• leonard cohen'in kısmen otobiyografik romanı.

    --- spoiler ---

    cohen, en sevilen oyun, s. 131:
    "bütün dünya disiplinli bir melankoliyle aldatılıyordu. karalamalar, özlemden erdem çıkardı. kişinin herkes tarafından sevilebilmek için yapması gereken tek şey, endişelerini yayınlamasıydı. sanat kurumu tümüyle hesaplanmış bir çile gösterisinden ibaretti."

    cohen, en sevilen oyun, s. 146
    "uygun saygı ve şefkat göstermeden gitarı eline aldığı zamanlarda başına gelen bir şeydi bu. gitar, onu itaatkar ve frijit bir kadın gibi cezalandırırdı."

    ve kitabın sonundaki; kitaba adını da veren ve bütüün okuduklarımızı tek bir metafor altında kucaklamayı olanaklı kılan "en sevilen oyun":
    döndürücü bertha tarafından karlara savrularak, bozulmamış karda yattığı yerde izler bırakmak; ve o izleri bozmadan doğrulmak. kalktıktan sonra da, bırakmış oldukları izleri inceleyip, birbirinkilerle kıyaslamak...

    cohen'in yaşama dair tarifi bu sanırım. birinin onu savurduğu (ama düşerken kendisinin kasten en çılgın şekillere büründüğü) karların içerisinde hareketsiz kalıp, sonradan izlerine bakmak. ve başkalarının bıraktığı izlere. ironik olan, bu aslında lisa'nın en sevdiği oyundu. ilkgençliğinin elde edilememiş arzu nesnesi olan, ve yıllar sonra sahip
    olunduğunda bile elde edilemeyen genç lisa'nın... belki de breavman, bu imkansızlıktan dolayı sürekli yeni bedenlere / ruhlara ihtiyaç duyuyor: zamanında gerçekleştirilip tüketilememiş her arzu gibi, geçmişteki imkansızlıkların izini farklı zaman ve mekanlarda, farklı kişilerle sürerek...

    --- spoiler ---
  • godlike ozan leonard cohen'in yetiyetmelik yıllarını anlatan yarı otobiyografik romanı.

    -spoiler-

    aslında edebi değeri çok yüksek bir kitap değil ama biraz zorlasa cohen'in catcher in the rye'ı olabilecekmiş gibi bir anlatıma sahip. karı kız kovalayan, hafif züppe bir holden caulfield hikayesi diyebiliriz belki. eserleriyle devleşen bir adamın da bir zamanlar bizimkilere benzer çocukluk ve gençlik deneyimleri olduğunu okumak, koskoca leonard cohen'in küçücük telaşlarını, vaktiyle ne kadar sıradan biri olduğunu yakından görmek benim hoşuma gitti açıkçası. bu yüzden sade vatandaşın ilgisini çekmeyeceğini düşünsem de cohenseverlere önerebilirim.

    kitapta en çok ilgimi çeken kısım annesiydi. the big bang theory'deki howard'ın annesi gibi baş belası bir kadın düşünün, cohen böyle bir anne ile büyümüş. babası öldükten sonra bu kadınla sürekli kavga gürültü içinde geçen ev içi diyalogları, aa burası bizim ev ya dedirtebilir. öte yandan, sadece cinsellik peşinde koşan ergen iticiliğini de hiç çekinmeden paylaşmış, ah tatlım ya ne kadar zavallı dedirtiyor fakat ara sıra kentin bir noktasına uzun uzun dalıp flanör edasıyla süzdüğü kent hakkında aklından geçenler ergen de olsa kafasız biri olmadıgını düsündürerek ona acıma modundan cıkarıyor sizi. tom sawyer ve hucleberry finn ikilisi gibi birlikte takıldıgı kankası krantz ile girdiği bir yere varmayan ama yer yer gülümseten diyalogları ve sürekli bir manita kovalama telaşı içinde başlarından geçenler kitap boyunca tatlı tatlı gülümsetiyor işte. cohen, şarkılarında olduğu gibi bu ilk romanında da eski ve yeni ahit'ten alıntılara, referanslara sık sık yer veriyor.

    montrealli yahudi bir şair olan lawrence breavman karakteri cohen olduğunu daha kitabın en başından açık ediyor zaten. en yakın arkadaşı krantz kitapta en samimi gelen karakter olabilir, saçma sapan biri olmasına rağmen garip bir şekilde sevdiriyor kendini. kitapta bir sürü çocukluk arkadaşı var ama aklımda en çok yer eden kişi krantz oldu, süper baba'daki fiko'nun kankası nihat* gibi biraz. kavga da ediyorlar, çekilip bir köşeye birbirlerine dünyayı da yorumluyorlar, gelgitli bir arkadaşıkları var. kısaca, cohen'in çocukluktan yetişkinliğe kadar başından geçenler, çocukluk arkadaşları ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği sevgilileri arasında mekik dokur şekilde 4 bölüme şerpiştirilmiş bir olay örgüsü* var. üzerinden çok zaman geçtiği için kadın karakterlerin çoğunu ve onlarla yaşadıkları olayların detaylarını iyi hatırlayamıyorum maalesef.

    fakat kitapta ilgimi çeken kısımlardan özellikle birkaç tanesine değinmeden geçemeyeceğim:

    doktorculuk diye bilinen, çocukların cinselliğe dair içgüdüsel meraklarından doğmuş oyunun muadili bir oyun oynuyorlar çocukluk arkadaşı lisa ile birlikte. oyunun adı the soldier and the whore. lawrence cepheden izinle gelmiş bir asker oluyor, lisa ise fahişe. birbirlerine ufak tefek dokunarak yetişkinlerin sır gibi sakladığı o mahrem ayini keşfetmiş oluyorlar kendilerince diyor cohen, ve genelevlerin sefaletinden haberleri yok, oraları yalnızca bir çeşit eğlence ve haz mekanları sanıyorlar, hoş kimin haberi var ki diye de ekliyor.

    bu oyunun anlatıldığı sayfada esas ilgimi çeken ''whores were ideal women just as soldiers were ideal men.'' demesiydi. oyunun adını buna bağlıyordu. düşündüm de bugün bile gerçeliliğini koruyan çok doğru bir tespit gibi geldi bana bu. askeri okullara öğrenci alırken ince eleyip sık dokurlar, bu yüzden subaylar albenisi yüksek, karizmatik adamlar olurlar genelde ve bilirsiniz çok güzel orospular vardır, o kadar güzeldirler ki asla tek bir kişiye ait olmaları düşünülemez. o yüzden ideal erkeklerin askerler, ideal kadınlarınsa fahişeler olması tespiti bana fazlasıyla anlamlı geldi.

    bir bölümde lawrence, yıllar sonra karşılaştığı, artık evli ve çocuklu bir genç kadın olan çocukluk aşkı lisa için şarkı söylüyor. şarkının sözleri müziğin, duyguların ve aşkın evrensenlliğini anlatır nitelikte, çok tanıdık geliyor. kaybedilen sevgilinin ardından söylenen şarkıları severim, imkansız aşkların tatlı ağıtlarını. o yüzden dikkatimi çekmişti.

    ''ı’d rather be in some dark valley
    where the sun don’t never shine,
    than to see my true love love another
    when ı know that she should be mine.''

    (merak edip devamını aradım, bill browning'in dark hollow şarkısıymış, satırları biraz değiştirilmiş sadece.)

    lisa için bir şeyler çalmadan önce, aralarında elbet bir gün buluşacağız el ele maziyi konuşacağız tadında bir sohbet geçiyor. burada yaptıkları sohbetin bir bölümü dikkatimi çekmişti çünkü yine hiç eskimeyecek, evrensel bir meseleye dair çok tanıdık bir diyalog içeriyordu.

    brevman*:b, lisa:l

    b:“lisa, now that you have children, do you ever think about your own childhood?”
    l:“ı always used to promise myself that when ı grew up ı’d remember exactly how it was, and treat my children from that viewpoint.”
    b:“and do you?”
    l:“ıt’s very hard. you’d be surprised how much you forget and how little time there is to remember. usually you act right on the spot and hope your decision is the best one.”

    hani sezen aksu diyor ya, hep aynı her şey aynı, yalnız kişiler başka diye, işte tam da bunu kanıtlar nitelikte modası geçmeyecek bir diyalog bu. benzeri diyaloglara hic şahitlik etmemiş veya bunları aklından geçirmemiş olanlar pek azdır sanıyorum. sözlükte de bir entry vardı, eğer bulabilirsem edit yapıp ekleyeceğim, çocuk yetiştirme üzerine tavsiye almak isteyen bir yazar, fahri ebeveyn bir arkadaşının konuya ilişkin yorumunu paylaşmıştı ''ne yaparsan yap zaten yanlış olacak, akışa bırak'' tarzında bir cevap veriyordu ebeveyn olan kişi.

    yıllardır insanların ya anne ya da baba kaynaklı bir travmaları olduguna sahitlik ediyorum genelde, istisnalar mumla aranacak kadar az. sevgiyi bilmiyoruz, doğru öğrenemiyor ve öğretemiyoruz. sevgiyi bilenler de sevgi alışverişinde sınıfta kalıyor. bazen bizim sevgi anlayışımız ebeveynimizinkine uymadığı için onu sevgisiz sanıyoruz ve o da bizi kayıtsız zannediyor. anlamıyoruz birbirimizi, iletişim sandığımız şeylerin çoğu yanlış anlaşılmalar zincirinden ibaret. işte bu yüzden hepimiz yanlıs insanların yanlıs cocuklarıyız ve kendini mükemmel sanma gafletine düşmüş olanlarımız belki de bu yüzden en budala görünenlerimiz oluyor. hayat, herkesi bir şekilde tokatlıyor ve ne yaparsanız yapın yanlış olacak işte, bunu kabullenip yeni yanlışlara imza atmaktan geri durmayı seçmek kendi adıma en mantıklı buldugum seçenek.

    cohen'in bu kitabı başta da söylediğim gibi edebi değeri çok yüksek bir kitap değil, böyle bir beklentiyle okuyanlar tatmin olmayabilir. fakat benim gibi her içeriğin üst düzey bir edebiyat şelalesi olmasını beklemeyen, insanın hem cok sıradan hem de cok özel yanlarına dokunan otobiyografik eserlere bayılanlar için ideal. çok doğal ve samimi bulabileceğiniz satırların ışığında detaylardan buldugunuz kücücük ipuçlarını takip ederek başka başka pencereler açmayı seviyorsanız okuyun bu kitabı. hem üstat ne diyordu:

    ''there is a crack in everything that's how the light gets in''
hesabın var mı? giriş yap