara cepheden ve doğrudan bir cevap vermek gerekirse, açık sözlülükle vicdan denen şeyin binlerce yıl süren sistematik bir zorbalığın sonucu ortaya çıktığını da söylemek gerekmektedir. insan denilen tür; sürgünler, işkenceler, fiziksel ve psikolojik binbir acı ile biçimlendirilmiş, böylece "vicdan", "özgürlük" ve de nihayetinde kimlik sahibi olmuştur.

    vicdan meselesini insanın "özü gereği bencil" mi yoksa "özü gereği diğerkam" mı olduğu üzerine bir tartışma üzerinden düşünmek zaten insanı bir öz yani kimlik sahibi kılınmış şekilde tasavvur ettiği için burada dile getirmeye çalıştığım perspektifi ıskalamış olur. ki, evrimsel değer teorileri de meseleyi bu minvalde ele aldıklarında bize teolojik insan-biçimciliğin bir karikatürünü sunmaya başlar.

    ***

    humanizmanın bir kimliklendirme paradigması olduğunu söylemiştim. onun içindir ki, bu paradigma demokrasi denilen sistemin temel prensipleri ile uyum içindedir. çünkü demokrasinin işleyebilmesi için kimlik denilen şeyin ortaya çıkması gerekir. peki kimlik nasıl oluşur? cevap : demokrasinin işlemesi için gerekli olan her bir kimlik ancak çokluğun tekliğe indirgenmesi ile ortaya çıkar. bu "birincil faşist hamle" diyeceğim şeyin ta kendisidir: çokluğun bir kimliğe dönüşmesi yani teklik olarak kayıt altına alınmasıdır birincil faşist hamle. bu hamle örneğin seçim denilen süreçte ise resmi olarak tatbik edilir: sandığa oy atıldığı anda seçmenin partinin sunduğu soyut ve ideal kimliğe ram olduğu kabul edilir. temsili demokrasinin işleme prensibi bu indirgeme üzerine inşaa edilir. meclis, temsilin ortaya çıkardığı faşist hamleyi daha da ileri taşır. meclise girebilmiş partilere oy vermiş olan seçmenin dahi tek tipleştirilmesi söz konusu iken, milli irade kavramı ile meclise girebilmiş herhangi bir partiye oy vermemiş bir seçmeni hatta daha da gülüncü oy bile vermemiş bir seçmeni bile teke indirger.

    demokrasinin "kimliklere saygılı olmalıyız" ve "farklı kimlikler bir arada yaşama iradesi göstermeli" sözleri modern çağın abuklamalarından belki de en komiğidir. kimlik, bir arada yaşama iradesinin gösterilememesi ile ortaya çıkabilir. yani, kimlik diye bir şeyin ortaya çıkması ancak kimliğin çokluğunun ortadan kaldırılması ile mümkündür.dolayısıyla "kimliğe saygı duyuyoruz" diyerek "faşizme karşı" olduğunuzu iddia etmek için epey saçmalamanız gerekir.zira,kimliklere saygılı olmamız gerektiğini söylemek ile faşizme saygılı olmamız gerektiğini söylemek arasında fark yoktur. çünkü her kimlik ortaya çıkış koşulu olarak "birincil faşist hamleyi" içerir.

    bu noktada, modern demokrasinin sadece türkiye'de değil, uygulandığı hemen her yerde döngüsel olarak faşizmler ve konservatizmler üretip durmasına da şaşırıp kalmamak gerekir.

    tüm humanizmler birer kimliğin kendisini kabul ettirmesi temel ereğine sadık oldukları için hep hoşgörü, saygı, tolerans gibi kavramları vurgularlar. bu kavramlardan hoşgörüye yakından baktığımza tıpkı demokrasinin kendi kendini kimlik vurgusuyla dinamitlemesi gibi hoşgörünün de kendi kendisini dinamitlediğini görürüz.çünkü, birilerini hoş gördüğünü söyleyen, zaten kendi haklılığını, üstünlüğünü yedeklemiş haldedir, ki bu sayede kendinden farklı olanları enginliği ile kapsayıp hoşgörür. bu kavramın altında türlü türlü oyunların döndüğünü, yalanın, gizlice kendi üstünlüğünü kabul ettirmenin olduğunu fark etmemek için oldukça saf olmak gerekir. hoş gören, tolerans gösteren kendi üsten bakışını yedekleyerek bunu gerçekleştirir. "kibarca ve medeni olan" bir aşağılama, hoşgörü ve töleransa içrektir.

    islam : hoşgörü dini
    hırstiyanlık : sevgi dini
    demokrasi : tolerans rejimi
    vs.vs...
    buna mükabil dünya : bombok...

    demek ki, kurumsal olarak pek çok dizge tarafından öne sürülmekte olan "hoşgörülü olma" her kimliğin kökensel olarak içinde bulundurduğu "birincil faşist hamle"yi bertaraf edemiyor. genellikle yapılan hata, hoşgörülü olduğunu söyleyip ötekini ortadan kaldırmaya çalışan ideolojilerin içten davranmadığını, hoşgörülü olmadığını sanmaktır. oysa, horgörü hoşgörüye her zaman dahildir ("birincil faşist hamle" sebebiyle)

    humanizma, "insanlığın" ideolojisi olduğu için, "insan" da bu ideolojinin kimliği olduğu için onun sık sık hoşgörülü olma ile birlikte anılması şaşırtıcı değil. insan merkezcilik, insan olma dışında tüm farkları ortadan kaldırır; asli nitelik olarak insanı insan yapan unsurları seçer. böylece, asli unsurlar dışındaki farkla hoşgörülebilir olur. örneğin, buradan nasıl olup da nazizmin doğduğunu kısaca tahlil edelim : kimliği oluşturan "birincil faşist hamle", hoşgörü ile cilalanarak sadece inceltilir ve göze hoş görülür hale getirilir, ancak kimliğin yeniden oluşturucu dinamosu olduğu için ortadan kaldırılamaz. demokrasi böylece kimliğin birincil faşist hamle sayesinde inşası için bir mekanizmaya dönüşür. yani, hoşgörü ve demokrasi kimlik politikalarını merkezine almasıyla faşizmi tekrar tekrar üretir. (bakınız demokrasi tarihinde tiranların ortaya çıkışı..) bir humanist ideoloji olan nazizm de, insanlığı yüceltirken insan denilen varoluş kipinin asli niteliklerini belirler : insan, aryan ırktır. nazizim, ideolojisinin merkezine "insanı" alarak soykırım yapar. nazizmde de insanlığın asli niteliklerini taşıyanlar ve bu kimliği üstlenenler arasındaki farklılıklar hoşgörülebilirdir. naziler yahudileri sistematik olarak öldürmüş, yaşarken iş gücü ve öldükten sonra hammade olarak üretim bandında değerlendirmişlerdi. zira, bir yahudi insan değildi. söz gelimi bir inekten farksızdı ve insanlar insan olmayan canlıları zaten hep böyle kullanırlar.

    ***
    bir şeye isim vermenin, o şey üzerinde hakimiyet kurmak anlamına geldiği fikri kadim çağlardan beri beşeriyetin belleğinde yazılıdır. bir şeyin adını bilmek ya da bir şeye ad vermek "iktidara sahip olmak" ile ilişkilendirildiğinden , mesela eski ahit'te tanrı, ismini sual eden yakub'a adını söylemez.* kıssa ilk okunduğunda dikkati celbeden husus tanrının bir ölümlü olan yakub'a güreşte kaybettiğidir.oysa tanrı, yakub karşısında daha kökensel ve incelikli bir üstünlüğe sahiptir. bu kökensel üstünlük onun yakub'u kutsayarak bu ölümlüye israil ismini vermesinde ortaya çıkar.bir isim ile kutsama yani değer atfetme kudretine sahip olma ya da olmama, işte hiyerarşi buradan temellenir. bu hiyerarşiye dair nietzscheci bir tasavvurdur ve diyalektiğin çarkına sokulan çomaktır. hegelciliğin insan ve tanrı arasında gerçekleştirdiği rol değişimleri ile ortaya çıkan tasavvuru, kudretin bir müsabakanın ya da savaşın sonunda galip ve mağlup taraflar arasındaki temsili meselesine dönüştürmektedir. (bkz: gilles deleuze) tanrı'ya sorulan "adın ne?" sorusuna dönersek; bu soru eski ahit'te bir kez daha**, bu sefer israiloğullarını mısır'dan çıkaran musa tarafından sorduğunda ise rab bu kez cevap verir : "ne ise o olan" anlamındaki yehova'dır adı.o, "ne ise o olan" olarak, insanoğlunun isim vasıtası ile kurduğu hakimiyetten münezzeh bir gücün ifadesidir. yehova böylece kendi ismi ile israiloğullarına haddini bildiren değer atfedici bir "mercidir."

    bu hususlar üzerinde, dilin kökenine dair muhtelif "semavi" izahatte de bir mutabakat sağlandığı söylenebilir. eski ahit tekvin bölümü 11. bab'da, babil kulesi'ne dair meşhur kıssanın bize anlattığı, rab'bın ademoğlunun aynı sözleri kullanmak suretiyle ve küstahça elde ettiği kudreti elinden almak için insanlığın dilini karıştırdığıdır. bu sadece farklı dillerin ve kavimlerin oluşturulması ile insanlık aleminin dirliğinin bozulması anlamına gelmez, aynı zamanda dilin kendisinin deforme edilmesi anlamına gelir. zira yeni ahite göre adem'in nesnelere ad vermesi kuran'a*** göre ise allah'ın adem'e nesnelerin adlarını öğretmesi ile meydana gelmiş olan "biricik ve ideal dil", böylece kibirlenen ademoğlunun cezalandırılması için bozulmuş olur. gerek kuran-ı kerim'de gerekse yeni ahit'teki bahislerde dil, "kavram" ile "nesnesinin" bir saydamlık ilişkisi içinde işlediği ve böylece "hakikatin bilgisine" erişme bakımından herhangi bir sorunun söz konusu edilmediği ideal dilin ta kendisidir. demek ki, metafizik geleneğin rasyonalist ve empirist ve de mantıkçı pozitivist paydaşları "ideal dilin" tesisine yönelik temenni ve çabaları ile dilin kökenin ne olduğuna dair "semavi" izahatin dümen suyuna yazmışlardır. çünkü sözkonusu gelenek en temelde "insan kavramına" , "bir tür(cins) olarak insana" biçilen değer ile düşünmüştür. ilkinde "rabbin kölesi" olan ve eşref-i mahlukat payesine bu sayede ulaşan "insan" ikincisinde ise kendisi rabbin tahtına kurulmuş bir "efendi" kimliği ile seküler humanizmanın yüceltimi ile payesine erişir.

    bu noktada ateizmi, tanrı-insan diyalektiğinde gerçekleşen rol değişikliklerinin ötesinde tasavvur etmenin mümkün olup olmadığı üzerine düşünmek gerekmektedir. gerek sscb özelindeki materyalist ateizm gerekse sekülerizm ve demokrasi zemininde kurulmaya çalışılan ateizm, insan denilen türün ve insanlık denilen aksiyolojik dizgenin insan-tanrı diyalektiği ile yüceltiminden ibarettir. dolayısıyla burada ateizm ve teizmin arasında radikal bir fark olduğu söylenemez. öyleyse, ateizmi tanrı-insan diyalektiğinin ötesinde tasavvur etmek ile diktonomiler (insan/tanrı, doğa/kültür, kadın/erkek vs.vs.vs.) arasındaki danışıklı dövüşü gözler önüne sermek at başı gidecektir. böylece : tanrıtanımazlık bir kimlik değildir. tanrıtanımazlık , teizmin karşıtı değildir. tanrıtanımazlık, rasyonalist ve modernist paradigmanın tahakkümünde mümkün değildir. tanrıtanımazlık, "insan"/"tanrı" diktonomisinin yapısökümünden çıkar. tanrıtanımazlık , bu bağlamda anti-hümanisttir. böylelikle tanrıtanımazlık ile ateizmi ayırıyorum : tanrıtanımazlık, efendi ve köle arasındaki tanınma diyalektiğine verilen değerin yitimi ile ilişkilidir. tanınma diyalektiğinin değer yitimi; verili olan öznenin, kimliğin ve bilincin yani insanın değer yitimidir. (bkz: insan aşılması gereken bir varlıktır)

    *eski ahit/tekvin/bap 32
    ** eski ahit/mısır'dan çıkış /3. bölüm
    ***bakara, 31. ayet
  • cinsel ilişkiden uzak durma ne kadar seks pozisyonuysa tanrıtanızmazlık da o kadar dindir.

    bill maher
  • tanrıtanımazlık sözcüğü ateizm için kullanılabilecek en berbat karşılıklardan biri. vurmayın açıklıyorum...

    tanrı-tanımaz sözü açıkça, bir tanrının var olduğunu, fakat atelerin bu tanrıyı tanımadıklarını, bilmediklerini, kabul etmediklerini ima eder. yani aslında tanrıtanımaz, geleneksel tabiriyle "allah'ı inkâr eden"in karşılığıdır.

    oysa inkâr ve tanımazlık, "olan" hakkında geçerli olan tutumlardır. "olmayan" inkâr edilemez, reddedilir. dolayısıyla tanrıtanımaz, ancak tanrıya inananların ateistler için olan isimlendirmesi olabilir. bir ateistin kendisini "tanrıtanımaz" olarak nitelendirmesi pek makul değil.

    illa bir karşılık aranıyorsa, hem sözcük yapısı hem de anlamı itibariyle: (bkz: tanrısız)
hesabın var mı? giriş yap