• yuh sana sözlük! karambolcü diye de ifade edebildiğimiz the hustler hakikaten şahane bir filmdir. 1961 yapımıdır. oyuncular arasında paul newman'ın yanı sıra, george c scott'ın da oyunculuğu parıl parıl parlamaktadır. aynı zamanda yine bana göre, jackie gleason'ın oynadığı minessota bert ile alemlerin en karizmatik şişko karakterine hayat vermiştir. filmde aralıksız 25 saat bilardo oynayacak kadar kafayı yemiş adamlar anlatılıyor. bunlardan newman yani fast eddie, sağda solda virane bilardo salonlarında milleti önce kek görünüp akabinde üterek geçimini sağlamaktadır. bir gün artık canı daha büyük oynamak ister, en iyi bilardocu diye anılan minessota fats ile kapışmak için yola koyulur.. ve olaylar cerayan eder.
  • finalindeki tiradlarla insanı böğrüne ıstaka yemiş gibi kıvrandıran, oyunculuk dersi şeklinde geçen, çok güsel bir filmdir the hustler. üstelik pike vuruşu hariç tüm vuruşlar oyuncular tarafından yapılmıştır. böylece actors studio mezunlarından olan paul newman, metot oyunculuğu olayına son noktayı koymuştur.

    yardımcı oyuncu dalında oscar'a aday gösterilen george c scott, adaylığını reddetmiştir. üstat daha sonra patton filmiyle kendisine verilen oscar'ı yine reddedecektir.
  • siyah-beyaz hollywood yapımlarında estetiğin zirve yaptığı filmlerden biridir.. rossen bu filmi gayet renkli çekebilecekken kendisini bu alanda daha rahat ifade edebildiği için olsa gerek siyah beyazda karar kılmıştır.. filmin sanat yönetmenliği ve sinematografi dallarında iki oscar alması (1962'de 9 dalda aday olmuştur) bu anlamda şaşırtıcı değildir zira her karesi kartpostal şıklığındadır.. son olarak akademinin jackie gleasona 'tüm zamanların en cool performansı' ödülünü vermesi gerektiğini düşünüyorum.. (bkz: oha falan yani)
  • bilardo felsefesinin konuşturulduğu film. özellikle eddie'nin mükemmelik üzerine ettiği kelamlar kayda değer. birde öğrendikki amerikan bilardosunun amerikancası straight poolmuş
  • sözlük, sen beni şaşırttın, allah seni şaşırtmasın. the hustler? robert rossen? paul newman? the color of money'nin ilki? yuh sana sözlük... vallahi yuh... bir tanecik entry... sana yuh!

    1960'lar amerikan sineması, klasik westernin olgunluk çağını yaşadığı (rio bravo, the searchers, the man of the west...), öte yanda douglas sirk, nicholas ray, billy wilder gibi yönetmenlerin üstüste süper filmler çektiği 50'lere oranla daha durgundur. 1960'lar fransa hakimiyetindedir. yeni dalga var ne de olsa. holivud, napsın, doris day-rock hudson komedileriyle uğraşıyor, bir türlü üzerinden ölü toprağını atamıyor. the hustler'da bu ambiyanstan kendini çekip kurtarabilmiş sayılı üç beş filmden bir tanesi, erken dönem 60lar amerikasının en önemli, en güzel 3-5 filminden biri belki.

    şimdi amerikan sanatını ben kendi kafamda belli ekollere ayırdım. western var misal. ekol olarak film noir'a biraz benzeyen bir ekol. yani sert erkek dünyası ekolü. john wayne, clint eastwood, dashiell hammett dünyası. bir de gerçekçilik ekolü var, ki amerikan gerçekçiliği, tüm gerçekçilik akımları içinde en güzelidir. edward hopper'ın, raymond carver'ın, bruce springsteen ve tom waits'in, carson mccullers'ın, john steinbeck'in, tenessee williams'ın kaderin sillesini yemiş insanlarla dolu, hüzünlü ve karanlık dünyası sinemada bir yönetmenden çok filmlere bölünmüş bir alan. misal bring me the head of alfredo garcia, short cuts, million dolar baby, a streetcar named desire hepsi bu ekolle az biraz ilişkilidir. the hustler da bu ekolden gelen bir film. genç bilardocu yetenek paul newman, alkolik ve ondan yaşlı sevgilisi ve paragöz menejeri arasındaki ilişki (yıllar sonra scorsese'in the color of money'sinde rolleri zekice değiştirerek ilk filmi derinleştirir) iç burkucu bir şekilde ilerler. hopper'ın tablolarını anımsatan küçük amerikan şehirlerinde, sessiz ama büyük dramlar yaşanır. mütevazi bir filmde, oyunculuk zirveleri, unutulmaz anlar yaşanır. geriye kalan, en güzel bruce springsteen şarkılarındaki gibi insanı dünyada anlatılacak ne kadar çok hikaye olduğunu kavramamızı sağlayan hüzünlü bir haleti ruhiyedir.
  • walter tevis in kitabindan uyarlanan film

    bir de miki dergi vardır boyle
  • winner - loser ikileminin, bilardo oyunu nezdinde sorgulandigi muhtesem film. gunluk hayatin girdaplarinda, hepimizin salakca girdigi loser - winner ikileminin bilardo gobo bir oyun ile bu kadar acik ve guzel anlatilmasi insana sinema sanatini daha bir sevdiriyor.

    keske boyle laf kalabaligi hic olmayan, direk izleyiciye verecegi mesaji verebilen, en dogru ve direk filmlerle muhattab olabilsek surekli.

    " how can i lose ? how can i lose " " you are dead inside "....

    sarsici finalden akilda kalan replikler...
  • raging bull jake la motta nın da rol aldığı filmmiş. jeneriğin ve imdb nin yalancısıyım.
  • bazı filmler vardır, kült filmin daniskasıdır. bu başyapıt da kesinlikle bu tasnife uyuyor. paul newman ve jackie gleason tek kelimeyle döktürüyor. yönetmen robert rossen, bilardo üzerinden hayata dair önemli çıkarımlar yapıyor. özellikle final sahnesinde eddie karakterinin ağzından dökülenler, bu kült filmi başyapıt yapmaya yetecek güzellikte. 9 dalda oscar adaylığı, bütün bu ihtişamdan sonra hiç de şaşırtıcı değil.
  • evet, başlık altında filmle ilgili filmin abartılmış bir balon olduğuna yönelik yorumlar yapılmış. şu ahir hayatta öyle şeylerle karşılaştık ki artık bunlara şaşırmıyoruz. kimse tarafından okunmadığını fark ettiğimiz bu hakkı yeterince teslim edilmemiş harika filmin iyi bir okumasını yapmak yine bize düştü. oturun, dersi blok yapacağız.

    --- spoiler ---

    the hustler filminin okumasına başlayabilmek için mecburen bugünün ortamına, filmin gösterime girdiği 1961 yılından şimdiye değin yaşanan dönüşüm üzerinden kısaca bakmak zorundayız. 1960’lı yıllarda hızlı eddie (paul newman) gibi bir karakterin azımsanamayacak bir karşılığı vardı insanlarda. henüz bert (george c. scott) gibi insanlar mutlak egemenliklerini, yani zaferlerini ilan edememişlerdi. dolayısıyla belki o günlerde de insanlar birbirlerini pollyannacılıkla suçluyorlardı ama bu suçlama, mutlak zaferin elde edilemeyişinden ötürü, bert gibilerin “pollyannalık” olarak küçümsedikleri insaniliğin yasaklanışına kadar sündürülemiyordu. bugün ise pollyannacılık ve pollyannalık suçlaması, insana insan olmayı yasaklamaya kadar vardırılabiliyor. çünkü bugün bert gibi insanların mutlak egemenliklerini, yani zaferlerini ilan ettikleri bir süreci yaşıyoruz.

    yukarıdaki bilgiler ışığında filmdeki dört ana karakterin temsil ettikleri düşünceyi ve tipolojiyi en baştan yüzeysel şekilde de olsa açmak durumundayız. bert, kapitalizm denen sistemin herkese “ya böyle olun ya da ölün.” diyerek dayattığı, örnek gösterdiği bir tiptir; yani bert, kapitalizmin en sevdiği öz çocuğudur. minnesota fats (jackie gleason), kapitalizmle uzlaşabilen, daha doğrusu uzlaşmak zorunda kalan ve bu sayede de “semiren” bir insanın temsilidir. yaşasın türkçemiz, “semiz” tam da onu karşılayan isimdir. sarah packard (piper laurie), kapitalizm adı verilen sistemin kusmak istediği ama bir türlü kusamadığı, bu yüzden nefret ettiği, tam da böyle bir sistemin içine doğduğu için en başından “sakatlanmış” olan insani değerleri temsil eden tiptir. o, yaşlı ve zengin kapitalizmin kurtulmak için can attığı, bu yüzden henüz yedi yaşındayken terk ettiği, şimdi ise her ay bir çek göndererek yaşamından uzak durma özgürlüğünü satın aldığı insandır (değerlerdir). sarah, sistemin içinde olan bir insan değildir filmde. o, görünmez kılınmıştır neredeyse. çalışmamaktır, kimse nasıl geçindiğini bilmemektedir, yaşamasını sürdürmesine yarayan ihtiyaçlarını satın almak dışında herhangi bir üretim ilişkisinin içine girmemektedir, yemek bile yapmamaktadır, yani üretmemektedir. çünkü onun bu sistemde üreteceği şeyler sisteme zarar verecektir, onun temsil ettiği değerlerin çoğalmaması, yani yayılmaması gerekir. sarah, her ay yollanan bir çek karşılığında kontrol altında tutulan “heyula”dır. hızlı eddie ise yalnızca bilardoyu bilen, bilardoyla yaşayan, tutkusunu ve azmini, coşkusunu ve görkemli bir yaşam arzusunu henüz “karakterize” olarak yitirmemiş bir çocuktur. o, sahicidir, yaşamı yaşamaya değer kılan saf insani niteliklerin hepsine sahiptir ve hepsini hissetmektedir. tam da bu nedenle parlamaktadır ve sönmektedir sürekli. yeteneği sonsuzdur, isteği de öyle ama bir çocuktur, zenginlik şöhret gibi kapitalizmin rüya olarak dayattığı şeylerle bir ilişki kurmamıştır. eddie’nin önemsediği tek şey, oynarken hissettiği o aşkın duygudur; dünyanın en harika duygusudur bu ve yaşam sadece o duyguyu duyumsanmak için yaşanır, eddie mevzuyu kavramıştır ama katı ya da teorik denebilecek bir bilinçle değil, bir yeteneği olan her insanın iyi bildiği o saf sezgiyle. kapitalizm için ise o, iştah kabartan, altın yumurtlayan bir tavuktur. zenginliği ve şöhreti hedeflemediği için heba olmaktadır bu tavuk çünkü kapitalist için tek gerçek şey para ve güçtür. bert de her fırsatta “ben bir tek parayı önemserim.” anlamına gelen ifadeler kullanmaktadır. kapitalizmin hızlı eddie adlı bu tavuğu yakalaması ve kendi kârı, kendi çıkarı için kullanması gerekmektedir. yoksa kapitalizm yaşayamamaktadır. çünkü kendisinde ne bir yetenek ne bir tutku ne de insanı gerçek anlamda değerli kılan bir nitelik vardır; o, sadece doğru ata oynamayı öğrenmiş, “yarınları bugünden ucuza kapatma” başarısı gösterdiği için bütün yarınlara sahip olan kumarbazın tekidir.

    evet, karakterleri kabaca tanıdık. şimdi detaylara geçelim. eddie’nin parmaklarının kırılma süreci çok önemlidir. özellikle bugünün insanlarının özendiği, takdir ettiği bert gibi kapitalistlerin “çalışma” biçimlerinin sürecidir o süreç. bert, emek adına neredeyse hiçbir şey koymaz ortaya. o, sistemin çarkını döndüren ele, yani paraya sahiptir çünkü. eddie’yi tepsideki suya benzetirsek eğer bert de o tepsideki suya ivme veren eldir diyebiliriz. ne olmaktadır? bert önce %75 kâr payı gibi elbette kendi lehine olan uçuk bir teklif yapmaktadır eddie’ye. yani sözgelimi 1000 dolarlık bir oyun oynanacak, eddie de bu oyunu kazanacak, bert hiçbir şey yapmadan 750 doları cebe atarken tüm emeğin, yeteneğin, iradenin, azmin, tutkunun sahibi olan eddie 250 dolar alacak. tam bir kapitalist mantığı. eddie, elbette bu teklife güler. tam da o anda, bert, “seni burada çiğ çiğ yerler.” diyerek şantajcı gerçek yüzünü ortaya koyar. tepsideki su eddie, bu suyun bert’e doğru ivme kazanması lazım. bert bu işi eddie’nin parmaklarını kırdırtarak çözer. bu işi kendisi yapmaz elbette, başkalarına yaptırır. sonuçta eddie, tek sermayesi olan, ona en azından günlük birkaç dolar kazandıran ve böylece yaşamını idame ettirmesini sağlayan yeteneğini kullanamaz hâle getirilir. şimdi, siz de kendi süreçlerinizi düşünün, sizi sistemin içine nasıl çektiklerini. ne oldu? mecbur hissettiniz kendinizi bir noktadan sonra, mevcut hâlinizle yaşayamayacağınıza inanmaya başladınız ve gidip bir torpil aradınız, sonra da diğerlerinden sadece torpiliniz daha güçlü diye diğerlerinin de en az sizin kadar hak ettiğini iyi bildiğiniz bir memuriyete “kapak attınız”. yahut, perişan bir hâlde dört beş yıl çalışıp acı çektikten sonra başkalarını perişan bir hâlde çalıştırmaya ve onlara size çektirilen acıları çektirtmeye hak kazandınız. bu, tepsiyi tutan elin sizi canavarlaşmaya doğru itmesi, yani size bu yönde bir ivme kazandırmasıdır. size gerçeği söyleyeni, yani insani değerlerden söz edeni de pollyanna olmakla, fazla masumiyetle, gerçekleri kabul edemeyecek kadar saf bir mizaçlılıkla suçladınız mıydı tamam, artık siz de oldunuz demektir. siz de artık kapitalizmin çocuğusunuz ama bert ya da koç, sabancı kadar öz çocuk değilsiniz ve olamayacaksınız, bunu hiçbir zaman unutmayın. filmde de parmakları kırılan eddie, çaresizlikten şöyle bir laf eder: “bir hiçin %100’üne sahip olmaktansa somut bir kazancın %25’ine sahip olmak daha iyidir.” neye benziyor bu? “evde işsiz oturmaktansa en azından bir markete kasiyer olarak gir, az da olsa para kazan.” önermesine. peki, buradaki korkunçluk nedir? bert’in ve dolayısıyla sistemin öncesizliğe ve sonrasızlığa layık görülmesidir. bert ve sistem sanki hep vardı ve hep de var olmaya devam edecek, onlar mutlak egemenler, onlar tanrılar. itiraz etme, direnme, örgütlenme ve benzeri ufkunuz olmadığı zaman bu sistem sizin zihninizi işte böyle ele geçirir; kendisinin öncesiz ve sonrasız olduğu yanılsamasını size mutlak gerçekmiş gibi kabul ettirerek. filmde de parmakların alçıda olduğu sırada sarah’la birlikte gerçekleştirilen muhteşem piknik sekansında eddie, bert’ten “her şeyi biliyor.” diye söz ediyor. yani bert bir tanrı gibi algılanıyor eddie tarafından ve tanrı ona “sen bir kaybedensin.” demiş. işte orada, eddie, tanrının ithamına karşı kendi ruhunun gerçeğini o efsanevi tiratla ortaya koyuyor. buraya da yazalım.

    “biliyor musun, her şey harika yapılabilir, her şey. tuğla duvar örmek bile harika olabilir, yeter ki işinin ustası ol. ne yaptığını, neden yaptığını bil ve iyi yap. kendimi (bilardo oyununa) iyice kaptırdığımda sanki… bir jokeyin, atının üstünde o hıza ve güce hâkim olduğunda ne hissettiğini anlıyorum. son düzlüğe giriyor, arkasından bastırıyorlar, o işini biliyor. atı ne zaman ne kadar salacağını biliyor. her şey yolunda gidiyor; zamanlama, dokunuş… bu harika bir duygu. işi doğru yapmak ve doğru yaptığını bilmek gerçekten harika bir duygu. birdenbire kollarım yağlanmış gibi çalışıyor. isteka benim bir parçam oluyor. sanki istekanın içinde sinirler vardır. sinirleri olan bir tahta parçasıdır o. topların yuvarlanışını hissedersin. bakmana gerek kalmadan bilirsin. daha önce hiç yapılmamış vuruşlar yaparsın. daha önce kimsenin oynamadığı bir oyun çıkarırsın.” işte budur olay. gerçekten de budur. bundan başka her şey bir yanılsamadan ibarettir. insan yaşamının biricik gerçeği, onu bir kazanan yapan şey böylesine aşkın bir duyguyu hissetmesi, her oyunda kendini aşması, her oyunda kendini bir kere daha üretmesi ve gerçekleştirmesidir. tam da bu nedenle insani değerlerin sesi olan sarah, “sen kaybeden değilsin, kazanansın.” der eddie’ye. ne var ki bu tip bir “kazanmanın” insanların “gerçek hayat” dedikleri “kapitalist sistem”de bir karşılığı yoktur. eddie o anlarda aslında bir yol ayrımındadır. iki seçeneği vardır: ilki, parmakları iyileştikten sonra eğer başarabilirse bert adlı tanrıya rağmen yine gündeliğini kendi kendine çıkartmak ya da bert adlı tanrının kendi lehine %75 kâr payı öngördüğü teklifini kabul edip kapitalizmle uzlaşmak. eddie, ikinciyi seçer. orada, sarah, insanı gerçekten de kalbinden vuran şu sözleri söyler: “sevdiğim erkekler çekip gidince ‘gerçek değildi, ben uydurdum.’ derdim ama senin gerçek olmanı isterdim eddie.”

    yolculuğa sarah’nın da katılması, filmdeki çatışmayı netleştirmek için gerekli görülmüştür. bir tarafta canavar (bert), diğer tarafta insanlık (sarah) vardır ve eddie ikisinin arasında kalan wonderkid, yani altın çocuktur. tam da bu nedenle bert de sarah da eddie’den yaşça büyük karakterlerdir zaten. artık sona yaklaşalım. sarah’nın, yani insani değerlerin tamamının ölümü, bert için mecburidir. bert, insanlığın olduğu yerde nefes alamaz, sistemin yapısı bunu emreder. sarah, tıpkı bir komünist gibi eddie’nin aklını bulandıran bir heyuladır ve ortadan kalkmak zorundadır. yoksa eddie, bert’ün istediği gibi bir “karakter” kazanamayacaktır. sarah’nın ölümündeki hoşluk, bunu bile bert’ün yapmamasıdır. bert, hiçbir şeyin için, kendi bekası için bile kılını kıpırdatmaz. onun yerine manipülasyonu, yalanı ve hileyi kullanır. sarah’ya gidip yalan söyler, sonra da kadını götürmeye kalkıp onun kendine duyduğu saygıyı hedef alır, sürekli ezer kadını, yoldayken sakat der, partide kulağına bir şey fısıldar ve kadın sinir krizi geçirir, sonunda sarah’nın intiharının azmettiricisidir ve bunu bir tek kendisi bilmektedir. nihayet, insanlık ölmüştür.

    son maçta en az eddie’nin replikleri kadar önemli olan şey yönetmenin maçın bitiminden sonra semiz’in yüzünü çekmesidir bence. orada, kapitalizmle uzlaşan ile uzlaşmayan arasındaki fark belirginleşir ve eddie’nin sözleri aslında en çok semiz’e isabet eder. semiz, orada yıllar önce yaptığı tercihle baş başa kalır, içli içli bakar. eddie’nin son sahnede bert adlı tanrıya karşı hem özgürleşmesi hem de onu alt edişi ise efsanedir. eddie, %25, 30 kâr payına kadar geri çekilen bert’e şunları söyler: “eğer senin teklifini kabul edersem sarah hiç yaşamamış ve ölmemiş olur.” yani sevdiğim kadının hatırasını da kendisi gibi yok etmiş olurum diyor herif. üstüne basıp geçmem onun, geçmeyeceğim demeye getiriyor. bert alçağı ise bakın hâlâ pişkin, böyledir bunlar, “tamam,” diyor, “bundan sonra hiçbir büyük salonda oyun oynamayacaksın.” ve perde kapanıyor.

    sonra, hâlâ insanlığını korumaya çalışan insanlar bert gibi bir tipe ve bu tipi yaratan sisteme küfür ettiği zaman “pollyanna” olmakla suçlanıyor. savımızı ve safımızı keskin şekilde ortaya koyalım: insanlığını tamamıyla yitirmiş ve bu nedenle uygar dünyadan ziyade mağaralarda yaşamaya layık bir hayvana dönüşmüş olanların en büyük çabası insana insanlığı yasaklamaktır. burada tek tek bireylere düşen ilk şey aynaya bakıp ne olduğuna karar vermektir. ya işte o işler öyle olmuyor diye gevelemeyin şamarı yersiniz yemin ederim. delikanlı gibi ben hayvan oğlu hayvanım ya da ben insanım deyip susun. evet, çıkabilirsiniz.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap