• bu başlık yüksek ihtimalle sanatı seven ve sayan düzgün insanlar tarafından okunduğu için aşağıda verdiğim kaba sürprizbozanın bağışlanmasını arz ederim.

    --- spoiler ---

    (bkz: sekreterini siken çayını kendi alır)

    --- spoiler ---
  • henüz en başına koyduğu upuzun siyah bir credits ekranı ve bitmek bilmeyen söyleşi sahnesiyle adeta izleyicisini yormaya ant içerek başlayan, klasik müziği teknik ve tarihsel anlamda sular seller gibi bilmeyen ortalamaya izleyiciyi (ki izleyici grubunun %99,9'unu oluşturuyor) ezmeye ve sindirmeye oynayan üstenci bir tavırla yazılmış, bir orkestra şefinin gündelik hayatını anlattığı ve herhangi bir alt metni ve edebi derinliği olmadığı için bu açığı bilmediğimiz bir terminoloji ve hepsi havada kalan sanrı sahneleriyle doldurmayı tercih etmiş, tayland'da geçen son sekansın bir bütünün parçasından çok zorlama bir eklenti gibi durduğu, dahası bu sahneleri kasten leş gösterilmiş sokak görüntüleri ve klasik müzik yapılacak en dip yer temsiliyle bir nebze ırkçı bulduğum, izleyicide ne başı ne ortası ne sonuyla herhangi bir duygu uyandıramayan, bana kalırsa böyle bir amaç da gütmeyen, epey kasıntı bir film. the square'e laf söylüyorduk, daha beteri geldi. o en azından eğlenceliydi.

    öyle snob ve ruhsuz bir film ki cate blanchett bile haliyle dümdüz oynamış. burada cate blanchett'ın oyunculuğuna övgü düzenler tek bir sahneyi örnek gösterip neyine bu kadar ölüp bittiklerini anlatırlarsa sevinirim. ha oscar alır mı, zamanı geldiyse alır. en iyi erkek/kadın oyuncu filme göre verilmiyor zaten. o apayrı bir tartışma konusu.
  • dünyanın en kederli sesini çıkarabilen müzik aleti, usta bir kimse notaları ağlatabilir bununla ("edebi artistlik" yapmıyorum başka türlü tarif edemedim...)
  • --- spoiler ---
    filmin sonundan başlayacak olursak, tayland'da gittiği masaj salonunda diğerlerinin aksine ana karakterin tam gözünün içine bakan 5 numaralı masörle tetiklenen lydia'nın kusması filmde aktarılan olayların ağırlığına verilen sağlıklı tepkidir (hayatına akordiyon çalıp komşularına sövüp sayarak da devam edebilirdi). film boyunca çalıştığı ve sonunda kaybettiği mayer'in 5. senfonisini anımsattı bu masör. daha öncesinde sağ eliyle manipüle ettiği/durdurabildiği zaman, yönettiği son orkestrada arkada görünen videolarla eşzamanlı gitmesini saylayan metronom kulaklıkla artık kontrolünden çıkmış, robot diye eleştirdiği cancel culture/sosyal medya toplumunda adeta bir robot olmuştur.
    filmde bir motif olarak labirent göze çarpar. ilk defa, uçakta açtığı vita sackville-west'in partnerinden ayrıldıktan sonra intiharla tehdit eden bir lezbiyen kadının konu edildiği challenge adlı kitabının ilk sayfasına film boyunca lydia ile romantik bir ilişkisi olup olmadığını anlayamadığımız ancak tarafından gönderildiğini anladığımız krista taylor tarafından çizilen labirent figürünü görürüz. sonrasında lydia, yanlış hatırlamıyorsam andris davis ile ettiği muhabbette shipibo-canibo kabilesinden bahseder. shipibo pattern denilen labirente benzeyen motifleri anımsatabilir bu muhabbet. son olarak da metronomun sesine kalktığında izlediğimiz sahnede görürüz bir labirent çizimi. krista ile tam olarak ne tür bir ilişkisi vardı net göremiyoruz ancak labirent göndermeleri bize yakın bir ilişkileri olduğunu ima ediyor.
    film boyunca lydia'nın sesler duyduğuna tanık olduk ve bunların gerçek olup olmadığını merak ettik. yine mi psikotik karakter diye sormadan edemedik. ancak yine davis ile ettiği bir muhabbette schopenhauer'in insanın kişiliğini ses hassasiyeti üzerinden değerlendirdiği anlatılıyor. (schopenhauer sese tahammülsüzlüğü yaratıcılık ve zeka ile ilişkinlendiriyor.) lydia'ya dönecek olursak, yatarken duyduğu alarm sesini komşunun lydia'yı yardıma çağırdığı sahnede tekrar duyuyoruz. ses onlardan geliyordur. ormandaki çığlık sesinin kaynağını göremiyoruz ancak filmde bazı sahnelerin rüya mı gerçek mi olduğundan da emin olamıyoruz. yani bana kalırsa duyduğu sesler halüsinatif değillerdi, kendisi en azından şizofreni değildi ki böyle olsaydı film çöp olurdu. yetti artık çünkü şizofreni plotları.

    dikkatle izlenmesi gereken, güzel bir film olduğunu düşünüyorum. izlerken elinde telefonla instagrama bakıp, yemek yenecek bir yapıda değil, olayların işlenişi ve akışı dolayısıyla takip etmek halihazırda zor. bir diğer kaydadeğer tarafı, eşcinsel baş-karakterin bu kez olaylarda mağdur dram objesi -en azından cinsel kimliği dolayısıyla- olmamasıdır -hatta zalim olabilir. elbette eşcinseller zorlu hayatlar yaşıyor, lydia ve partneri de açıldığından der spiegelvile birtakım takışmalar yaşanmış anladığımız kadarıyla ancak film bunu odağa koymamış. ana ya da yan karakterin lgbtq+ olduğu çoğu filmden odak olarak farklı oluşu önemli bir husus fikrimce. filmi tekrar izlemek gerekir daha net fikirler yürütmek için ancak film 2 saat 37 dakika... son olarak da cate blanchett'in oyunculuğu demek istiyorum.

    --- spoiler ---
  • üzerine düşündükçe, üstünden zaman geçtikçe daha çok sevilen, insanın zihnine dadanan filmler kategorisine ait tar. oldukça niche bir konuya, michael haneke tarzı soğuk bir yapıya sahip olmasına karşın ayrıntılarına gizlediği şeytanlarıyla olsun, cate blanchett'ın yeteneğinin bir damlasını dahi israf etmeden sonuna kadar kullanmasıyla olsun, geleneksel ve eylemsel anlatı yerine ruh hali ve atmosferden güç alarak hikayesini ilerletmesiyle olsun karşımızda son derece nitelikli bir film var. michelangelo antonioni'nin blow-up'ın da etkilerini hissetmek mümkün.

    kartlarını kapalı oynamayı seven filmlerin yarattığı gizem duygusu paha biçilemez, bunu bir de kusurlu bir kişiliğin analizi ile birlikte sununca seyirci için puzzleın parçalarını birleştirmek daha da keyifli hale geliyor. lydia'nın beş numaralı masöz ile göz göze gelip kustuğu sahne ile tüm film boyunca eksikliğini duyduğu mahler'in beşinci senfonisini çalma gayesi ya da kitaplığından mahler'in beş numaralı cildinin kayıp olması bir tesadüf mü? üvey kızının oyuncaklarını toplayıp saklandığı sahneden sonra, platonik aşık olduğu olga'nın peşinden benzeri ya da aynı bir oyuncak ayı ile koşması arasında bir anlam bütünlüğü yok mu?

    bu ve benzeri sorular bir yana, huzursuz bacak sendromlu, saç düzeltme tikli, kalemle oynama alışkanlığı olan karakterler de filme ayrı bir albeni katan detaylardan.
  • azerbaycan tarı olarak bilinen ve bugün kafkaslarda kullanılan tar çeşidini azerbaycanlı tarzen mirze sadık 19. yy'da geliştirmiş ve dizüstünde değil de göğüste çalınacak şekilde tasarlamıştır.
  • martin scorsese bile filmden sonra "sinemanın geleceği emin ellerde" kıvamında bir açıklama yapınca, hakkında birkaç kelam etmek isteği uyandıran film.

    öncelikle pek çok yönüyle başarılı bir yapım olduğunu belirtmek isterim. bilhassa görsel hikâyeciliği üst düzeydi. oyunculuklar, cate blanchett başta ve en yukarıda olmak üzere, fevkaladeydi.

    fakat senaryo için aynını söyleyemeyeceğim maalesef. cancel culture hususunda yeni, orijinal bir söylemi yok. baş kahramanımız, lydia tar, sürprizli bir derinliğe sahip değil. diyaloglar, evet, üst düzey ve sanat dünyasında geçen bir film olduğu için de azıcık kitabî, fakat, aynı zamanda seyirciyi içine çekmiyor pek.

    bazı yerler zorlama, abartı; sanat okulundaki woke gencin huzursuz bacağı mesela. bir trajedi anlatıyor güya ama her şey daha filmin başından aşırı belli ve o yöne doğru hiç sorunsuz biçimde, seyirciye "vaaay demek böyle oluyormuş," dedirtmeden akıp gidiyor.

    üstelik film iki buçuk saat gibi uzun da bir süreye sahip.

    işbu sebeplerle film bende büyük bir etki uyandırmadı ama dediğim gibi "güzel film" seyretmek isteyen mutlaka uğrasın.
  • cate blanchett’in devleştiği ve kariyerinin en iyi performansını çıkardığı tar sanat felsefesi ve cinsiyet rolleri hakkında bizleri sorgulamaya çağıran dramatik ve bir o kadar da realist bir film.

    --- spoiler ---

    “sanatçı sanatıyla mı yoksa kişiliğiyle mi öne çıkmalı?”. işte filmin başlıca konu aldığı o büyük soru. daha filmin en başında siyahi ve panseksüel bir konservatuar öğrencisi bach’ın beyaz bir erkek olduğundan onu sevmediğini ve çalmayı istemediğini söylüyor. peki ya bu ne kadar doğru? mesela rusya-ukrayna savaşı yüzünden dostoyevski’nin okutulmaması veya tarkovsky’nin izletilmemesi kadar saçma bir şey olamaz. başka bir örnek ise woody allen’ın evlatlık kızı ile evlenmesi bizleri midnight in paris veya başka filmlerini izlemekten alıkoymamalı. sanatçı sanatıyla var olan bir bireydir.

    filme dönmek gerekirse tüm film boyunca bu soru lydia tar ile karşımıza çıkıyor. kendisi çok başarılı ve yetenekli, nadir kadın orkestra şeflerinden biri ancak kusurları var. lydia tar’ı feminenliğini kaybetmiş erkeksi ve sert duruşuyla izliyoruz. dünyanın en iyi ve prestijli orkestralarından biri olan berlin filarmoni’nin baş şefi olan lydia tar tüm gücü elinde tutuyor adeta. kadınları yatağa atmak için yaptığı torpiller ve haksız tutumları bize bu gücünün onu yozlaştırdığını gösteriyor. bu da ikinci soruma getiriyor beni, “erkeklerin toplumda hegemon olmaları, sömürücü ve baskıcı tutumları acaba en başından beri gücü ellerinde tutup yozlaştıkları için mi?”. bir kadın da gücü eline aldığında erkeksileşiyor yani aslında cinsiyet ayrımı yapmaksızın burada elde tutulan “gücün” herkesi etkilediği görülüyor.

    başka bir nokta ise krista ile olanları izleyici bilmiyor ancak tahmin edildiği üzere tar bu kızı da kendi cinsel doyumları için kullanmış ve kız intihara kadar gitmiş. aynı şeyleri olga ile olan ilişkisinde izliyoruz. olga da tar için yatağa atmaya çalıştığı ve torpille orkestraya aldığı kızlardan biri. hatta çello solosunu ona vererek tar’ın hegemon ve otoriter kişiliğini görebiliyoruz. peki tüm bunlara rağmen lydia tar’ın kişiliğindeki problemleri göz ardı edebilir miyiz sanatını dinlerken yoksa soyutlamalı mıyız her şeyi sanatından?

    değinmek istediğim son bir yer var filmde. çoğu kişi bodrum sahnesinin filmle olan bağlantısını soruyor veya anlamlandıramıyor. ben mitolojik bir yorum yapmak istiyorum. lydia tar’ın kariyer ölümünü gerçekleştiren kişi bana kalırsa olga veya son darbeyi vuran. o bodrum aslında her mitolojide bahsedilen “underworld” yani yeraltı dünyası. tıpkı orpheus’un eurydice’i kurtarmak için, ıshtar’ın kendini ispatlamak için ve hercules’ün son görevini başarması için indiği underworld’e bu sefer lydia tar iniyor. buradaki köpeğin de hades’in üçbaşlı köpeği cerberus olduğunu düşünüyorum. tar’ın kişiliği buradan sonra aynı o merdivenlerdeki gibi tökezliyor ve kariyeri sona doğru gidiyor. geriye kalan ise sanatı oluyor. lydia tar ölüyor ancak sanatı ölümsüzleşiyor.

    --- spoiler ---

    işte bu muhteşem film bize bunları sorgulattırıyor izlerken. sinema, felsefe ve mitolojinin adeta tar’ın müzikleri eşliğinde dans ettiği bir film. sanatın sanat için var olduğunu hissediyor insan ve sanatın ölümsüzlüğü önünde kişilerin bir hiç olduğunu hatırlatıyor. böylesine derin ve güzel bir film izlettirdikleri için todd field'e ve cate blanchett'e gerçekten teşekkür ediyorum.
  • cancel culture'ü ele alan klişe amerikan yapımlarından çok uzakta, çok kaliteli bir todd field filmi. "bakın ben bunu anlatıyorum, bu konuda kötü hissedin, şunu-bunu düşünün" minvalinde seyirciye parmak sallayan filmlerden değil; oldukça uzun bir girişle başlayarak standardın üzerinde süresiyle, lydia'yı rahatsız eden her sesle birlikte ne düşünmeniz gerektiğini düşündüren bir film. kısacası bu konuda bir taraf olmayı değil, kişilerin kendi seçimlerinin kurbanı olduğunu anlatmayı seçmiş.

    filmi sadece cancel kültürü bağlamında değerlendirmek yanlış olur. bu daha çok iş birliği gerektiren alanlarda önemli bir rolün, itibar ve güç kazandıkça ortaya çıkan ego ve çıkar çatışmaları doğrultusunda nasıl manipülatif olabileceği ile ilgili. filmin açılış jeneriği de bunu kanıtlar nitelikte. normalde açılış jeneriklerinde oyuncu ve yönetmenlerin adlarını görürüz. geri kalan ekip filmin sonundaki jenerikte yer alır ama bu filmde tam tersi. lydia tar'ın orkestra yönetmekle ilgili söylediği gibi "asıl olan şey zamandır." orkestra ve film yönetmeyi ortak bağlamda ele alırsak uzun süreyle birlikte güzel bir detay olmuş ki todd field'da filmini bir maestro edasıyla yönetmiş zaten.

    öte yandan yönetmenin little children dışında referans alınacak başka bir filmi yok ancak filmde, eyes wide shut'ta oyuncu olarak da olsa stanley kubrick'le çalışmasının etkisi var desek yanlış olmaz sanırım. bir filmle ilgili ele alınması gereken her şey burada çok kusursuz.

    performanslara gelirsek; dürüst olalım, kadın oyuncular erkekler kadar ekran ya da sahne önünde devleşme fırsatı bulamamıştır. bütün o unutulmayan tiradlar, replikler, dev performanslar hep erkeklerle alakalı olmuştur. hollywood dahil tüm sektörde başrol kadınların yan rollerdeki erkekler kadar bile ücret alamaması gibi bu da önemli bir konu. cate blanchett'in bu fırsatı yakalayıp açılıştan kapanışa kadar resmen devleşerek rolünün hakkını vermesini bu açıdan çok değerli buldum. muhtemelen alacağı 3. oscar'la bunu taçlandıracağına inanıyorum. bir diğer önemli rolü üstlenen noemie merlant ile ilgili objektif olamayacağım ne yazık ki, ne yapsa iyidir yani öylece dursun ben yine izlerim. keşke biraz daha fransızca konuşabilseydi tabii.

    sonuç olarak son yılların en iyi filmi ve evet bu kadar iddialı. uzun yıllar yönetmenlere ve performans noktasında oyunculara kaynaklık edebilecek nitelikte şahane bir film. başta da dediğim gibi cancel culture filmi demek sığ bir yorum olacaktır, buradaki her şey bundan daha fazla..

    edit: illumina adlı yazar uyardı, yönetmenin tek filmi little children değil bir de 2001 yapımı in the bedroom var.
  • filmi izlemeye başladıktan hemen sonra gelen sanatsal ve müzikal film sıkıcılığı kısacık sürdü. baştaki bir 20 dakikalık kısımdan sonra filme başından sonuna kadar bağlandım diyebilirim. ilk 20 dakikayı geçtikten sonra lydia tar'ın derste siyahi bir öğrenciyle yaşadığı diyalog filmin özeti olmuş gerçekten.

    bize anlatmak istenilen şey lydia tar'ın siyahi öğrenciye anlatmak istediği şeyle aynı aslında. bir sanatçıyı veya bir artisti değerlendirirken aynı zamanda onun politik görüşüne, aile yapısına, fiziksel görünüşüne, cinsel hayatına, yaşantısına veyahut sanatıyla ilgili olmayan başka özelliklerine bakıyor muyuz ? bunların toplumun kabul ettiği şekilde olmadığı takdirde eğer sanatçı çok üstün bir ürün verirse ona değer verir miyiz ? vermeli miyiz ? sanatçı mükemmel olsa bile onu kabul etmemiz için bizim gibi mi olması gerekir ? diyelim ki sanatçımız çağının en üstün ürününü üretiyor hatta çağının da ötesinde gelmiş geçmiş en iyi sanatı yapıyor ama sanatçımız ırkçı, cinsiyetçi veya politik olarak faşistse bu onun yaptığı sanatın değerini düşürür mü ?

    başlarda lydia tar'ın siyahi öğrencisiyle yaşadığı bu çatışma sonraki ilişkilerinde de karşısına çıkıyor. benzer bir örnek francesca ile olan ilişkisi için de verilebilir. francesca'nın, kısacası terfi alamadığı için çekip gitmesi. lydia tar'a yakın olanların kendisinden sürekli bir şeyler istemeleri lakin lydia tar'ın politik kararlar vermek istemeyip, doğru kararlar almaya çalışması sebebiyle yaşadığı çatışmalar bir nevi berlin'deki sonunu hazırlamış ve kariyerine büyük bir darbe vurmuş.

    genel anlamda çok beğendim diyebilirim. diyaloglar, iç çekimler ve dış çekimler inanılmaz hoştu. karakter koşarken kamera açısı ve arabanın tünelden geçerken çekilen kısım küçük detaylar olmasına rağmen çok güzel çekimlerdi. kıyafet seçimleri kusursuz olmuş. karakterin yaşadığı kaos, içsel sıkıntılar bence senaryoya da işlenmiş, karakter oraya da kaosu götürmüş gibi ama iyi açıdan. başından sonuna kadar yaşanan bir kopukluk var, hikayeyi kafanda oturtabilirsin ama yine de tam anlamıyla tatmin edemeyebiliyor. boşluklar var ama sanat filminde böyle şeyler izlemek hoşuma gidiyor. söylenecek konuşacak çok sahnesi var çünkü baya uzun o yüzden gidip arkadaşlarıma övüp izlemelerini isteyeceğim bu sayede daha çok detaylarla ilgili konuşabilirim.

    son olarak cate blanchett'i övmeden gitmek istemiyorum. her sahnede kendisini görüyoruz , her şey cate'mizin üstüne dönüyor. buna rağmen onu görmekten bir an bile sıkılmıyoruz. her sahneyi ayrı bir güzel oynamış. tüm duyguları verebiliyor hiçbir sahnede kötü oynamamış zaten diyaloglar falan çok güzel yazılmış. ağlaması, hırslanması, öfkesi, korkusu, heyecanlanması gerçekten müthiş, efsane bir oyunculuk göstermiş. inanılmaz bir kadın. bu filmden sonra açtım diğer filmlerine tekrar baktım da yani en iyi oyunculuğundan biriydi diyebilirim her yönüyle, kesinlikle en iyi oyunculukları arasında ilk üçe rahatlıkla girer. oscar verin!
hesabın var mı? giriş yap