• thomas pynchon'un muhteşem bir post-modern tarzla yazılmış paranoya romanı.

    inceleme öncesi giriş notu: bu upuzun incelemeyi okumak yerine izlemeyi tercih ediyorum diyenler için:
    https://youtu.be/sheith7j0dy

    "49 numaralı parçanın nidası, dönemindeki her kitabı gölgede bırakacak kadar güçlü."
    harold bloom (abd'li eleştirmen)

    "bir virtüözün eseri... kitabın girift sembolizmi, joyce'un ulysses'te yaptığına çok yakın."
    chicago tribune gazetesi

    bu incelemeye neden arka kapakta yazan, -temel amacı kitaba ilgi çekip satışı artırmak olan- ifadelerle başladım? çünkü bu cümleler her ne kadar satışı artırmak için parlak ifadeler olarak görülse de kitabı açıklamak için son derece yetersiz. bu roman, gördüğünüz ifadelerin de çok üzerinde. ne demek mi istiyorum hadi başlayalım.

    thomas pynchon, şu an 82 yaşında olan, kitapları ülkesinde yayınlandığı dönemden itibaren ciddi sansasyon yaratmış olsa da kendisine dair ne doğru düzgün bir bilgi, ne de birkaç karenin haricinden fotoğraf mevcut. kendisi bir münzevi, kitaplarında yarattığı paranoya gizemin ve girift anlatımın adeta vücut bulmuş hali. amerikan medyası gibi her şeye çok meraklı, böyle gizemli bir adamı ne olursa olsun bulabilecek bir yapı bile kendisine dair yeterince bilgi edinememiş durumda. bu kısmı bir cebimize koyalım öncelikle.

    kitabımızın konusuna gelince, bir yıldır evli olduğu kocası mucho maas'la birlikte yaşayan oedipa bir gün, eski sevgilisi pierce ınverarity'nin öldüğünü ve vasiyetnamesinde mirasının vasisi olarak oedipa'yı atadığını belirten bir mektup alır. oedipa'da pierce'ın vasiyetini yerine getirmek üzere mirasın olduğu san narciso kasabasına doğru yola çıkar.

    romanı bu başlangıçla anlattığımızda yalnızca ilgi çekici ve farklı bir konusu olan bir esermiş gibi görülebilir ama tam olarak böyle değil. daha önce hiçbir kitapta denk gelemeyeceğiniz kadar girift bir anlatım sahip, yoğun bir sembolizm içeren, sayfalar boyunca nerenin gerçek nerenin hayal olduğu bilinemeyen, anlatılanın tamamının bir sanrıdan, bilinçaltının yarattığı bir paranoyadan ibaret olabileceğini roman boyunca okura düşündüren beyin yaktırıcı, son derece garip bir post-modern eser.

    peki kitap farklı anlatımıyla tarzıyla aslında neyi anlatmak ister ve nerelere atıfta bulunur? roman boyunca insanlık tarihi içerisinde yer alan birçok savaşa, insanlık dışı muamelere ve ölümlere yapılan atıflara tanık oluruz. bunun haricinde amerikan rüyasının boşluğuna, romanda yoyodyne firmasıyla sembolize edilen devasa teknoloji şirketlerinin yarattığı karmaşa ve sömürücülüğe, kitle iletişim araçlarının yarattığı iletişimsizliğe, teknolojiyle yaratılan dijitalleşmiş -doğallığını yitirmiş- kakafonik müziğe, aldatma, ilgisizlik ve karmaşayla bezenmiş kadın-erkek ilişkilerine ve bu karmaşanın içerisinde alkole ya da lsd, marihuana gibi uyuşturucuya sığınan insanlara rastlanır.

    fakat tüm bu bahsettiklerim, açık açık okurun gözüne sokulur şekilde değilde yoğun bir sembolizm ve kapalı anlatım içerisinde, bitmek bilmeyen bir paranoya, mistik ögeler ve temposu ara ara yavaşlasa da sürekli tetik üstünde bir kurguyla süslenmiştir.

    birazda romandaki karakterler ve onların üzerinden -tahminimce- yapılan atıflara değinmek istiyorum.

    wendell "mucho" maas: oedipa'nın diskjokey eşi. geçmişindeki bir olayla ilgili anlamsız rüyalar gören, otomobiller ve dijital müzik arasında sıkışmış ve en sonunda kendini lsd esaretinde bulan garip bir kişilik. mucho, ispanyolca "çok" anlamına gelen bir kelimeyken, maas genellikle hollandalılarda görülen bir soyad olup wendell ise abd'de yaygın bir isimdir. bu ad, soyad ve lakap kombinasyonuyla yazarın amerika'daki karmaşık yapıya atıfta bulunduğunu düşünüyorum.

    oedipa maas: romanımızın ana karakteri. psikolojik rahatsızlıkları olan sıradan bir kadın. pierce'ın vasiyeti hayatını bir anda değiştiriyor. ismi mitolojideki laios'un oğlu oedipus'a benzemekte. freud'un psikolojide meşhur oedipus ve elektra kompleksi kuramlarının oğul kısmının kaynağı olan isim. kitapta çocukluğa ya da aile kavramına dair bir bilgi yer almasa da özellikle roman boyunca oedipa ve etrafındaki erkekler olarak bir kurgu mevcuttur. bütün bunlara rağmen oedipa yalnız bir kadındır.

    dr. hilarius: alman asıllı oedipa'nın psikiyatristi. zamanında hitler'in kamplarında psikolojik deneyler yapan bir zalim doktor. soyadı ingilizcede hilarious yani "neşeli" anlamına gelen ve sonunda paranoya içerisinde deliren bir adam.

    san narciso: kitapta kaliforniya yakınlarında bir kasaba, neredeyse tüm projelerde, her şeyde pierce'ın ortaklığının olduğu bir yer. gerçekteyse bir orta amerika ülkesi olan belize'de küçük bir köy. adı saint narcissus'a dayanıyor. narcissus ise mitolojide kendine aşık olan adam, bildiğimiz narsist kelimesinin kaynağı. buradan hem pierce'ın zenginliği ve neredeyse tüm büyük projelerde parmağının olması vesilesiyle amerikan rüyasına bir gönderme olduğunu düşünüyorum.

    kitapta cengiz kohen gibi birçok karmaşık isme sahip ve üzerinden çıkarım yapılacak karakterler bulunmakta birlikte sizi oedipa'nın paranoyasına ve yalnızlığına bırakıyorum.

    "benden alıyorlar," dedi işitilmesi güç bir sesle -çok yüksek bir pencerenin yukarı uçuşarak kendini boşlukta bulan perdesi gibi hissediyordu -"teker teker bütün adamlarımı benden söküp alıyorlar. peşine israilliler düşen deli doktorum kafayı yedi; lsd bağımlısı olan kocam kendi içindeki gösterişli şekerleme evindeki odaların, o sonsuz odaların, gitgide daha da kuytularına çekilip bir çocuk gibi el yordamıyla aranıyor ve geçip gitmiş olan, sonsuz uzaklaştıkça uzaklaşıyor; evlilik dışı tek sevgilim ahlaksız bir on beşliyle evlenmek için kaçtı; beni trystero'ya götürecek en iyi rehberim canına kıydı. neredeyim ben?" - sayfa 143

    son olarak, incelemenin ilk başında yer alan harold bloom ve chicago tribune gazetesinin kitapla ilgili yorumları hakkında bir şeyler demek istiyorum.

    yazarın 1966 yılında yazdığı bu ikinci romanı, kullandığı yoğun sembolizm, yaptığı birçok atıf, son derece farklı karakterler ve kurgusuyla dönemine göre çok özel bir eser. hatta aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen bugün için bile çok ama çok özel bir roman tıpkı ulysses gibi.

    kullanılan sembolizm ulysses'te yapılanın da ötesinde, joyce'un finnegan uyanması kitabındaki kripto anlatıma çok daha yakın. bence bu iki kitabın arasında kalan bir anlatım şekline ve içeriğe sahip son derece özel bir eser. ulysses'in post-modern görmüş hali de diyebiliriz bir bakıma. joyce kadar farklı anlatım biçimleri denemese de yazar, bolca kullandığı leitmotifler (benim en çok gözüme çarpan paranoyaydı), hayalle gerçeğin sürekli birbirine karıştığı özel kurgusu ve 175 sayfaya sıkışmış ama en az 600-700 sayfalık bir kitabın içeriğine sahip yoğun kurgusuyla son derece farklı ve özel bir eser. eminim james joyce bu kitapları okusa, varisim deyip thomas pynchon'ı kucaklardı. hatta bence 1960'lı yıllardan beri joyce'un kemikleri mezarında bildiği tüm dansları ediyordur.

    en son olarak kitabına kısalığını ve konunun ilginçliğine aldanır da okursanız kitabı yarım bırakan okur grubunun bir üyesi olursunuz. bu kitap dingin ve sakin bir kafayla, yavaşça, içeriğini anlamaya uğraşmayarak, yapılan atıflara takılı kalmayarak yani tadına vararak okunması gereken özel bir roman. keşke yazarın diğer romanları çevrilse de bizde post-modern edebiyatın en önemli yazarlarından birini daha fazla okuyabilsek. james joyce okumalarından sonra çıta daha da yukarı çıkar mı diye düşünürken, bu kitapla benim için arşı alaya çıktı; daha da çıkacak mı bir gün bilemiyorum. şunu da belirteyim, kitap goodreads en zor okunan kitaplar listesinde de kırkıncı sırada: most difficult novels list
  • kitabı okuyup anlayanlara helal olsun. ben bir kitabı okurken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. çok fazla mekan, karakter ismi var, olaylar arası geçiş yok neresi hayal neresi gerçek anlaşılmıyor. büyük beklentiyle başlamıştım ama hayal kırıklığıyla bitirdim.
  • türkçe'ye 49 numaralı parçanın nidası şeklinde çevrilerek ithaki yayınları tarafından yayımlanmış thomas pynchon romanı. kitapları yarıda bırakmayı sevmem. bitirmek için zorlarım kendimi. bu kitabı ne kadar zorlasam da bitirmedim. yarısından biraz sonra pes ettim. ve bunda çevirisinin de büyük payı oldu. sadece cümlelerin yapısından değil bazı detaylara da takıldım çeviride. mesela kitapta oedipa maas'tan ısrarla 'vasi' olarak bahsedilmesi. oysa metnin bağlamından oedipa'nın vasiyeti yerine getirmekle görevlendirildiği anlaşılır. vasinin, vasiyeti yerine getiren kişiyi karşılar şekilde kullanılması doğru değildir ve bu kitabın konusunun zeminini oluşturması sebebiyle kanaatimce önemli bir hatadır. emin olmak için orijinal metne de baktım. vasi olarak çevrilen 'executrix' kelimesi vasiyeti tenfiz memuru anlamına gelmektedir.
  • kitabın geneline sirayet etmiş bir hüzün atmosferi var. gelmiş geçmiş belki de en troll yazar olduğu iddia edilen thomas pynchon'dan böylesi hüzün yüklü bir roman beklemiyordum. aslında time'da çıkan bir eleştiride pynchon'ın vineland romanı için “yenilikçi edebiyatın büyük isimlerinden flaubert, joyce ve faulkner gibi pynchon da içinde bulundukları romanı okuyamayacak insanları yazıyor. bu sürükleyici romanın hüznü ve komedisinin bir yanı da bunda saklı.” şeklinde bir yorum yapılmıştı. belki de tam olarak bu sebeple böylesi hüzün yüklü bir roman bekliyor olmam gerekiyordu, bilmiyorum.

    romanın ana karakteri anna'nın yolculuğu yer yer galip'in karanlık istanbul sokaklarını arşınladığı kara kitap'ın sayfalarını ve daha çokça da yeni hayat'ı anımsatıyor. hoş zaten bu postmodern romanların hepsi birbirine benziyor. anlamak için otuz kez okumam gerekti diyen edebiyat profesörlerini de dinlememek lazım. pasajlardan keyif alsanız gerisi teferruat kaçıyor bu tür romanlarda. yazara sorsanız o bile cevaplayamaz zaten çoğu noktada neyi neden yaptığını.

    kitaptan güzel bir pasajı da şöyle bırakayım. anna'nın yol boyunda karşılaştığı ve hepsi birer imgeden ibaret o insanların içinde belki de en hüzünlüsü bu meksikalı kız;

    "bütün gece otobüslerde, en iyi 200 şarkı listelerinin iyice altlarında yer alan, sözleri de ezgileri de sanki hiç söylenmemiş gibi yitip gidecek ve asla popüler olmayacak şarkılar çalan transistorlu radyoları dinledi. otobüsün motorunun hırıltıları arasında bunlardan birini dinlemeye çalışan meksikalı bir kız, nefesinin pencerede bıraktığı buğuya tırnağıyla posta boruları ve kalpler çizerken, çalan şarkıya, sanki hep anımsayacakmış gibi, mırıldanarak eşlik etti durdu."
hesabın var mı? giriş yap