• 1950’li yıllar amerika’da “altın yıllar” olarak anılır. ikinci dünya savaşı’ndan zaferle çıkan amerika, avrupa’ya büyük yıkımlar getiren bu savaşı hem kendi topraklarından uzak tutmayı başarmış (pearl harbor saldırısını saymazsak) hem de avrupalı rakiplerinin çöküşünü büyük bir keyifle uzaktan seyretmiştir. savaşın ardından yaşanan yıkımı da kendisi finanse etmeyi başarmıştır. böylelikle avrupa’yı ve bizim gibi diğer üçüncü dünya ülkelerini maddi ve manevi kendisine muhtaç hale getirmiştir. bu ve buna benzer başka sebeplerle amerikalılar, 1950’li yıllarda rahatça uykularına dalıp amerikan rüyalarını güzelce görebilmişlerdir.

    1960’lı yıllar ise bir kâbus gibi amerikalıların üzerine çökecektir. 1963 yılında başkan kennedy suikasta kurban gidecek, amerikan başkanı’nı öldürdüğü için yakalanan katil zanlısı bile canlı yayında halkın gözleri önünde bir başkası tarafından öldürülecektir. yine 60’lı yıllarda amerikan sokakları pek çok halk hareketine sahne olacaktır. siyahiler, kadınlar, hippiler… kendini amerikan rüyasına ait hissetmeyen herkes ayaklanacaktır. malcolm x 1965 yılında, martin luther king ise 1968 yılında amerikan devleti tarafından ortadan kaldırılacaktır. altmışların sonunda vietnam savaşı amerikalılar için içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. art arda gelen asker cenazeleri amerikalılara 60’lı yılları kelimenin tam anlamıyla cehenneme çevirecektir.

    işte bu karışıklığın ortasında vietnam savaşını protesto etmek amacıyla 1968 yılında chicago’da bir gösteri düzenlenir ve gösteri sırasında yaşanan olaylar sonrasında açılan meşhur “şikago yedilisi” davası ile karşı karşıya bırakılırız.

    filmin yönetmeni sorkin, filmin senaryosunu normalde 2007 yılında filmi çekmesi için steven spielberg’e teslim etmiş. ancak, 2007 yılında yaşanan “amerikalı senaryocular grevi” ve uygulanan bütçe kısıtlamalarından ötürü proje ertelenmek zorunda kalmış. bu süreçte, komedyen ben stiller de dâhil olmak üzere paul greengrass gibi birkaç yönetmenin ismi film için düşünülse de film, nihayetinde filmin senaryo yazarı aaron sorkin’e kalmış.

    peki izlediğimiz film, filmin başından geçen bu uzun yolculuğa değiyor mu? kesinlikle değiyor. zaten ortada sorkin gibi hollywood’un görüp görebileceği en büyük kalemlerinden biri var. kendisi, a few good men (1992), the social network (2010), moneyball (2011) ve steve jobs (2015) gibi muazzam filmlerin ve the west wing (1999–2006) gibi harikulade bir politik drama dizisinin kalem oynatıcısı. tüm bu yapımların su gibi akan o muhteşem diyaloglarını yazan kişi…

    bu film için de yine harika diyaloglar yazılmış. zaten filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. karakterlerini bu denli geveze yazıp; buna rağmen izleyiciyi sıkmamayı başarabilmek takdir edilesi bir yetenek gerçekten. özellikle filmin bir açılışı vardı ki uzun zamandır gördüğüm en iyi kurguya ve diyaloglara sahip açılış sahnelerinden biriydi. bu açılış sahnesiyle, filmin görece kalabalık ve birbirinden başarılı kadrosunu kısa sürede bizlere akıllıca tanıtmayı başarıyorlar. zaten filmde hiçbir oyuncu diğerinin üstüne çıkmaya çalışmamış. herkes elinden gelenin en iyisini ortaya koymuş. sadece sacha baron cohen, canlandırdığı sempatik abbie karakteri ile azıcık öne çıkarken; joseph gordon-levitt ise canlandırdığı savcı rolüyle diğerlerine nazaran bir miktar sönük kalıyor. gordon gerçekten tuhaf bir oyuncu... bazı filmlerinde harika işler çıkarırken; lincoln (2012) ve bu film başta olmak üzere bazı filmlerinde de affedersiniz tam bir odun gibi oynuyor.

    bu arada filmi izlerken acaba spielberg ya da greengrass yönetse nasıl bir film izlerdim diye düşünmeden de edemedim. çünkü sorkin’in yönetiminin filmi birazcık yumuşattığını düşünüyorum. normalde karşımızda inanılmaz sert bir mevzu var. filmin her anında devletin o acımasız ve gaddar yüzünü buram buram hissedebiliyorsunuz. sorkin’in tüm bu vahşeti ve kontrolsüzlüğü resmediş tarzı ise sanki biraz yavan kalmış. mesela greengrass kamera arkasında olsaydı göstericiler ile polislerin karşı karşıya geldiği sahneleri muhtemelen daha bir heyecan ve gerçekçilik ile izlerdik. kendisi, kamera kullanma konusundaki rüşdünü bloody sunday (2002), the bourne ultimatum (2007) ve united 93 (2006) gibi muazzam filmlerde ispat etmişti.

    1960’lar amerikası’nı merak ediyorsanız bu filmi izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. hatta zamanınız olursa o dönemi daha önce gösterilmemiş bir titizlikle anlatmış olan mad men (2007-2015) drama dizisine de bir göz atabilirsiniz.
  • --- spoiler ---

    abbie hoffman ın parkta tanıştığı her kişinin gizli polis çıkıp mahkemede ifade vermesi üzerine,

    -meğerse biz 7 kişi on bin polise liderlik ederek demokrat parti kongresini protesto etmeye gitmişiz.

    önce güldüm sonra üzüldüm.
    --- spoiler ---
  • tek bir dakika sıkılmadan izleten, güzel konu ve iyi kurguya sahip film.
    filmin sonunda bu yedili + bobby'e neler oldu daha detaylı görmek isterdim. o yüzden biraz baktım kim sonrasında neler yapmış, enteresan hikayeler var zira.

    abbie hoffman (sacha baron cohen): dava öncesi yaşamıyla en uyumlu şekilde yaşayan, kendini bozmayan tek kişi diyebiliriz. dava sonrası da birçok protesto vb. işlere odaklanmış. wall street'te bir binanın üzerinde gerçek ve sahte dolarları boca etmek gibi işlere imza atmış. "steal this book" diye çok satan bir kitap yazdıktan sonra, kokain satmaktan suçlanıp kaçak şekilde uzun süre geçirmiş. bu süre zarfında plastik cerrahi operasyon ile yüzünü değiştirip ismini de "barry freed" olarak değiştirmiş. 80'lerde yine protest şekilde takılsa da, dönemin gençliğinin apolitik olması, kendisinin bipolar bozukluk'tan muzdarip olması vb. sebeplerle 1986'da intihar etmiş. öldüğünde fbi'ın kendisi ile ilgili hazırladığı dosya 13000 sayfadan uzun imiş. rip.

    tom hayden: filmdeki totoş yargıcın da öngördüğü şekilde abd politik sisteminin bir parçası olmuş 80'lerde. önemli yerlere gelmiş. ama öncesinde vietnam ve kamboçya'ya ziyaretler yapmış. magazinsel: dönemin starlarından jane fonda ile evlenmiş. 2016'da ölene kadar demokrat partide siyaset yapmış. böylesine sosyalist bir adamın bernie sanders yerine hillary clinton'ı desteklemesi de garip.

    jerry rubin: abbie hoffman'ın yippie kankası tamamen geçmişinden uzaklaşmış diyebiliriz. aslında hakkını yemeyelim, popülerliğin getirdiği rüzgarla bir süre daha protestolara devam etmiş. ama 1980'lere gelindiğinde, 180 derece değişerek wall street'te trader'lığa soyunmuş. buna sebep olarak da "asıl değişimin zengin olarak sağlanabileceği"ni savunmuş. hatta abbie hoffman ile "yippie versus yuppie" diye de bir münazara serisi yapmışlar. 1994'te trafik kazasında ölmüş filmde yazıldığı gibi.

    julius hoffman (yargıç): çok dikkat çekici bir şey yok. güvenilmez, yatkin olmayan bir yargıç olduğu herkes tarafından kabul edilse de kariyerinde bir gerileme olmamış, bilakis yükselmiş. 88 yaşında ölmüş.

    william kunstler (avukat): ünü inanılmaz artmış beklendiği üzere. dava sonrası birçok kritik/tartışmalı konuda yer almaya devam etmiş. 1993'te dünya ticaret merkezi'ne saldırı bombalamaktan yargılanan ve müebbet hapis cezası alan omar abdel-rahman'ı savunmuş. ayrıca birçok mafya baronunun da avukatlığını yapmış.

    diğer karakterlerde çok da enteresan bir şey yok filmin sonunda söylenenler dışında.
  • bana göre dünya sinema tarihinin en komik diyaloglarından birini barındıran şaheserdir.

    --- spoiler ---

    mahkeme yargıcı jüriye, soyadı benzerliği olan sanık abbie hoffman'la bir akrabalığının bulunmadığını söyler. ( yargıcın adı da julius hoffman'dır.)

    yargıç: - and the record should reflect that defendent hoffman and i are not related.

    abbie hoffman :- father, no !

    --- spoiler ---
  • bu dönemde çölde vaha gibi kalmış müthiş film. aaron sorkin'in ilk yönetmenlik denemesi olan molly's game'e de bayılmıştım ama bu baya iddialı bir film olmuş. senenin en iyi kadrosu toplanmış zaten, filmin her köşesinden tanıdık bildik oyuncu çıkıyor. mahkeme sahneleri ve protestoların yaşandığı 68 yazı arasındaki sahne geçişleri ve kurgu da gayet sürükleyiciydi ve iyi bağlanmıştı.

    tarihi bir olayı anlatsa da zamanın ruhuna çok uygun bir film. black lives matter protestoları ve seçimlerin arasında vizyona girdiği için de zamanlaması çok iyi. bu faktörden dolayı bile giderek politikleşen ödül törenlerinde parlayacağı kesin.

    buraya not düşmüş olalım; jeremy strong 3-5 seneye en iyi yardımcı erkek oyuncu oscarını alır. succession'da zaten yardırıyor da rol aldığı yapımlarda sahnedeki herkesten rol çalıyor çok klas oyuncu.
  • 2006 senesinde steven spielberg 1968 demokratik kongresi isyanları ve ardından gelen davalar hakkında bir film yapmak istediğini söylemiş ve aaron sorkin bunun için bir senaryo yazmış. yani 14 sene öncesinde aslında senaristin gene aaron sorkin olduğu filmi steven spielberg'ün yönetmesi için hazırlanılıyormuş ancak bütçe kaygılarından dolayı 2007 senesinde bu proje havada kalmış.

    2018 senesine gelindiğinde ise paramount pictures projeyi canlandırmış ve yönetmen olarak aaron sorkin'i seçmiş. sonrasında bildiğiniz gibi netflix'e satılmış.

    abbie hoffman rolü için sacha baron cohen 13 sene öncesinde seçilmiş.

    caitlin fitzgerald'ın canlandırdığı jerry rubin'i etkilemesi için fbi tarafından gönderilen agent daphne fitzgerald karakteri de film için oluşturulan aslında olmayan bir karaktermiş. ayrıca, bobby seale, gerçekte 3 gün boyunca bağlanmış ve ağzı tıkanmış.

    çok iyi bir film, her kesime izlemesini tavsiye ederim. özellikle gerçek olaylardan esinlenerek oluşturulan filmleri sevenler için.
    edit: yazıya geçirirken bir yanlışlık yapmışım. steven spielberg yerine david fincher yazmışım.
  • "politik dava vardır"

    steven spielberg, 2006'da başarılı senarist aaron sorkin'e, 1968 chicago demokratik kongresi'ndeki isyanlar ve ardından gelen duruşma hakkında bir film yapmak istediğini söyleyerek senaryoyu onun yazmasını teklif eder.ancak senaristimiz sorkin'in, spielberg'ün neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikri yoktur.öyle ki sorkin,steven spielberg'den duyana dek geçmişte böyle bir şeyin yaşanmış olduğundan habersiz olduğunu söylüyor,hemen araştırmaya koyulmuş ve bir yıl sonra da senaryoyu tamamlayıp spielberg'e sunmuş.

    steven spielberg'ün bu based on a true story için neden sorkin'i seçtiğini tahmin etmek zor değil,çünkü senaristin sinemadaki ilk işi kendi tiyatro oyunundan uyarladığı 1992 yapımı rob reiner filmi a few good men idi.o da bir mahkeme dramasıydı malum.

    ancak spielberg önündeki projelerin yoğunluğundan uzun süre bunu ertelemeyi seçiyor ve ardından da bu yapımın yönetmenliğinden çekilmek zorunda kalıyor.çok geçmeden yeni bir yönetmen arayışına giriliyor, paul greengrass ve ben stiller'ın adları geçiyor önce ve en nihayetinde spielberg, sorkin'e 'belki de bunu sen yönetmelisin' diyor.

    "eğer steven spielberg sizden bir filmi yönetmenizi istiyorsa,onu reddedemezsiniz,"diyor sorkin espirili bir şekilde.

    ama senaryo yazarlığından gelme aaron sorkin'in henüz bir yönetmenlik tecrübesi yok,2017'de vizyona giren molly's game filmini yönetiyor bu yüzden önce.

    ve sonunda bu proje hayata geçiyor.araya giren pandemi nedeniyle paramount pictures filmin dağıtım haklarını 56 milyon dolara netflix'e sattı.kısa bir süre önce kendi evinde sinema salonlarında sınırlı da olsa görücüye çıkan film 16 ekim 2020 itibarıyla netflix üzerinden tüm dünya'da izlenebiliyor.

    the trial of the chicago 7 kesinlikle bu yılın en iyi oyuncu topluluğuna sahip filmi,bu su götürmez bir gerçek.kadro harika.ve inanın kimse kimseden rol çalmadığı gibi çok iyi oynuyor.

    özellikle peşin hükümlü,savunma tarafına kan kusturan hakim rolüyle frank langella olağanüstü,filmi izlerken ondan nefret ediyorsunuz.ve açıkça teninin renginden dolayı ayrımcılığa uğrayan ve davaya zorla iliştirilmeye çalışılan,bobby seale olarak izlediğimiz yahya abdul-mateen ii yine çok etkili.

    mark rylance-spielberg'den ötürü bu projededir,bridge of spies filmiyle bu harika ingiliz oyuncuyu geniş kitlelere duyurduğu için sinemaseverler spielberg'e minnet duymalı,ikili ardından iki filmle daha (the bfg, ready player one) birlikte çalıştı,bir başka yönetmen christopher nolan da bridge of spies filminde rylance'ı çok beğendiğinden dunkirk projesi için onu istedi-izleyicinin hemen özdeşlik kurduğu savunma avukatı rolüyle kendini ilgiyle izletiyor.

    sacha baron cohen filmin mizahi gücü olarak dikkat çekici ve akılda kalıcı.tam da son zamanlarda oscar'ın yaramadığı oyunculardan diye düşündüğümüz eddie redmayne nihayet uzun süredir bu filmle toparlıyor.genç savcı rolündeki joseph gordon-levitt kendini oynuyor gibi duruyor belki.

    elbette bu film izleyicinin bir kısmı için sıkıcı,sırf konuşma diye bayıcı bulunacaktır.ancak mahkeme dramalarına bayılıyorsanız, hukuk/adalet, politika, tüm dünyada cereyan eden 68 olayları ilginizi çekiyorsa eğer, işte bu tam aradığınız film.

    hatta abd'deki son siyahi hareketleri,polis şiddeti nedeniyle bu yılın en önemli,en güçlü filmi.geçmişten günümüze değişen çok fazla birşey olmadığını gösteriyor.dahası inanın bu film bize yabancı değil hem de hiç değil.zaten izlerken çok sık tekrarlayacağınız aynen bizdeki falanca filanca dava gibi,aynısı diye söylendiğiniz oluyor.

    görüntü kurgusunun iyi kotarıldığını da söylemem gerekir.paralel kurgu,geçmiş ile şimdiyi-ki bu filmde şimdiden kasıt duruşma anı/zamanları oluyor- dinamik olarak bağlıyor.

    çok iyi yazılmış,iyi oynanmış bir senaryo ancak eylemler ve güvenlik güçleriyle yaşanan arbede sahnelerinde sorkin'in yönetmen olarak yetersiz kaldığı da inkar edilemez.

    ister istemez spielberg'ün özellikle tam da bu kaos ortamını yansıtmada ne kadar görkemli,büyük ve çarpıcı olabileceğini düşünerek (epik mahkeme draması olan amistad filmi ile bridge of spies ilk yarısı itibarıyla spielberg'ün bir diğer mahkeme draması filmi sayılır) hayıflandım ya da paul greengrass'ın hareketli/aktüel,el-omuz kamerasıyla ne kadar etkili olabileceğini düşündüm.merak edenler greengrass'ın bloody sunday filmine bakabilir,neden bahsettiğimi anlayacak ve hak vereceklerdir.

    yine de son tahlilde sorkin'in yönetmen olarak zorlandığı belli olsa dahi senaryosu, kurgusu ve oyunculuklarıyla fazla dert edemiyorsunuz bunu.sinematografi ve kostüm tasarımının da 60'ların sonunu yansıtmakta ne kadar yeterli olduğu tartışmaya açık tabii.soundtrack cılız.

    film özellikle de son dakikalarında eksiklerini bertaraf etmiş oluyor.

    oscarlar'da en iyi film, kurgu, özgün senaryo, yardımcı erkek oyuncu(lar)-bu dalda birden fazla adaylık da gelebilir; sacha baron cohen, yahya abdul, frank langella- adayı olacaktır,ilaveten belki yapım tasarımı. kazanıp kazanamaması ayrı bir tartışma konusu.asıl akademi ödüllerinde yönetmen dalında bir adaylık öngörmüyorum ben, yanılıp yanılmadığımı zaman gösterecek.nomadland ve mank filmlerini görmeden çok fazla konuşmamak belki de en iyisi.

    3.5/4 (çok beğendim, çok iyi)

    edit: imla
    edit 2: tekrar görüldü, yine çok sevildi...
  • gerçek hayattaki olaylarla ilgili filmler hollywood sinemasının bir rutinidir. ancak dramatik hikaye anlatımı ve tarihsel doğruluk her zaman iç içe değildir. buna rağmen yönetmen ve yapımcılar sık sık filmin gerçeğe çok yakın bir uyarlama olduğunu ifade ederler. film hakkında okuduklarıma göre the trial of the chicago 7'de, sorkin filmin bir “fotoğraf” yerine bir “resim” olduğunu açıklayarak, tam olarak gerçek tarihe bağlı kalma iddiasında olmadığını ifade etmiş. yani gerçekte ne olduğuna dair izlenimci bir keşif tutumuyla yönetmiş filmi. bu muazzam esere dair öğrendiğim ve dikkatimi çeken çok şey var… nereden başlasam bilmiyorum. sanırım evvela spoiler uyarımı yapsam iyi olacak.

    --- spoiler ---

    olaylar 1968’de savaş karşıtı birkaç aktivistin üniversite öğrencilerini vietnam şavaşı karşıtı gösteriler yapma noktasında örgütlemeleri ile başlıyor. bu gençler “savaşa hayır” cümlesinde birleşiyorlar fakat esasında sol hareketin farklı hiziplerini temsil ediyorlar. dolayısıyla birbirlerinden farklı tarzları, stratejileri ve siyasi gündemleri var. örneğin; abbie hoffman ve jerry rubin uluslararası gençlik partisi'nin nam-ı diğer “yippies”lerin karşı kültür aktivistleri. tom hayden ve davis sistemi değiştirmeye ve savaşı sona erdirmeye kararlı 150 kuruluştan oluşan bir kampüs koalisyonuna liderlik ediyor. esasen bir izci lideri olan david dellinger ise bir pasifist ve vietnam'daki savaşı bitirmek için mobilizasyon komitesi'nin organizatörlüğünü yapıyor. chicago gösterilerinin planlanmasında yalnızca çevresel olarak yer alan ve savunma masasında oturan profesörler john froines ve lee weiner ise bu davanın varlığını akademi ödüllerine benzetiyor ve aday gösterilmenin bile kıvanç kaynağı olduğunu söylüyorlar. film bittiğinde aklımda kalan en dramatik replik buydu. ve bu replik sorkin’in çizdiği resme ait kurgusal bir detay değil, gerçekten de zamanında söz konusu kişiler tarafından mahkeme salonunda söylenmiş cümleler. sanırım savaş karşıtı çalışmalar yapmaları konusunda diğer akademisyenleri de teşvik etmeyi hedeflediler.

    sorkin çekimler esnasında filmin biyografi olmadığının, tarihsel gerçeklikten ziyade kahramanların insan olarak kim olduğunu açığa çıkarmayı planladığının altını çiziyor. bu yüzden filme kişilerin yaptıkları ve yapmadıkları ile ilgili içsel motivasyonlarını anlayabileceğimiz birçok ayrıntı serpiştiriyor. örneğin; hayden ve hoffman (abbie hoffman) arasındaki elle tutulur gerilim ve yaklaşım farklılıkları neredeyse hikayeyi yönlendiren temel şey oluyor. hayden mahkemeye tıraşlı gelen, yargıç salona girdiğinde ve salondan çıkarken ayağa kalkmayı ihmal etmeyen temiz bir aktivist imajı çiziyor. adeta sistem içinde kalarak sistem eleştirisi yapıyor. fakat hoffman mağrur ve asi şekilde sistemi eleştirirken onunla eğleniyor da. mahkeme salonunda art arda espri yapabiliyor örneğin. yine de hoffman’ın da tam olarak anarşist olduğunu söylemek doğru olmaz. bayrağa ve marşa saygı duyması otorite olarak kabul ettiği şeyler olduğu anlamını çıkarmamız için yeterli.

    filmde yobazlığın düşünce sistemi ile alakalı olduğunu gözler önüne seren önemli bir ayrıntı daha bulunuyor. kanlı biten protesto sırasında amerikan bayrağını taşıyan kadına yapılan linç işte bu ayrıntının ta kendisi. ne yazık ki sistem insanların siyah ya da beyaz olmasını istiyor çünkü ideolojik anlamda homojen grupları yönetmek çok daha kolay. devrimcinin milliyetçi olması beklenmiyor, muhafazakar birinin anarşist olmasının beklenmediği gibi. bu yüzden gri olmak kadar, gri kalmak da zor. çünkü griysen hem beyazlar içinde, hem de siyahlar içinde dışlanırsın. deyim yerindeyse ortanın ya sağına ya soluna itilmeye çalışılırsın. aslında hayden’in çevresi tarafından sık sık eleştirilmesi de bu sebepten, “tek bir şey” olmayı kabul etmemesinden.

    60’ların sonundaki kültürel ve politik çatışmalar hem dönemi hem de nixoncu dünya görüşünü yansıtıyor. biz de film boyunca savaş karşıtı aktivistleri korkutmayı amaçlayan ilk federal duruşma sürecini izleyerek o dünya görüşünün soğukluğuna ve adaletsizliğine tanık oluyoruz. güdümlenmiş, kurulmuş, doldurulmuş, taraflı yargıcı izlerken ister istemez mahkeme salonundakilerden biri oluyoruz. yargı bağımsızlığının önemini zihnimizde kalbimizde şüpheye yer bırakmayacak ölçüde iyi bilmemize rağmen bir kez daha anlıyoruz. fakat yargı bağımsızlığı ile hemen hemen aynı ölçüde öneme sahip olduğunu düşündüğüm bir başka şeye değinmek istiyorum; sağduyuya. yani yargıç hoffman’ın zerrece sahip olmadığını düşündüm şeye. açıkçası kendisini izlerken dehşete kapıldım. ne yazık ki sadece sanıklara ve sanıkların avukatına karşı gösterdiği düşmanca tutum için değil, ülkesinde olup bitenlere karşı bu kadar sağır olduğu için. bir yargıç düşünün, 60’lar amerika’sında mahkeme salonun ortasına bir siyahiyi zincirlemesinin neyi sembolize edeceği ile ilgili bu kadar öngörüsüz ve idraksiz. gerçekten akıl alır şey değil. bu arada bu dava seale’in yargılama süresi sona erene kadar chikago 8 davası olarak anılmış.

    filmde sorkin’in faturayı birkaç yozlaşmış devlet adamına kesmesine, sorunu bağlamından uzaklaştırmasına, bütünü değil parçaları suçlamasına tanık olsak bile düşüncelerin suçlanamayacağını, düşünceleri suçlayan kimselerin nasıl göründüğünü çok iyi veriyor izleyiciye. bu açıdan oldukça derin mesajlar barındırdığını söylemek mümkün. şiddetle tavsiye ederim.

    --- spoiler ---
  • emperyalizmin psikolojik savaş aygıtlarından biri olan netflix'te yayınlanan ve bahse geçen platformun anti-komünist gerici çizgisini zorlayan bir yapım. yine de yüzeysel ve sistemi eleştiren yanları budanmış... (uncut versiyonunu seyretmek isterdim).

    öncelikle, chicago seven kimlerden oluşuyordu, hangi fikirleri temsil ediyorlardı ve neden dolayı yargılanıyorlardı iyi bilmek gerekiyor.

    https://en.wikipedia.org/wiki/chicago_seven

    https://en.wikipedia.org/…he_trial_of_the_chicago_7

    https://www.youtube.com/watch?v=i6vuwpeg7su

    https://www.youtube.com/watch?v=ardkcn0atfm

    bu arada, abbie hoffman'ın parlak zekasını da es geçmemek lazım:

    https://www.youtube.com/watch?v=h4ljksmvfpo

    https://www.youtube.com/watch?v=nlrbcxuaohw

    https://www.youtube.com/watch?v=c-c2rzbqxtu

    davaya konu olan ayaklanma:

    https://www.youtube.com/watch?v=tv0ri-5ycbu

    filmin en iyi yanı, her ne kadar dava edilen yedi kişinin siyasi kimlikleri flulaştırılasa da, kapitalist bir sistemde hukukun egemenler lehine işleyeceğini, söz konusu sürecin aslında "politik bir dava" olduğu vurgusunu yapmasıydı.

    amerikan sistemine yönelik bu kısıtlı eleştiri bile, mevcut çürümeyi ve "sessizliği" düşünecek olursanız, insana değişik geliyor. filmin son sahnesi de güzel ve anlamlıydı.

    yeniden seyredilebilir...

    bu arada, yeri gelmişken, o dönem amerikan derin devleti tarafından katledilen kara panterler'den fred hampton yoldaşımızı bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum burada.
  • netflix'in kaliteli işleri arasında ilk 10a adını yazdırmış filmdir. ayrıca oradaki hakimi gözüm nedense bir ülkeden ısırıyor ama hangisi söyleyemem.
hesabın var mı? giriş yap