• sıfır çizik ikinci el plağını türk parasına çevirildiğinde 9 lira gibi bir meblaya karşılık gelen, yani epey komik bir paraya aldığım, camel'ın da en başarılı şarkılar bütünü olduğunu düşündüğüm albümü. saygıyla. unutmadık. şükran.
  • hayatta duyulabilecek en güzel melodilerin birbirini tamamladığı enfes camel albümü.

    bunun kanıtı olarak neredeyse hiç bir şarkıyı açıp ayrı olarak dinleme isteği gelmemesi gösterilebilir. elbette üçüncü şarkı hariç, o gitar solosunu duymak için 45 dakikanız olmayabiliyor her zaman.*
  • camel grubunun günlerdir dinlemeye doyamadığım olağanüstü güzellikteki albümü. insanlar neler yapıyor. biz sadece dinlemekle yetiniyoruz işte. flütlü bölümlerine ayrı, gitar sololarına ayrı, klavyeye ayrı hayran kalıyor insan. melodiler desen, cennetten çıkma adeta. ve bu güzellikten mahrum kalan ne kadar insan var. mümkün olduğunca daha çok insana dinlettirmeliyiz bence. belki bu sayede dünya daha yaşanır hale gelir.
  • şuradan canlı kaydına ulaşabilirsiniz.
  • gereksiz bir bilgi ile başlayalım. never gonna give you up ile tanıdığımızrick astley'e müziğe nasıl ilgi duyduğunu sormuşlar, astley de "ilk konserim babamın götürdüğü camel'in the snow goose konseriydi. aklım şaştı" demiş. gerçi astley gidip dandik bir pop şarkısı ile one hit wonder oldu ama sadece astley'in aklını almadı camel. steve wilson ve mikael akelfeldt gibi proghead'lerin en sevdiği gruplardan biri oldu. yıllar boyunca grubu ısrarla takip eden bir kitle de yaratmışlardı.

    bazen düşünüyorum neden camel, dönemdaşları kadar büyük popülariteye ulaşmadı diye. tam olarak bunun cevabını bulduğumu söyleyemem ama grup her zaman bana diğer prog rock gruplarına göre biraz daha iddiasız gibi gelmiştir. büyük konseptler, sahne oyunları, iddialı şarkılar, etkileyici şarkı sözleri yerine müziğin kendisine önem verdiler ve işin beste tarafıyla ilgilendiler. bu nedenle insanları şok edecek, müzik dünyasını yerle bir edecek albümleri yoktu. onun yerine her tarafından acayip güzel notalar fırlayan şarkıları vardır. hatta ikinci albümlerimirage'da mesela çok fazla vokal duymayız. entry'nin konusu the snow goose ise zaten tamamen enstrümantal bir albüm. müzikten bahsederken şunu da söylemek lazım tabii: camel'ın diğer gruplardan bir diğer farkı da müziklerinde illa rock olsun diye tutturmamalarıdır. yeri gelince sertleşebilseler de kulağa daha senfonik gelen, flütten yaylılara ve üflemelilere, rock müziğin temelinde olmayan enstrümanları sık sık kullanan bir gruptan bahsediyoruz.

    camel'in müzik odaklı tarzı elbette en çok bu albümde öne çıkıyor. grup, kendi sözlerini ve öykülerini yazmak yerine var olan bir öyküyü müzik ile dinleyicilerine anlatmayı tercih etmiş. ilham veren eser, 1941'de yayınlanan paul gallico öyküsüthe snow goose. orijinal öykü bir dergide yayınlanmış sadece 6 sayfalık bir hikaye. internette bulmak mümkün. hemen okunuyor. öykü tutunca biraz daha uzatılarak kısa roman formatında da yayınlanmış. hikaye kısaca 2. dünya savaşı sırasında kırık bir adam, genç bir kız ve bir kar kazının arasında geçiyor. aşağıda şarkılardan bahsederken zaten hikayeden de uzun uzun bahsedeceğim.

    camel, bu öykünün tamamını bir kaç bölüme ayırarak müzikal bir şekilde yorumlamış. öyküyü okumayanlara yardımcı olmak için de plağın arkasında kısa kısa açıklamalar var. ama gel gör ki gallico, telif hakları meselesi yüzünden gruba bir uyarı gönderince grup, arka kapaktaki sözleri silmiş, albümün adını da "music inspired by the snow goose" yapmış. şanslıyım ki bendeki versiyon janus records'dan çıkan orijinal versiyon. eğer bu albüm plağını alacaksanız ön kapakta "music inspired by" görmüyorsanız kaçırmayın derim. albümü tamamen gitarist andrew latimer ve klavyeci peter bardens bestelemiş. zaten gitar ve klavye, albümün genel havasında en önemli yer kaplayan enstrümanlar. bas gitarda doug ferguson, davulda da andy ward var. yani orijinal kadro dediğimiz grup. bunun yanında londra senfoni orkestrası da gruba albümde eşlik etmiş.

    hikayemiz ingiltere'nin batı kıyısındaki essex şehrinde deniz kenarında, sazlıklar içinde bataklık bir bölgede geçiyor. albümün ilk şarkısı bu bölgeyi anlatan the great marsh. şarkı albümün temasına uygun olarak kuş sesleriyle açılıyor. gün doğmasına artık dakikalar var ama kuşlar ötmeye başlamış. albüm boyunca ara ara duyacağımız müzikal temayı ilk kez dinliyoruz. gün doğar gibi yavaş yavaş müzik de artmaya başlıyor. vokaller çok etkileyici. sonlara doğru orkestra şarkıya dahil oluyor. enstrüman sayısı artıp, şarkının tam olarak başlaması günün artık doğduğunu anlatıyor. albümün genelinde olduğu gibi orkestranın ve camel'in beraber performansı insanı gerçekten müziğe doyuruyor.

    albümün en sevdiğim şarkısı rhayader ile ana kahramanımız philip rhayader'i tanıyoruz. rhayader, fiziksel olarak çirkin biri. belli ki bu fiziksel çirkinliği yüzünden hor görülmüş ve içine kapanmış. insanlarla minimum iletişimi olan, resim yapıp satan bir adam. buradan kazandığı para ile 27 yaşındayken essex'te kullanılmayan bir deniz feneri satın almış ve orada yaşıyor. şarkı, piyano ve flütün muazzam düeti ile başlıyor. müzikal olarak iki pasaj var. birincisi daha sakin. bunun rhayader'in yalnızlığını yansıttığını düşünüyorum. ikincisi ise daha hareketli, hatta 40. saniyede diğer enstrümanların katılmasıyla birlikte o pasaj insanın içini kıpır kıpır yapıyor (ki nedense yeni türkü aklıma geliyor bu hızlı bölümde). bu daha pozitif bölüm, rhayader'in diğer bir tutkusu olan kuşlar ile ilgilenirken yaşadığı mutluluğu anlatıyor gibi. şarkının sonlarına doğru şarkının funky bir ritme dönmesi camel'ın müzikal olarak çeşitliliğinin bir göstergesi. şarkı acayip hoş bir klavye solosu da içeriyor bu arada. kısa bir şarkı aslında ama dinleyiciyi duygusal bir yolculuğa çıkaracak kadar dolu.

    elbette rhayader, erzak almak ve postaneye uğramak için şehre inip insanlarla muhattap olmak zorunda. rhayader goes to town da bu yolculuklardan birini anlatıyor. şarkının hızlı ritmi, durağan bir andan aksiyona geçtiğimizi simgeliyor. klavye eğlenceli bir ezgi çalarken, davul çok hareketli ve çok iyi çalınmış. ama şarkı hep hızlı ilerlemiyor ve arada ritim yavaşlıyor. hızlı kısımlar rhayader'in işlerini çabucak bitirmek için hızlı hızlı yürümesini, yavaş kısımlar ise insanların ona yargılayan gözlerle bakmasını ve bunun rhayader üstündeki boğucu etkisini anlatıyor diyebiliriz belki. 2:30'larda giren gitar solo ve ritm pink floyd vari. echoes'un hızlı kısımlarını andırıyor. konu olarak öykünün en önemli anlarından birini oluşturmamasına rağmen öyle güzel melodiler bulmuşlar ki şarkıyı biraz uzun tutmuşlar. ama iyi de olmuş.

    birbirine bağlı üç şarkıdan sonra bir es veriyorlar ve bir dakikalık kısa bir şarkı olan sanctuary başlıyor. bu da öykünün gerçek anlamda başlaması demek. artık 1930 yılındayız. rhayader, essex'e geleli üç yıl olmuş. köyde yaşayan 12 yaşındaki fritha, ölmek üzere olan yaralı bir kaz buluyor. rhayader'in hayvanlarla çok ilgilendiğini köylülerden rhayader'in kuşlarla ilgisini duyduğu için, içindeki korkuya rağmen, kuşu kucaklayıp deniz fenerine gidiyor. fritha'nın çocuk kalbi ve kuşa gösterdiği şefkat, şarkının yumuşaklığına yedirilmiş. çok güzel akan akustik gitar arpejinin üstüne elektro gitarın usulca performansı çok tatlı ve sakin.

    fritha, bir önceki şarkının genel havasını devam ettirse de şarkıya klavyenin de dahil olduğunu duyuyoruz. klavyeden gelen melodiler hem hüzünlü hem de pozitif. bu ikisini böyle bir araya getirmek çok büyük başarı. öyküde de fritha'nın ilk kez rhayader ile buluştuğu andayız. fritha'nın duyguları şarkıdaki gibi hem hüzünlü hem de mutlu. daha önce tanımadığı, gerçekten de köylünün dediği kadar çirkin bir adamın evinde bulunduğu için korkak ve dokunsan ağlayacak gibi ama kar kazını birisinin kurtaracağını bildiğinden ötürü de mutlu.

    albüme adını veren the snow goose hakkında ilk demek istediğim şey çok epik olduğu. kar kazının ortaya çıkışı küçük fritha için heyecan verici, kendini insanlardan soyutlamaya çalışan rhayader için de bir umut. bu kadar pozitif anlamlar içeren bu kuşu anlatan şarkı da elbette ki çok güçlü olacak. şarkı sıcacık. üç dakika boyunca çok etkileyici bir gitar solosu dinliyoruz. 1970'lerden kalan bir canlı kaydını youtube'da izledim. latimer'in soloyu atarkenki yüz ifadesi bu solodan nasıl bir zevk aldığını gösteriyor. kahramanlarımız kazın varlığı ile daha mutlu insanlar haline gelirken, şarkı da kalplerimizi ısıtıyor. ara ara klavyenin ve gitarın yaptığı efektler ile kazın çığlıklarını duyuyor gibiyiz. bu da etkileyici. bu şarkının single olarak yayınladığını da not olarak düşelim.

    friendship, bir önceki şarkı kadar epik olmasa da onun sıcaklığını devam ettiriyor. ana melodisi biraz komedi filmi soundtrack'i gibi aslında. ya da bir çocuk filmi. klarnet ve flüt başta olmak üzere birkaç üflemeli çalgıdan oluştuğu için biraz farklı, klasik müzik gibi bir şarkı. hatta flüt kısmı dışında tamamen londra senfoni orkestrası tarafından çaldığını sanıyorum. bu şarkı eşliğinde fritha'nın kar kazını sık sık ziyaret etmesini ve rhayader'in yalnızlığını dindirmesini hissediyoruz. her şeyin yolunda olduğunu bu sakin ve sempatik şarkı ile anlıyoruz.

    migrationda bir kez daha vokal duyuyoruz. hatta şarkıyı vokaller taşıyor. vokalleri duymak hoş bir değişiklik. vokal melodisi de klavyenin çaldığı notalar ile güzel bir uyum içinde. bu şarkı bir öncekine daha hızlı çünkü hikayede bir kez daha hareketlilik var. artık iyileşen kış kazı, diğer kuşlarla beraber göçmek için artık hazır. vokalleri yarattığı pozitif hava, fritha ve rhayader'in ruh haliyle uyumlu diyebiliriz çünkü sonuçta ikili yaralı bir kuşu kurtardı ve artık bu kuş kendi yoluna gidebilir. yaptıklarıyla gurur duyuyorlar ama şarkı sonlara doğru yavaşlamaya başlıyor çünkü rhayader hayatın gerçekliği ile bir anda yüzleşiyor.

    rhayader alone işte bu gerçekliği anlattığı için hüzünlü bir şarkı. kaz gittikten sonra fritha'nın ona uğraması için bir sebep kalmıyor. yani rhayader tekrardan yalnızlık içine hapsolmuş durumda. bütün bir yazı rhayader, deniz fenerinde yalnız geçiriyor . şarkının girişinde the great marsh'ın temasını duyuyoruz çünkü artık rhayader'in tek dostu tekrardan yaşadığı topraklar olmuş durumda. andrew latimer'in gitarından her çıkan nota insanın içine işliyor. moraller bozukken pek dinlecek bir şarkı değil. bu şarkı ile beraber de albümün ilk perdesini hüzün ile kapıyoruz.

    albümün ikinci perdesi the flight of the snow goose ile açılıyor. gitgide ses seviyesi yükselerek hareketli bir rif çalan klavye ile birlikte bir şeyler olacak beklentisine giriyoruz. grup tabii ki bizi hayal kırıklığına uğratmıyor ve mutluluk verici bir gitar solo başlıyor. bu pozitif his elbette öykünün gidişatı ile paralel ilerlemekte. keza kış geldiğinde rhayader bir bakıyor ki kurtardıkları kar kazı geri dönmüş. rhayader, koşa koşa şehre inip fritha'ya haber gönderiyor. küçük fritha da koşa koşa kazı görmeye geliyor. kaz kış sonunda tekrardan gidene kadar da çok güzel vakit geçiriyorlar. bu şarkının da albümün ikinci single'ı olduğunu söyleyelim.

    preparation'a geçmeden öykünün gidişatı ile ilgili bir parantez açalım. burada camel, öykünün önemli bir parçasını atlıyor. orijinal öyküye göre 1940 yılına kadar kaz her kış essex'e geliyor. kazın her gelişinde rhayader, fritha'yı çağırıyor. beraber kazla beraber eğlenceli anlar geçirdikten sonra da kış biterken kaz gidiyor, fritha da bir sonra kış kaz gelene kadar rhayader'i ziyaret etmiyor. derken, 1940 kışı sonunda kar kazı diğer kuşlarla beraber her zamanki gibi göçmeye başladıktan sonra bir anda fikir değiştiriyor ve köye geri dönüyor. rhayader de kazın burada temelli kalmaya karar verdiğini anlıyor ve çok mutlu oluyor. ama artık kocaman genç bir kız olmuş fritha, kazın hep burada kalacağını anladığı anda her an rhayader'i ziyaret etmek istemediğini farkediyor. rhayader'in artık yalnız kalmayacağını ve onun için mutlu olduğunu ona söyleyerek apar topar çekip gidiyor.

    şimdi preparation'a geçelim. fritha, rhayader'e biraz ayıp ettiğini düşünüp, ondan özür dilemek için evine gittiğinde rhayader'in balıkçı teknesini hazırladığını görüyor. bu hazırlık aşamasını anlatan şarkının ilk bölümü senfoni orkestrasının desteğini alarak oldukça sempatik başlıyor ama yavaş yavaş klavyenin çaldığı gergin melodi ile karanlık bir hale bürünüyor ve şarkının sonuna kadar devam eden vokal performansı tam anlamıyla bir ağıt gibi. çünkü öyküde artık 2. dünya savaşı'nın etkisini hissetmeye başlıyoruz. rhayader, belki biraz da fritha'nın ondan artık uzaklaşmasının da getirdiği bir moral bozukluğuyla, alman güçleri tarafından dunkirk'te sıkıştırılmış ingiliz askerlerinin kurtarılmasına yardım etmek için teknesiyle gideceğini fritha'ya açıklıyor. fritha, rhayader'i caydırmaya çalışsa da rhayader, hayatında belki de ilk kez birilerine yardım edebileceğini, biraz da sert bir üslup ile fritha'ya söylüyor. fiziksel engelleri nedeniyle hep hor görülen bir adamın artık engelleri yıkarak kendini işe yarar hissetmek istediğini anlıyoruz. fritha, bu sefer de onunla gelmek istiyor ama rhayader, fritha'nın gelmesinin teknenin bir asker eksik almasına, onlarca tur yaptığında da onlarca askeri alamayacağına neden olduğunu açıklıyor ve fritha'ya o yokken kuşlara ve kazlara bakmasını söylüyor. rhayader'in savaş alanına doğru küçük bir tekne ile yola çıkması ile vokallerden gelen hüzünlü uğultular ile çok uyumlu. ama rhayader, savaş alanına tek başına gitmiyor çünkü kar kazı da botu takip etmeye başlıyor.

    dunkirk ile savaş alanına gidiyoruz. bas gitar savaş alanının gerilimini çok iyi veriyor. klavyeden çıkan melodiler de askeri bandodan geliyor gibi. şarkının miksajında biraz altta kalsa da davul da askeri bando trampeti gibi sert sert çalıyor. keşke davulun sesini daha da ön plana çıkarsalarmış. elektro gitar da bu askeri bir marş gibi ilerleyen altyapının üstüne oldukça rock rifler eklemiş. bu bölüm dunkirk'te kuşatma altında kalan askerleri anlatmakta. 3:30'dan sonra ise şarkı daha da hızlanıyor. davul özellikle çok güzel bir performans sergiliyor. hatta bazen müzik durduğunda, davulun yankılı bir efekt ile makinalı tüfeği taklit ettiğini duyuyoruz. gitardan çıkan çığlıklar da kar kazının çığlıkları. çünkü bu anda rhayader'in balıkçı teknesi savaş alanına giriyor ve etrafından kurşunlar geçerken rhayader, sahilden birkaç askeri teknesine alıp kurtarıyor. rhayader, bu kurtarma operasyonunu birden fazla kez yapıyor. ama bu sırada şarkının sonlarına doğru sadece davulunun değil klavyenin de bas gitarın da taramalı tüfek gibi sesler çıkardığını duyuyoruz ve gitgide artan gelirim bir gong sesi ile son buluyor.

    epitaph'ta preparation'ın sonundaki o gerilimli klavye melodisine geri dönüyoruz. bu sefer vokal yok çünkü artık insan sesi maalesef susmuş durumda. bir ingiliz gemisi, ufukta bir balıkçı gemisi buluyor. gemide sadece bir adam var, makinalı tüfek ile taranmış, yüzü denize düşmüş. geminin de tepesinde ölen kaptanı selamlarcasına dönüp duran bir kaz var. bu acı ölümü anlatmak için de epitaph'ın melodisinin sesi yavaş yavaş kısılırken, kilisenin çanları yavaş yavaş rhayader için çalıyor. öyküye göre dunkirk'ten kurtulan askerler balıkçı teknesinin tepesinde dönen kazın onlara ne kadar umut verdiğini anlatıyor. bu ingiliz gemisinin kaptanı da kazın onları durdurduğunu ve bir mayına çarpmalarını engellediğini söylüyor. yani kar kazı oradaki askerlere umut aşılıyor.

    albümün ilk yüzünde rhayader alone'a nazire yaparcasına şimdi de fritha alone'u dinliyoruz. rhayader giderken onun cesaretinden etkilenen fritha, bu veda sırasında rhayader'in çirkinliğini hiç farketmediğini, aksine onun güzel bir erkek olduğunu düşündüğünü anlıyor. rhayader'i özleyen fritha, deniz fenerine gidiyor. orada rhayader'in para kazanmak için yaptığı resimlere bakarken, 12 yaşındayken elinde yaralı bir kaz ile rhayader'in kapısına ilk kez geldiği günün tablosunu buluyor ve rhayader'e aslında aşık olduğunu anlıyor. fritha alone da bu hüzünlü düşünceleri ve anılarda kayboluşu oldukça romantik bir piyano melodisi ile yansıtmakta.

    la princesse perdue ya da nam-ı diğer kayıp prenses. rhayader, öykünün başında kaz için bu kalıbı kullanmıştı çünkü kaz aslında diğer kazılarla uçarken kaybolup, yaralanıp, essex'e inmişti. ama öykünün sonunda artık kazın bir evi vardı. yani kayıp bir prenses değildi artık. şarkı oldukça pozitif başlıyor. çünkü kaz evine dönüyor ve fritha kazı bir kez daha gördüğü için çok mutlu. şarkının devamında da benzer pozitiflik devam ediyor ama gitarın çaldığı melodilerde pozitifliğin yanında bir miktar hüzün de gizli gibi. bu da fritha'nın rhayader'in ardından duyduğu acıdan ötürü. bir de tabii kar kazı fritha'ya aslında veda etmek için gelip, bir daha dönmemecesine gidiyor. aslında oldukça hüzünlü bir son bu. grup, burayı oldukça hüzünlü yapabilirmiş istese - ki öykünün hakkı bence biraz daha hüzünlü bir son şarkıydı. ama plaktaki kısa cümlelerde de yazdığı gibi grup "sweet sadness" bir hava vermek istemiş. fritha'nın tüm bu olanları bekliyor olması ve en azından kazın yaşadığını bildiği için mutlu olduğu gibi bir çıkarım yapmışlar belli ki. bardağın dolu tarafından bakmışlar biraz. ama müzikal olarak çok iyi bir şarkı, ona lafım hiç yok.

    albümü the great marsh'a geri dönerek kapıyoruz. tekrardan köyümüzdeyiz, kuşlar yine uçuyor. sanki hiçbir şey değişmemiş gibi. ama aslında öyküye göre bir alman uçağı deniz fenerini bir askeri yapı zannederek havaya uçuruyor ve rhayader'e dair ne varsa, tablolar da dahil olmak üzere, yok ediyor. ama camel, bunu da yansıtmak istememiş. kar kazı ve rhayader'i fritha'nın hayatından iz bırakarak geçip giden iki şey olarak anlatmayı tercih etmiş. sonuç olarak yine essex'teyiz, yine kuşlar uçuyor, hayat devam ediyor.

    hem öyküyü hem albümü şöyle baştan sona geçtik. albümü dinledikten sonra akılda kalan çok güzel gitar, klavye, flüt melodileri. elbette bir de senfoni orkestrası'nın şarkılara kattığı üflemeliler. öykünün iniş ve çıkışlarına uyan bir şekilde müzikal olarak bazen sakin, bazen hareketli, bazen mutlu, bazen depresif, bazen barışçıl, bazen savaşçı bir müzik dinliyoruz. şarkıların çoğu birbirine bağlı olduğu için bazen hangi şarkıda olduğumuzu bilmesek de önemli olan çalışmanın bütünü zaten. albüm hakkında kafama takılan tek bir nokta var. o da şu: öyküyü okumadan önce albümden bu kadar zevk almamıştım. elbette albümün kapağındaki notlar yardımcı oluyor ama albümün çoğu versiyonunda bu notlar yok. zaten herkes de plaktan dinlemiyor bu çalışmayı. the snow goose, aşırı ünlü bir hikaye de değil bir yandan. bu da albüm için aslında büyük bir handikap. albümü birkaç güzel enstrümantal şarkıdan daha öteye götürmek için ekstradan emek lazım. bir de tabii müzikal olarak biraz daha hüzünlü bitirseler albüm içime biraz daha sinecekti. ama "prog rock böyle olur" dedirten, müziğe doyuran bir macera bu. hatta büyük bir rock dinleyicisi olmanıza da gerek yok, müziği sevin yeter.

    4/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: the snow goose, preparation, rhayader
  • ben de çok farklı anılar canlandıran camel albümünün adıdır. muğla'da (bkz: alone bar)'da (eski cafe 1882) oldukça sık çalardı ve cafenin bahçesinde bu albümün kapağında bulunan resim çiziliydi yağlı boya şeklinde. ne güzeldi o günler. o günlerden arkadaşlar varsa yeşilimi yakınız.
  • üstteki entry'i okuyunca bu albüme bakış açım bir anda değişti. gerçi sevdiğim bir albümdü ama hikayesini okuyunca ne kadar özel bir albüm olduğunu anladım ve heyecanla bendeki plağında şarkıların hikayesi var mı diye kontrol ettim, maalesef yokmuş.

    albümün hikayesi ise oldukça hüzünlü ve okurken her olayı bir bir gözümde canlandırdım. şimdiyse plağı pikaba taktım ve her bir şarkıyı dinlerken hikayelerini hayal gücümde tekrar canlandıracağım. umarım bir gün filmi de çekilir bu hikayenin.
  • paul galliconun hikayesi sessiz film olarak çekilse, arkada hikayenin anlatıcısı olarak camel ın aynı adlı albümü çalsa tadından yenmez bi şi olur sanki. tim burton tam da bu işin adamı.

    adrese teslim fikir verdim bence
  • senelerdir camel dinlerim, albüme konu olan hikayeyi ilk defa bugün okudum, bu benim ayıbım.

    --- spoiler ---

    hikayenin sonunda zaten rhayader'ın ölümü ve kazın gidişi ile üzülmüşken, bir de deniz fenerini yıkan paul gallico, bu da senin ayıbın. cuma gecemi karartmaya ne hakkın var lan :'(

    --- spoiler ---
  • bu albümü düşündüğümde aklıma ilk olarak birkaç sene önce herhangi bir dersin finalinden önce yurdun çalışma odasında sabahlarken mola verip, yangın merdiveninde etrafı izlerken titreye titreye içtiğim sigaraların tadı geliyor.

    odaklanma problemleri yaşayan bir insan olarak, çok ilginçtir ki, ne zaman bu albümü dinlesem sakinleşiyorum ve üst düzey odaklanabiliyorum elimdeki işe. bu etkinin kaçmasından korktuğum için de yalnızca çok sıkışık olduğum zamanlarda, güneşi masa başında doğuracağımdan emin olduğum gecelerde loopa alıp dinliyorum. sevilen şarkıyı alarm müziği yaparak lanetlemek gibi bi şey, sevilen bir albümü kafanda hep stresli zamanlarınla eşleştirmek. yine de teşekkür ederim lan bu albüm için dedeler.
hesabın var mı? giriş yap