• farklı perspektiflerden incelenmeye uygun robert eggers filmi. the vvitch'in biraz altında kalsa da ortalamanın üstünde.

    bir fallusun (fener) içinde yaşayan ve ışığa (kadın) sahip olmaya çalışan iki erkeğin iktidar mücadelesi, filmin en öne çıkan teması olmuş. bu açıdan bakıldığında winslow'u delirten şeyin bütün gün çalışıp azar işiterek güçsüz hissettirilmek, tecrit hali, iklim şartları, iktidara gelememek, kadınsızlık gibi somut gerçekler olduğunu söyleyebiliriz. gördüğü tüm o sürreal imgeler de zihninde canlanan yanılsamalar ya da metaforlardan ibaret.

    wake'i deniz tanrısı proteus, winslow'u ateşi çalmaya çalışan prometheus olarak ele alırsak (ki almamak elde değil) film bir anda alegoriye dönüşüyor. sesleriyle denizcileri baştan çıkarıp öldüren sirenlerden devşirilen deniz kızı miti, wake'in yer yer görünen tentacle'ları, ölen eski bekçinin martı suretinde fenere musallat olması (ikisinin de tek gözü yok), wake'in gözlerinden ışık saçarak winslow'a baktığı o akıllara kazınan tablomsu kare (ki kendisi şuradan esinlenilmiş), filmin mitolojik ve epik yönünü güçlendiriyor. zaten yönetmen de bilindiği üzere masalsı folk hikayelere meraklı bir abimiz. çizgisini bozmamış.

    konudan çıkıp tekniğe gelirsek filmin sinemanın ilk dönemlerindeki gibi 1.19:1 kadrajla, analog kamerayla monokrom ve hatta grenli çekilmiş olması aşırı isabetli bir tercih olmuş. o izlerken insanı bunaltan kasvetli havayı tamamen alıyorsunuz. hikaye nasıl 1800'lerde geçiyorsa film de sanki bizim bilmediğimiz çok eski bir zamanda çekilmiş gibi hissettiriyor. hatta tek mekanda geçmesi, oyunculuğu yükseltmeye elverişli senaryosu, stilci görselliği, bilhassa ikinci yarıda tirada kaçan replikleri filme bir tiyatro oyunu havası da katmış.

    filme illa bir eleştiri getireceksem bu eleştiri sönük final ve şok anlarının kısırlığı olurdu. ilk filmle kıyaslandığında lighthouse bu yönlerden biraz eksik kalmış. izleyici sonda daha büyük bir kreşendoya hazırlanıyor ve gördüğü şeyden tatmin olmuyor.

    özetle, bende öyle inanılmaz bir etki bırakmasa da yönetmenin the vvitch'te gösterdiği başarıya gölge düşürmeyen bir ikinci film olmuş. ileride değerinin daha çok anlaşılacağından eminim.
  • 1800'lü yıllar, anakaradan uzakta dış dünyadan tamamıyla izole küçük bir kara parçası, deniz feneri, kış mevisimi, soğuk, yağmur, fırtına, insan boyunu aşan köpüklü hırçın dalgalar, martılar, tüyleri diken diken eden siren sesleri ve koca hiçliğin ortasında yapayalnız iki insan.

    sinematografisi ve robert pattinson ile willem dafoe'nun insanüstü oyunculuklarıyla izleyeni karşı koyamayacağı bir biçimde içine çeken eşsiz bir film the lighthouse. hangimiz filmi izlerken sırılsıklam ıslandığımızı, iliklerimize kadar üşüdüğümüzü hissetmedik?

    film, kahramanlarımızın deniz fenerinin bulunduğu küçük bir adaya gelişiyle başlıyor. thomas wake, eski bir deniz feneri bekçisidir. ephraim winslow ise onun genç ve tecrübesiz yeni yardımcısıdır. thomas tarafından sadece adadaki ayak işlerini yapmakla görevlendirilen ephraim'in aklında sürekli deniz fenerinin bizzat kendisiyle ilgilenmek vardır. fakat üstü thomas, buna asla müsaade etmemektedir ve deniz fenerinin sorumluluğunu büyük bir gururla üstlenmektedir. üst olmasının vermiş olduğu güçle altında bulunan ephraim'i aşağılayıp ezmektedir. film boyunca sürekli bu ikili arasında yaşanan gerilime ve iktidar mücadelesine tanıklık ediyoruz. deniz feneri onlar için bir iktidar sembolüdür ve elde edilmesi gereken bir fallustur.

    bir fallus... film, bu tarz bir dolu sembolik anlatımla bezeli. thomas wake'in yunan mitolojik figürü proteus'u, ephraim winslow'un da prometheus'u temsil etmesi gibi.

    proteus, poseidon'a hizmet eden ve homer'in denizin yaşlı adamı olarak adlandırdığı bir okyanus tanrısıdır. kehanetlerde bulunmasıyla bilinir. deniz feneri bekçisi thomas, sadece yaşlı bir denizcinin mükemmel bir örneği değil, aynı zamanda ephraim'in nasıl öleceğini doğru tahmin eden bir kahindir de.

    ephraim: i want a steak! i want a goddamned steak!!!!
    thomas: shut it.
    ephraim: a steak! a steak! a rare, bloody steak. if i had a steak, i could, oh boy, i could fuck it.
    thomas: let neptune strike ye dead, winslow!.. hark, triton, hark! bellow, and bid our father, the sea king, rise up from the depths, fullfoul in his fury, black waves teeming with salt-foam, to smother this young mouth with pungent slime... to choke ye, engorging yer organs till ye turn blue and bloated with bilge and brine and can scream no more...

    zeus, ateşi insanlardan saklamaktadır. kendisi de tanrı olan insan dostu prometheus'un gönlü buna razı gelmez ve bir gece ateşi olimpos dağından kaçırıp insanlara götürür. fakat yaptığının cezası çok büyük olur. zeus, prometheus'u büyük bir kayaya zincirletir. her gün bir kartal gelip prometheus’un ciğerini yer. gece olunca ciğeri yeniden oluşur ve yenilenen ciğer ertesi gün bir başka kartal tarafından yenir. prometheus ölümsüz olduğundan bu işkence sonsuza dek devam edecektir.

    olimpos dağı, deniz feneri; ateş de ephraim'in aklını başından alan deniz fenerinin ışığıdır. filmin en son sahnesinde bilinci yerindeyken iç organları martılar tarafından yenen ephraim, ciğeri her gün kartallar tarafından yenen prometheus'un ta kendisidir aslında.

    bu tarz kör göze parmak sembolik anlatıların yanında bilinmeyen, karanlıkta kalan, yoruma açık çok fazla yer de var filmde. bu, yönetmen robert eggers'in bilinçli bir tercihidir. bunu esquire'a verdiği bir röportajında "bilmemede gerilim var. david lynch'in lost highway'i üzerine yazılan çok güzel, kısa ve özlü bir açıklamayı okudum. keşke okumasaydım. çünkü filmde neler olup bittiğini bilmemeyi seviyordum. öylesi beni daha çok tatmin ediyordu." şeklinde açıklıyor. filmi bu bakımdan kitaplara benzetiyorum. ufuk açıcı, insanı düşünmeye sevk eden, her okuyanda farklı bir tat bırakan kitaplara.

    oyunculuklara gelecek olursak tek kelimeyle muazzam. en çok da robert pattinson'unki. açıkçası willem dafoe'den daha iyi iş çıkardığını düşünüyorum. sebebini şu şekilde açıklayabilirim. senaryo hazırlık aşamasında uzunca bir süre karakterlerin konuşacakları dialektler üzerinde çalışma yapmışlar. detaylı bir araştırma sonrası sarah orne jewett adında maine'li bir bilim kadınıyla yolları kesişmiş. kadın, kuzeydoğu amerika'nın kıyı bölgelerinde yaşayan insanlar, balıkçıklar ve deniz kaptanlarıyla röportajlar yapıp bunları fonetik alfabeyle yazıya geçiriyormuş. işbu röportajlar, thomas wake karakterinin konuşacağı dialektin zeminini oluşturmuş. ephraim winslow karakteri ise aslında kuzeyli bir oduncu/ormancı olduğu için ve sarah'ın yetkin olduğu alan da kıyı bölgesi dialekti olduğu için onun dialektini oluşturmak daha zor olmuş. bundan mütevellittir ki filmde willem dafoe'nun repliklerinin daha fazla olduğunu görüyoruz çünkü ellerinde thomas'ı konuşturacak daha fazla veri/malzeme varmış. şuraya tıklayıp filmin senaryosuna ulaşarak bunu kendiniz de teyit edebilirsiniz. yani varmak istediğim nokta şu: daha az sözle çok şey anlatmak zordur. robert pattinson kısa replikleri, jest ve mimikleriyle rolünün üstesinden kolaylıkla gelmiş, usta oyunculara taş çıkartacak bir performans sergilemiş. benim nezdimde bu senenin tüm en iyi aktör ödülleri kendisinindir.

    uzun lafın kısası film, her yönüyle bende vurucu bir etki bıraktı. son sahnesinden sonra ekranda sabit bir noktaya takılı kalarak düşüncelere dalıp gittim. serin ve yağmurlu bir batman gecesiydi ama içerisi sıcacıktı. buna rağmen üşüyordum.
  • --- spoiler ---

    umarım willem dafoe'nun üstüne toprak atıldığı sahnede çiğnediği şeyler oreo bisküvileridir.

    --- spoiler ---
  • robert pattinson'ın türk tipli olduğu, özellikle de kadir inanır'a benzediği film.
    film hakkında söylenecek çok şey olabilir tabi ama ben anlamış değilim henüz.
  • --- spoiler ---

    willem dafoe'nun karakterinin yemeğini beğenmedi diye deniz tanrılarıyla beddua yağdırdığı sahne sinema tarihine geçer.

    dafoe'nin oyunculuğu, arkadaki şimşek, çekimler... tek kelimeyle harika.
    --- spoiler ---
  • iki tane 31’cinin başından geçen fantastik ögelerin anlatıldığı film. peki neden iki tane 31'ci dedim çünkü o kadar hengame arasında 31'lerinden asla taviz vermiyorlar. yastık, heykel vesaire ne bulurlarsa kerkiniyorlar. senarist olarak louis c.k. karşıma çıksa şaşırmazdım o derece!

    geyiği bir kenara bırakıp filmin ne anlattığına gelirsek bir çok şey anlatıyor ama benim aklım ermedi ve dönüp dolaşıp yine 31'e geliyorum asdfafsad.

    tamam tamam bu sefer ciddiyim. aslında bu filmi izleme niyetim yoktu ancak oldum olası sevemediğim robert pattinson'u bana sevdiren good time'ı izledikten sonra pattinson'un oynadığı iddialı filmlere göz gezdirdim ve karşıma bu çıktı. baktım üçüncü sınıf aksiyon filmlerinin aranan yıldızı willem dafoe de var "işte tam benlik film!" diyerek başına oturdum. bir de filme adını veren deniz feneri mevzusu var tabi. oldum olası tek ve nispeten sıkışık mekanlarda geçen filmlere ayrı bir ilgim var o yüzden deniz fenerini görünce meraklandım. mesela pelin esmer'in gözetleme kulesi'ni de bu yüzden izlemiştim. keza cube, rope, misery, moon gibi tek mekan filmleri bayıldığım yapımlar. ancak bu filmi saydığım filmlerin hiçbirine benzetemediğimi itiraf etmeliyim. neye benzettin derseniz atmosferi ve fantastik ögeleri itibariyle dagon, iktidar eleştirisi ve insan psikolojisini ele alış biçimiyle sarmaşık (film) derim. tüm bunların içerisine bir tutam h. p. lovecraft ve john carpenter eklenince ortaya çıkan the lighthouse olmuş. mükemmel sinematografisi ve atmosfere hizmet eden siyah beyaz yapısını atlamamak lazım tabi.

    robert eggers'ın bir önceki uzun metrajı the vvitch a new-england folktale'de sembolizme takık bir yönetmen olduğunu fark etmiştim. bu filmdeki sembolizm ise ayyuka çıkmış ama o kadar ayyuka çıkmış ki metafor peşinde koşmaktan helak oluyorsunuz. keza hiçbir açıklaması olmayan bir ton absürt sahne barındırıyor. hani bazı yönetmenler vardır, aslında olayı dümdüz ele alır ama izleyenler abuk subuk anlamlar yükleyip kendilerini sinema eleştirmeni sanır. en basitinden bir zamanlar anadolu'daki elma diyorum başka da bir şey demiyorum. nice gencimiz o elmanın altında anlam aramaktan tımarhanelik oldu. bir de bunun tam tersini yapan robert eggers gibi yönetmenler var. "ver baba sembolizmi, daya abicim metaforu!" deyip yükleniyorlar, biz de "acaba şurada ne anlatmak istemiş?" diyerek samanlıkta iğne arar gibi anlam arıyoruz. valla benim kafam artık kaldırmıyor bu tip anlam kovalamacaları o yüzden hiç kafa yormuyorum ve filmde gösterilen neyse o kadarını alıp götümü deviriyorum. hah işte bu filmde gördüğüm şey de iki tane 31'cinin maceralarından fazlası değil.

    eğer deniz feneri hakkında esaslı bir hikaye arıyorsanız sizi camel'ın the snow goose albümünün hikayesine yönlendirmek isterim. tabii ki arka planda çalan albüm eşliğinde.
  • izlerken büyüsüne kapıldığın türden garip bir film. benim böyle bir sembolizmi okuyacak bilgi birikimim olmadığından araştırdım öğrendim. anlamayanlara da bunu tavsiye ederim.

    diğer yandan en üst katmanda biraz daha anlaşılır olan filmleri daha çok seviyorum. mesela luis bunuel filmleri. kim izlerse izlesin bir şey anlıyor ve ne kadar çok araştırırsan detayları öğreniyorsun. araştırmadığı durumda da aslında bilinçdışına sızanlar oluyor. bu filmin en üst katmanı bana göre sığ kalmış. bu sebeple imdb de 7 verdim.

    filmin her planı ayrı bir fotoğraf karesi. müzik neredeyse yok muydu ben mi hiç hatırlamıyorum bilemedim.

    --- spoiler ---

    prometheus ve proteus detayını öğrenmeden de yorumlanacak çok şey var sanırım.

    iki erkeğin güç savaşı. özellikle iktidarını kaybetmiş yaşlı erkeğin höt zötle diğerine üstünlük sağlaması. ama genç olan bir süre sonra fiziksel gücü ele alıyor ve yaşlı kurtu köpeği yapıyor.

    kadınsız dünyanın erkekler için gerçekten çekilmez oluşu. oysa iki kadın erkeksiz dünyada böyle rezil davranışlarda bulunmaz. ya da en azından göstermeden, sinsice yapar.

    hele birbirlerine hallenmeleri bana çok ilginç geldi. erkeklerin seks yapma zorunlulukları da bir ceza bence.

    uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış iki sorunlu birey olarak gözlemledim bu iki erkeği. bunlar toplum içinde kendilerini var edemedikleri için bu pis görevi üstlenmişler. deniz fenerinin bir kadını simgelediği aşikar. dolayısıyla ona sahip olan da hayatındaki kadın boşluğunu da doldurmuş oluyor. üstelik bu görev ile kendilerini önemli, işe yaramış hissediyorlar.

    bir de filmin hikayesi 1850 lerde ingiltere’de yaşanmış bir deniz feneri faciasından yola çıkılarak yazılmış.

    --- spoiler ---
  • abuzer kömürcü ve oğlu mikrop erdalın, hüsrev ağadan kaçarak gizlendikleri deniz fenerinde yaşadıkları maceraları anlatan süper film.
  • the lighthouse (2019)

    7.2 / 10

    robert pattinson ve willem dafoe'nun oyunculuklarıyla bir hayli döktürdüğü, metaforla dolu bir mistik gerilim drama. eleştirilere geçmeden önce, bu film bir başyapıt veya bu senenin en iyi filmi değil. filmin en sevdiğim tarafı yağmurlu rüzgarlı havanın, deniz fenerinin gergin sesiyle birleşmiş kasvetli atmosferi. filmin atmosferi bana bu konuda bela tarr'ın torino atı'nı anımsattı. atmosferi çok beğendim. filmde mitolojik göndermeler olduğunu anlamak çok zor değil. proteus prometheus göndermeleri biraz fazla göze sokulmuş. zaten son sahnede, yunan mitolojisinde zeus tarafından cezalandırılan ve her gün ciğerleri bir kartal tarafından yenen ve her yeni doğan günle ciğerleri tekrar yenilenen ve aynı işkenceye maruz kalan protmehus göndermesi çok barizdi. göndermeleri dışında ben filmde konu, anlatı ve mesaj bütünlüğü göremedim. metafor çokluğu = çok iyi film anlamına gelmiyor. bu film çekim tekniğindeki başarısını, sinematografisini, atmosferini ve oyunculuklarının kalitesini güzel bir kurgu ve anlam bütünlüğüyle harmanlasaydı, işte o zaman başyapıt olabilirdi. metaforlar, gereksiz gizem ve filmi daha sanatsal yapma çabası, filmin ivmesini düşürmüş. yine de kötü film diyemem.
  • biz bu sene the irishman ve marriage story ile oyalanırken, adamlar köşede tarih yazmış, sinema normların alt üst etmişler. film bittiğinde saygı duruşuna geçtim.
hesabın var mı? giriş yap