• "distimi"dir.
  • şimdilik bir iki cümle yazıp, sabaha doğru analı bacılı bir entry ile geri dönmek üzere diyor ve başlıyorum:

    tıp fakültesi ile diğer tüm mesleki eğitim veren kurumları karşılaştırma konusundaki en temel hata; tıp fakültesinin, sadece formaliteden dolayı bir üniversite bünyesinde ve fakülte adı altında işlerlik kazanmış olduğu gerçeğini gözardı etmektir.

    tıp fakültesi, sadece formalitede "okul" olmaktadır. tıp fakültesi okul değildir evladım. tıp fakültesi, mühendislik fakültesi ile karşılaştırılmaz. mühendislik fakültesi dediğin şey, senin mühendis olabilmen için ön bilgiyi veren, nosyonu kafana sokan, terimlere aşinalığını sağlayan bir yerdir. her dönemin yeni dersleri başlarken, daha ilk dersten tüm hocalar şunu söyler: "arkadaşlar bu konuda eğitim veriyoruz ancak bu anlattıklarımız, topu topu 14 hafta, haftada 2 veya 3 saat derse girmekle öğrenilecek şeyler değildir. üzerinde ciddi bir deneyim ve şahsi çabayı gerektirir. biz bunları anlatıyoruz, ancak siz bu konuda kendinizi geliştirmekten sorumlusunuz. sınavlarda ise sadece anlattıklarımızdan sorumlu tutulacaksınız". bunu söylemeyen, bu şekilde ders işlemeyen bir kaç fakülte var (ki bunlardan birisi mimarlıktır mesela), onların da total yükü, deve ve eşek yükleri karşılaştırmasında şeklen görülebilecek.

    tıp fakültesinde ise, dönem veya sene olması fark etmez, ders başlar, ders bittiğinde, o konuda anlatılan veya anlatılmayan her şeyden sorumlu olacağınız söylenir size. çünkü "ben bu hastalığın eğitimini almadım, tedavi edemem" deme lüksünüz olmayacak, hani kaba tabirle "sike sike tedavi etmek zorunda olacaksınızdır". lüks demiştim bakın yine lüksten bahsedeyim. herhangi bir başka fakültenin herhangi başka bir bölümünde; sınavda hocanızın bahsetmediği bir konudan soru çıkarsa, birkaç istisnayı saymazsak, soruya itiraz eder, sorumluluk sınırlarınızı kapalı tutabilirsiniz. oysa ki tıp fakültesi denen kurumda, sınava girdiğinizde, sınavın sadece formalitedeki adı "çocuk hastalıkları" olur mesela, çocuk hastalıkları sorulurken, kadın doğum da konu kapsamındadır, kalp damar hastalıkları da, psikiyatri de. diğerlerini bilmiyorsanız, hani yine kaba tabirle "siki tuttuğunuzun resmidir".

    ve en baştan söylediklerime yine dönüyorum, zira kısa keseceğim, uzun olanı daha sonra sokacağım için, tıp fakültesi denen bu kurum; çıraklık eğitim merkezidir. sadece formaliteden bir müfredatı vardır, aslında sizden her şeyi bilmeniz beklenir, hatta beklenmenin de ötesinde "her şeyi bildiğiniz var sayılır ve ona göre ölçme değerlendirme uygulanır".

    ilaveten:
    diyeceksiniz ki, sen nasıl oluyor da bu türden bir karşılaştırma yapabiliyorsun? ülkenin hatırı sayılır bir tıp fakültesini 5. sınıfın sonunda terk edip, yine hatırı sayılır bir başka üniversitesinde bilgisayar mühendisliği eğitimi almakta olduğumdan, karşılaştırma yapma hakkını ve yeterliliğini görebiliyorum kendimde. en azından sikimsonik kilometre uzak olduğu konulara, içine girmeden uzaktan yorum yapan mankafalarla bir olmayacağıma inanıyorum. darısı inanmayanların başına.
  • yaklasik 1 saat once hastanenin kapilarindan cikarak oforik bir sekilde terk ettigim kurum. bunu derinden hissettim: artik sefil intern degilim! artik ogrenci degilim! [gerci bilimde ogrencilik hic bitmez. her sey degisir, pek cok sey yenilenir, surekli okumak-arastirmak gerekir. ama lafin gelisi iste, siz anladiniz.]

    tip fakultesi bitti. bitmez saniyordum ama 6 yil gecti iste. onumde birkac ay sonra turkiye'nin dort bir yanina atamamin yapilmasi belirsizligi ve hayallerimi susleyen uzmanlik icin asmam gereken bir tus var. geriye baktigimda ise haftalar onceden calismaya basladigim komiteler, bir turlu anlasilmayan biyokimya dersleri, ne kadar calisirsan calis tamamini asla bilemeyecegin koca bir dahiliye staji, heyecandan tikanip kaldigim sozluler, sakir sakir cevap verdigim ve mutlu oldugum sozluler, sabahin korundeki ameliyatlar, gecenin yarisinda olan dogumlar, 24 saat boyunca 2.5-3 saatlik uyku ile dayanmaya calistigim nobetler, malazgirt meydan muharebesi'nden geri kalmayacak kadar kalabalik olan poliklinikler, suratima soylenen hakaretler, bes para etmez ama her seyi hakki sayan terbiyesizlerden aldigim tehditler, hastayken ve en muhtac haldeyken bir gulumsememle mutlu olan hastalar, hediyeler getiren en olmadi elleriyle sabun bezi oren hasta yakinlari, minnettar kaldigim ve rol modelim olan asistanlar, yaptigi isten cok mutsuz olan ve aslinda hemen istifasini vermesi gereken asistanlar, hastanede asayisten sorumlu olmasi gerekirken hasta yakinlarini doktora karsi kiskirtan guvenlikler, isini asla gerektigi gibi yapmayan personeller, kendi halledebilecegi konularda asla sizi rahatsiz etmeyen hatta yeri gelince arkanizi toplayan harika hemsireler ve hemsirler, ozellikle kadin doktorlari hasetle kiskanan ve onlari manipule etmeye calisan hemsireler ve hemsirler, icip icip sapitan ve acile gelen insanlarla ugrasarak gecirdigim yilbasi nobetim, vizite yetismek icin acele ederken -neredeyse- yaptigim trafik kazalari, poliklinikteki hastalar bitmedigi icin kacirdigim ogle yemekleri ve ac kalmalarim, en son ocak ayinda gittigim memleketim, bayramlarda-tatillerde beraber olamadigim ailem, gelecekte istedigim bransta uzmanlasabilmem icin kazanmam gereken sinav, bu sinav yuzunden bunca nobet yogunlugunda ve yorgunlugunda bir de tus calisma yukumlulugum, gelecege dair cogu an yitirdigim inancim, bir sene boyunca pesimden asla ayrilmayan kotu sansim, karsima cikan her iyi ve kotu insan, pisman oldugum her an, kep toreninde diplomami aldigim anda hissettigim o garip duygu, hastaneye son kez gittigim sabah, hastaneden son kez ciktigim an.. iste bitti.
  • tıp fakültesi üç döneme ayrılır:

    1. ilk üç sınıf
    2. stajyerlik
    3. internlük

    üç dönemin ortak özelliği sabit bir programın olmayışıdır. uzun vadeli planlar yapamazsınız. 2 ay boyunca her sabah 7:00'da okula gelmeniz gerekir, sonraki 2 ay hiç gelmeseniz de olur. büyük ihtimalle üniversiteden üniversiteye farklılıklar vardır ancak benzerliklerin daha fazla olduğunu varsayarak şimdi bu dönemleri biraz ayrıntılı inceleyelim.

    1. ilk üç yıl:

    kıytırık laboratuvar derslerini saymazsak burada tüm olay teorik. herhangi bir başka fakültede olduğu gibi dersinizi dinlersiniz, not tutarsınız (veya tutmazsınız), yumurta kapıya dayanınca ders çalışırsınız, sınavdan sonra "abi bundan sonra günlük ders çalışcam, her derse gircem" diyerek bir sonraki sınav ufukta görünene kadar ders çalışmazsınız.

    ama tıp fakültesini diğerlerinden ayıran özellik kurul (komite) sistemidir. bu sistemde derslerin vizesi, finali olmaz. 2-3 ayda bir o kurulda gördüğünüz tüm dersleri kapsayan tek bir sınav olursunuz. yıl sonunda kurul sınavlarınızın ortalaması alınır. bunun avantajları ve dezavantajları vardır. en büyük avantajı zor olan derslere çalışmayıp, kolay derslere yardırarak sınıf geçmenize olanak sağlamasıdır. en büyük dezavantajı ise dersten kalma gibi bir şansınızın olmamasıdır. kalırsanız, sınıf tekrarı yaparsınız. ayrıntılı bilgi için (bkz: komite sistemi).

    bu dönemde devamsızlık yapmak mümkündür. amfiler kalabalık olduğu için herkes birbirinin yerine imza atar. stajyerliğe ve internlüğe göre çok daha rahattır. saçınıza sakalınıza karışan olmaz. kravat tak diyen olmaz. dersine çalış ve geç. en önemlisi tus'tan henüz haberiniz yoktur. en büyük rahatlık işte budur.

    10 yıldır dudağınızda hissedegeldiğiniz milimetrik tümsekçiğe "amına koyim kesin sarkom bu yaa" dediğiniz, başınız ağrınca "abi kesin temporal arterit var bende" diye korktuğunuz dönem bu dönemdir.

    2. stajyerlik:

    4. ve 5. sınıfları kapsar. 4'te tıbbın dört büyük bölümünü dolaşırsınız. 5'te ise küçük stajlar vardır. artık olay yarı teorik, yarı pratiktir. mesela sabah ders olur, akşam vizit, poliklinik, nöbet vesaire. 4'teki bölümlerin internü de olduğu için stajyeri kimse siklemez, 5. sınıf ise ufak bir internlük provasıdır.

    ileride dr plaka almak için uğraşacak veya arabasının camına hepinizin bildiğinizi düşündüğüm için tarif etmekle uğraşmayacağım ama şu anda fark ettiğim üzere işbu sikimsonik cümleyi yazana kadar rahatlıkla tarif etmiş olabileceğim o amblemi yapıştıracak olan tipler bu dönemde belli olmaya başlar. onları hiç ihtiyaç duymadıkları halde boyunlarında taşıdıkları stetoskoplarından ve sırtlarından çıkarmadıkları beyaz önlüklerinden tanıyabilirsiniz.

    dersler artık 200 kişilik amfilerde değil, daha küçük staj grupları halinde yapılmaktadır. devamsızlık yapmak eskisine oranla daha zordur. 40 kişilik sınıfı saymak kolaydır, hocalar yoklamaya daha fazla önem verir. ayrıca staj grubunuzu kendiniz belirleyemediğiniz için yeni insanlarla tanışmak ve dahası bu insanlarla birlikte çalışmak, gece aynı odada uyumak zorunda kalırsınız. aşk, meşk, türlü entrika dönmeye başlamıştır. "sen az kan aldın, ben çok şeker baktım" kavgaları yavaştan başlar. ama bütün bunlar inernlükte doruğa ulaşacaktır.

    girdiğiniz ilk ameliyat, tuttuğunuz ilk nöbet, aldığınız ilk anamnez, yaptığınız ilk fizik muayene, sunduğunuz ilk hasta, altını kaşeleyemeseniz dahi yazdığınız ilk reçete... hepsi bu dönemdedir. bu işler henüz angarya halini almamıştır. sizden sonra her şeyi kontrol eden birileri vardır. hiçbir sorumluluğunuz yoktur. çok güzel anılar birikmeye başlar. daha önemlisi ileride nasıl bir doktor olacağınız şekillenmeye başlar. kimisi doğuştan yeteneklidir. serviste "hocam ne zaman çıkcaz biz" diyen hasta yakınına elindeki kağıda bakarak "hmm hemoglobin yükselmiş, biraz daha takip edelim" diyerek öğrenci olduğunu hiç çaktırmaz. benim gibi kimisi ise zar zor kan alabildiği hastaya "iyice bastırın, bak bastırmazsanız morarır" deyip ertesi gün aynı hastadan tekrar kan alması gerektiğinde hastanın mosmor koluyla karşılaşır. "sen git, bilen gelsin" diyen hastaya "ama canım siz de bastırmamışsınız ki hiç aa" demenin faydası yoktur. asistana "abi ben o hastadan kan alamadım" demenin de faydası yoktur. çünkü cevabın "bi daha dene" olduğu tecrübeyle sabittir. o anda ne kadar boktan gelirse gelsin, bu acemilik günleri aslında güzeldir.

    sınavlar ise stajın sonunda sözlü olarak yapılır. sözlü sınav sistemi adaletsizdir. kimisi kolay hocaya girer, kimisi zor hocaya. giyiminizden tutun, hocanın o günkü ruh haline kadar pek çok şey sınavın gidişatını etkiler. yine de ne olursa olsun çalışıp da kalma ihtimaliniz düşüktür. çalışmadan geçme ihtimaliniz ise her zaman vardır. kural aynıdır: dersine çalış ve geç.

    stajyer işini yapar ve gider. asistanlarla, hastalarla fazla içli dışlı olmaz. eskisi kadar olmasa da hayat hala rahattır. bu rahatlığı bozan şey tus'un akıllara girmeye başlamasıdır. özellikle 5. sınıf insanların tus'a çalışmaya başladıkları yıldır.

    3. internlük:

    tıp fakültesinde ne zaman yeni bir döneme başlayacak olsanız, o dönemin ne kadar zor olduğunu anlatan birileri olur. ama başladıktan sonra görürsünüz ki her şey anlatıldığından daha kolaymış. bütün bu "tıp çok zor yea anam bellendi" geyiğinin kaynağı budur. insanlar yaptıkları işin zor olduğunu düşünmeyi severler. internlük ise bu kuralın bozulduğu tek dönemdir. çünkü gerçekten zordur. olay tamamen amelelikten ibarettir. iki sene önce inşaat izler gibi izlediğiniz ameliyatta artık saatlerce ekartör tutmak gibi bir göreviniz vardır. nöbetler akşam 11 ve sabah 6 şekerlerine bakmaktan öteye geçmiştir. sabahın 3'ünde odaya telefon gelir: "acilden hasta gelecek, anamnezini alalım, fizik muayenesini yapalım, kanlarını yollayalım" çat! telefon kapanır. sevigili asistanımız götünü kaldırmamayı tercih etmiştir. işiniz bitip de küfrede küfrede yatağınıza dönerken bir saat sonra sabah kanları için uyanmanız gerektiğini düşünürsünüz.

    daha da kötüsü artık herkesin aklında tus vardır. her köşede ders çalışmaya uğraşan zavallılar... "abi bilmem nerde cerrahide nöbet bile tutmuyomuş internler" geyiklerine kulak tıkayıp ders çalışmak gerekir. intern odalarının değişmez manzarası, içinde yemek artıkları ile sönmüş izmaritler olan plastik tabak ve hemen yanında çıkmış tus soruları kitabıdır.

    tabi ders çalışabilmek için işten kaytaran orospu çocuğu arkadaşlar da bahsedilmeyi hak etmişlerdir.

    bütün bunlara katlanılır ancak internlüğü anlatıldığı kadar boktan yapan şey ezikliğidir. hocalar zaten ezer. asistanlar da daha iki sene önce aynı pozisyonda olduklarını hatırlamazmış gibi ezer. en kötüsü hemşireler ve hastane personelinin tavrıdır. sizi her zaman "geçici eleman" olarak görürler. daha yeni çalışmaya başladığınız yoğun bakımda enjektörlerin yerini sorduğunuzda "deskin oradaki çekmecede" demek yerine "zaten bi sürü işim var bi de senle mi uğraşcam" benzeri cavaplar verirler. asistanın "şu kanları biyokimyaya götürür müsün" ricasına utanmadan "intern götürsün" diyen personele mi (eski adıyla hademe), yoksa cidden size dönüp "iyi hadi sen götürüver yea" diyen asistana mı söveceğiniz size kalmıştır. böyle pozisyonlarda "o buraya bi şeyler öğrenmeye geliyo, getir götür işi yapmaya değil" diyen baba asistanlar da mevcuttur ve örnek alınasıdır.

    bu dönem kesintisiz 12 ay sürer ve gerçekten yorucudur. isteyen çok şey öğrenebilir. ömür boyu unutulmayacak bir sürü anı birikir. öyle ya da böyle biter ve bittiğinde geri dönüş yoktur. tek başınıza kalırsınız. artık sorumluluklar artmıştır. o boşluk hissi tarif edilemez.

    ne derlerse desinler tıp fakültesi anlatıldığı kadar zor değildir. başka bölümlere de benzemez.
    ayrıca ülkemizde tıp eğitimi bok gibidir. sağlık sistemi ise daha da bok gibidir.
  • 6 yıl boyunca bir sürü hastalığa tanı koymayı öğretti bu fakülte bana. bir çoğunu da tedavi etmeyi.
    en basit soğuk algınlığından milyonda bir görülen sendromlara kadar.
    ama eğitimimin sonuna yaklaştığım şu günlerde kafamı fena halde kurcalayan birşey var. bize birkaç şeyin tedavisini öğretmedi bizim hocalar.
    yazdığım reçeteyi almaya parası yetmeyen bir hastayla karşılaştığım zaman ne yapacağımı bilmiyorum hala.
    ya da hastaneye yatması gereken oğlu için oda parası bulamayan bir babayla karşılaştığımda ne yapacağım öğretilmedi bana.
    fakirliğin, garibanlığın,çaresizliğin tedavisini öğretmedi bizim hocalar.
    günde 3 kez tok karna umursamazlıktır belki tedavisi bunların. mutsuz olmamak için insanlığından ödün vereceksen fena bir yol da sayılmaz hani.
    dünyanın heryerinde hasta olmak zordur heralde ama bu güzel ülkede doktor olmak da zormuş. ben bugün bunu anladım.
  • insanlar size gelip, yaptığınız işin kutsal olmadığını söyleyecek.. 'nabalım kendiniz seçtiğiniz alla alla ben mi zorladım' diyecekler zorluğundan yakındığınızda.. sizinle, içten içe hep bi kompleks yarışına girecekler.. onlar da isteseydim tıbba girerlerdi canım hem! sizi bokla sidikle uğraşmakla bile itham edecekler çok egolarını incittiğinizde.. bazen bişi yapmadan siz, size hırslanıp okulunuzu bölümünüzü kötüleyecekler.. başlarda hepsiyle tartışacaksınız.. sonra dahiliye gelecek, cerrahi gidecek.. okulun sonuna geleceksiniz.. cebinizde asistoliye karşı atropin iğneleriyle gezerken, düşüneceksiniz.. neler neler yaşadınız şu okulda be..

    ne acılar, ne ağrılar, ne ameliyatlar.. sizi kimse anlamayacak.. kimse, yaptığınız işin farklılığını kabul etmeyecek.. edenler de, 'iyi taam insan hayatı da püf kime bu havan amk' diye güya sizin hakkınızı sezara verecek..

    fakat bitecek bu fakülte.. gün gelecek, arkadaşın meslektaşın olacak.. derslerde slaytlarda görmeye alıştığın o hipokratın heybetli ve gözleri çıkmış heykeli üstüne yemin edeceksin.. ilk defa birileri sana doktor hanım/bey diyecek.. zamanın olmayacak, nöbetler bitmeyecek.. hastalar ölecek..

    an gelicek, insanlar gözünde et parçaları olacak.. ellerin hematom palpe etmekten gerçek etin sıcaklığını unutacak.. stetini takıp kendi kalbinin sesiyle uyuyacaksın kimse bilmeyecek.. komite önceleri giydiğin şıkıdım ayakkabılar ayaklarına vuracak.. bağladığın kravat nefes almanı zorlaştıracak..

    senin adın artık çok mühim olmayacak.. senden sırf tıpçısın diye tiksinenler bile, seni doktor olarak anacak.. hastaları tedavi edeceksin kitaplarda yazan hastalıkları değil.. 70/60 tansiyon göreceksin, hb'nin 3 olup da hastanın nası ayakta durduğuna hayret edeceksin.. inme merkezinde bi insanın ne kadar ağır olabileceğini göreceksin.. insanlar ağzndan çıkan lafları kanun sayacak..

    öyle bi meslek yapacaksın ki sevgili tıp fakültesi öğrencisi senin karakterin olacak.. elinde eğil, o latince terimleri kullanacaksın.. elinde değil, herkesi tıp eğitimiyle değerlendireceksin.. en basitinden bi aile hekimi olsan bile, yazdığın bi basit şeker ilacı bile o adamı öldürebilir bunu göreceksin..

    bi bitsin dediğin senelere dönüp bakacaksın sonra.. anatomi binasından geçerken, ilk önlük giyişini hatırlayıp ağlayacaksın.. karşında dal taşak yattığın, ağlamaktan içinin çıktığı adama, en yakın arkadaşına kıvançla bakıp vay be naber doktor diyeceksin..

    geceleri uyku uyumayalı hayli olacak.. uykunun asla çok derin olamayacağını eskisi gibi kabul edeceksin.. nöbette de uyunur elbet de, o uykuyu ne sen sor ne ben söyliyeyim.. rüyalarına entübe hastalar, damar yolu açmalar girecek..

    zamanla kimseyle konuşmayacaksın bunu.. çektiklerini.. tecrübelerini.. çünkü herkes seni 'aman ii ki de bi doktor' diye buldumcuk olmakla suçlayacak.. dayak yiyeceksin, küfür duyacaksın, kavgaları ayıracaksın, her hastanın odaya girdiğinde sevgiyle elini tutacaksın, kıyafetler senin için manasız olacak.. çıplak gördüğün hastaların hiç birisine (inanılmaz bi biçimde) hiç bi libido hissetmeyeceksin..

    sonra bi bakacaksın ki, sen tıp fakültesiyle var olmuşssun.. evet tam da seni ezenlerin, seni suçladıkları gibi.. senin meğersem tek hayatın tıp fakültesiymiş.. onu çıkartsam, senden geriye dağınık parçalar kalırmış.. sonra sobottalarını, yeniyetme bi tıpçıya emanet edeceksin.. stetini, okul dolabında bıracaksın ki senden sonraki öğrenci bulunup sevinsin..

    tıp fakültesini çok özleyeceksin minik tıpçı.. bütün o uykusuz geceleri hatırlarken ağlayacaksın gizli glzi.. hipokrat yemini, bi tek senin içini ürperticek.. o yüzden tadını çıkar..
  • tıp fakültesi tekne gibidir. tekneyi bi ilk aldığında mutlu olursun, bide satarken. tıp fakültesine de bi girdiğin gün sevinirsin, bir de bitirirken
  • o çok kolay ve sırf ezbere dayalı tıp fakültesi bitirilir ve sonrasında ondan daha kolay ve ezbere bile gerek olmayan tus sınavı bekler bu kolay fakülte mezunu insanları..
    o çok kolay ve ezbere dayanan tıp fakültesi eğitimi boyunca girdiğin sözlülerde sadece sana anlatılan ve anlatılmayan konu(!) lardan sorumlu tutulmayı bir kenara bırak saçın başın giydiğin kıyafet bile önemlidir hocaların karşısına çıkarken..

    sene 99, çok kolay ve tamamen ezbere dayalı bir tıp fakültesinin 4.sınıfındayım ve saçlar uzun..
    dahiliye hocalarından biri sınavdan önceki gün bu satırların yazarını yanına çağırıp toplumdaki doktor imajının ne olduğunu ve dış görünümün bir doktorun hastasına kendisine inandırabilmesi ve güven sağlaması için en önemli şey olduğunu, yaklaşık 30 saniye süren uzun bir konuşma ile gayet net cümlelerle anlatıp o saçların kesilmesini sağladı..
    o sözlülerde nice fizyolojide, patolojide öğrendiklerini iç hastalıklarına ya da diğer klinik bilimlere bağdaştırmayı yapamayacak kadar yorumlama gücünden yoksun adamlar, üstelik bu kişiler liseyi de bitirmiş ve öss sisteminde tıp fakültesini kazanmış olmalarına rağmen elenip gittiler hiç gözlerinin yaşına bakılmadan..
    ve tek bir fizyoloji ya da histoloji (latince yazdım ki zor olduğu daha kolay anlaşılsın) yüzünden koca bir yılı yeniden okudular yine hiç yerleri tekmelemelerine aldırılmadan..
    yasıtları 2 yıldır çalışıyorken bu arkadaşlar intern adı altında günaşırı nöbet tuttular masa ve sandalyelerde uyuyarak..
    ezberleye ezberleye bitirdikleri bu kolay bölümden sonra hiç zorlanmadan tus a çalışıp 5-6 yıl insan muamelesi görmeden asistanlık yaptılar..
    sonra uzman oldular ama hala dışardan göründüğü gibi para içinde yüzüp q7 ye binemediler..zorunlu hizmete gönderildiler..

    bende tam aklımdan geçiriyordum..kendi kendime konuşuyordum..
    ezberleye ezberleye doktor oldum..sonra attım tuttu, tus u kazandım..sonra uzman oldum ve an itibariyle hala açıklanmayan 500 küsür kişiyle beraber sabahtan beri beklediğim 25.dönem devlet hizmet yükümlülüğü görev bölgelerinde adımın karşısında hangi şehir yada ilçenin yazacağını beklerken, ailemden nasıl ayrılacağımın hesabını yaparken bu kolay okulu niye okuduğumu düşünüyordum..
    tıpçının halinden tıpçıdan başkası anlamaz..anlamazsa anlamasın hocam..biz ne anlıyoruz ki..analitik düşünceden yoksun insan sürüleri sizi..
  • ulan 6 sene okul mu okunur diyerek, zamanında tercih etmediğim bölüm.
    (buna rağmen ufak bir kayma yaşayarak mühendislik fakültesini 7 yılda bitirdim.hipotezim hala geçerli, demek ki 6 sene okul okunmazmış *)
  • ogrenilmesi gereken bilgi miktarinin, acik ara onde oldugu fakulte.

    bilimin sonu yok, kabul ediyorum ama, "tamam, bu kisi artik hekim olmus" denebilmesi icin ogrenilmesi gereken bilgiden bahsediyorum.

    once hayvanlar gibi ezberlersin bi donem (anatomi, histoloji, biyokimya). hemen beraberinde hayvanlar gibi mekanizma anlamaya kafa patlatirsin (fizyoloji, fizyopatoloji - gerci fizyopatoloji dersi kaldirildi ve turk tibbina yapilabilecek en buyuk kotuluk yapildi ama ben senin gercek "hekim" olmak istedigini varsayiyorum).
    patoloji, mikrobiyoloji ve farmakoloji de, sahip oldugun yetenekler kombinasyonunu ve kararliligini sonuna kadar kullanmani gerektirebilecek guzelliklerden bazilaridir.

    ustelik is, bu hacimdeki bilgiyi yalayip yuttuktan sonra bitmez. daha yeni basliyordur. o hacimdeki bilgiyi aklinda tutup, karsilastigin her bir hastayi, adeta bulmaca ya da esrarengiz bir olay cozer gibi bilgiler arasinda iliski kurma becerileri gelistirerek ve akil yuruterek cozmen, teshis koyman, sonra tedaviye kafa patlatman, sonra da takip etmen gerekir.

    ogrenmekten, ozellikle fizyolojiyi adin gibi ogrenmekten cilginlar gibi haz duymayacaksan,

    fedakarlik etmekten haz duymayacaksan,

    agri ve aci dindirmenin, insan iyilestirmenin, derde derman olmanin, gozlerinden yaslar akarak boynuna sarilan ve hickiriklar icinde sana minnettar oldugunu ifade eden insanlarla karsilasmanin, her turlu maddi menfaatin yeni deyimle parasal cikarin ustunde olacagini dusunmuyorsan,

    meslek hayatinin ikinci yarisinda, "iki tık tık, bi şık şık, kapti o kadar parayi" diyerek sana haset eden yuzlerce insan bulunacagi ihtimalinden rahatsizlik duymayacaksan,

    insana, sirf insan oldugu icin saygi duymayacak, hastalarina insan gibi muamele edemeyeceksen, saygili olamayacaksan,

    egona yenik dusmeden, hastalarin ve onlarin yakinlariyla ust perdeden degil, bilgi verici bir arkadas gibi konusacaksan ve gercekten aydinlatici bilgi verebileceksen,

    omrunun sonuna kadar ogreniyor ve ogretiyor olmaktan yuksunmeyeceksen ve bunu gercekten yapabileceksen,

    insanlara yardim etmeden once, onlara zarar vermemen gerektigini hic aklindan cikarmayacaksan,

    sen igneyle kuyu kazarken ve ev gecindirmen gereken butcene damla damla alin teri biriktirirken, etrafinda bi kac telefon konusmasiyla deveyi hamuduyla goturenlere bakip, kendini enayi gibi hissetmeyeceksen,

    bu ise gir.

    bu saydiklarimin herhangi birinde en ufak bir tereddudun varsa, tıptan uzak dur.

    burada saymayi unuttugum seyler mutlaka vardir. belki tamamlamak isteyen baska hekimler de olur.

    bibip:

    duyuruda sildigim bi cevaptan:

    cerebrum prefrontal cortex'i kullanarak, yazacaginiz recetelere once sizin inanmaniz gerektigini telkin edebilirsiniz kendinize... her an, her dakika, her gun, yillarca... cunku cok buyuk bir sorumluluk bu...

    statikerin sorumlulugu cok daha buyuk tabii. statiker sicarsa, yuzlerce kisi birden ayni anda hayatini kaybeder. misal, bugun latvia'da avm coktu galiba, 52 kisi birden hayatini kaybetti.

    ama arada soyle bi fark var: statiker, direkt olarak yuzyuze gelmiyo o insanlarin aileleriyle... ayrica tanidigi, bildigi birini oldurmuyo. tabii o da cok cok vahim bi durum, allah dusmanimin bile basina vermesin!

    halbuki doktor, hata yaptiginda, tanidigi, bildigi birinin hayatini sona erdiriyo. aile ile yuzyuze geliyo.

    cok cok agir bir vicdani ve psikolojik yuk bu!

    peki oldurmemek mumkun mu? belki degil, ama en aza indirebilirsiniz.

    bunun icin de cok iyi olmak zorundasiniz. peki "iyi" olmanin bile cok zor oldugu bir meslekte, nasil "cok iyi" olunabilir ki? cevap: insanliktan cikarak!

    ben sizin yerinizde olsaydim, bugunden itibaren 5 sene sonrasi icin bir hedef koyardim kendime ve fizyoloji, fizyopatoloji, patoloji ve farmakolojiye bi tekrar atardim. sinav gecmek icin degil, kanima karisana kadar ogrenmek icin. fizyoloji ve fizyopatoloji calismaya, meslek hayatimin sonuna kadar devam ederdim... farmakololji calismaya nasil olsa mecbur birakilacaksiniz...

    hele tıp fakultesini, daha onceden cikmis sorulari cozerek bitirdiyseniz, bunu yapmaniz sart!

    - yazdiginiz recetenin o hastaya hakikaten gerekli olduguna,
    - hakikaten faydali olacagina,
    - zarar/fayda oraninin ihmal edilebilir duzeyde olduguna;
    - bir hastanin tedavisinde katettiginiz mesafenin dogruluguna
    - ve durmaniz gereken noktanin yani nerede duracaginiz kararinin dogruluguna

    herkeseten once sizin inanmaniz gerekir. bu inanc, asla bence neslinin "bence"si gibi degil ve absolutely positively evidence based olmak zorundadir. cunku bir insanin hayati deneme yanilma tahtasi degildir.

    tus icin calisiyorsaniz, hayatiniz boyunca karsilasmaycaginiz cizdiri bizdiri sendromunun laboratuardaki tezahurunu biliyor olmaniz, tus malumatfuruslugundan oteye gitmez. sizi iyi doktor yapmaz. butun bunlari zaten siz de biliyorsunuz ama maalesef sistemin sizi getirip biraktigi nokta bu. koc-ca bi maalesef!

    "akil verin lan", diyosunuz. sinava calisiyosaniz, bir kac kere burnunuzun uzerine cakilmaniz veya bir uzmanlik programina yerlesmeyi kil payi kacirmaniz, bizim verecegimiz akillardan cok daha ogretici olabilir. ya da hayal gucunuz yeterince kuvvetliyse, o anlari yasayan kendinizi simdiden hayal eder ve derslere simdi asilirsiniz...

    bu arada, cok buyuk bi ihtimalle zaten biliyosunuzdur da, size nacizane baska bi tavsiyede bulunacagim. bir konuyu, makalelerinden de calisin. bir konu hakkinda 10 makalenin giris ve sonuclarini okudugunuzda, oldukca saglam bir bilgi sagliyor.

    ya da doktorlugu birakin, yol yakinken...

    ***

    bir soruya verdiğim cevap, konuyla ilgili olduğu için, buraya dahil etmeyi uygun buldum:

    yahu sana ne yaşlılardan ve öğrencilerden?

    sen bu kadar araştırmacı bir beyne sahipken ve elinin altında gugıl varken?

    kendi kafanda soruyu soracak ve cevâbını da gene kendin bulacaksın. çevren bilmez böyle şeyleri.

    hayır efendim, orada ciddi hasta doktor ilişkisi var. biri onkoloji klinisyenliği. diğeri psikiyatrlık.

    sana hayâtın boyunca ennnn fazla lâzım olacak şey, biyoistatistik. özel hastaneci, muayenehaneci hekim olacaksan da, fizyoloji. ama dediğim gibi, sen hoca olmazsan, amerika'da ihtisas filan yapmazsan, md, phd olmazsan, senin ziyan olduğunu düşünürüm. çünkü tıp fakültelerinde senin gibi zekâlar ve sorgulayıcı zihinlere çok sık rastlanmıyor.

    zekâ, sorgulayıcı zihin, azim, kararlılık ve çalışkanlık.
    bu parametreleri bir araya koyduğunda, alanında dünya çapında bir isim bile olabilirsin.

    etrafında, fizyoloji dersini, mekanizma anlamadan, sadece önceden çıkmış soruları ve cevaplarını ezberleyerek geçmiş olanlar, hayâta atıldıklarında, sapır sapır hasta öldürecekler. ama fizyoloji, fizyopatoloji, farmakoloji, patoloji diye, normali, normalin bozulmasını ve normalin düzeltilmeye çalışılmasını mekanizma olarak anlayarak, sindirerek, özümseyerek ve içselleştirerek öğrenenler, iyi hekim olacak ve hayat kurtaracaklar.

    hasta sahibine, hastasının öldüğünü haber vermek çok zor. hele o ölüm senin yaptığın bir hataya bağlı ise ve bunu sadece yukarıda allah, aşağıda sen biliyorsanız, daha da zor.

    mevzu para pul değil. karnın nasıl olsa doyacak. mevzu bilmek, öğrenmek, sorgulamak, anlamaya çalışmak, bulmaca çözmek, dedektiflik yapmak, hayal gücünü kullanmak ve kimsenin koyamadığı teşhisleri koyup, 12'den vuran tedavilerle kahraman olmak. mevzu bu. hoca olduğunda bunlar olmayacak diye bir şey yok. asıl, hastaların en zorları senin karşına gelecek. asıl o zaman, senin gibi sorgulayıcı bir kaç öğrenci, seni sorguya çekecek ve sürekli olarak düşünmeni, bıçağının sürekli olarak keskin kalmasını sağlayacak. bütün bunları yapabilmenin şartı, çok iyi fizyoloji, fizyopatoloji, biyokimya, patoloji ve farmakoloji bilgisi.

    hani böyle zor sorular oluyo bazen duyuruda. dün vardı mesela, kadıköy'den, kariye müzesine nasıl giderim? ya da, sultanbeyli'den, kefeliköy'e nasıl giderim? sultanbeyli'den, göksu'ya nasıl giderim gibi sorular. mekanizma bilmeyen, mal gibi bakıyo soruya. mekanizma yani fizyoloji, fizyopatoloji, patoloji ve farmakoloji bilen, ''tak!'' diye cevaplıyo soruyu. şuna bin şuraya gel, orda şu kadar yürü sonra şuna bin, ondan in şuna bin, orda bi daha sor filan gibi.

    soru-cevap ezberleyip sınıf geçenler, ellerindeki bir kaset teybe bişey kaydediyolar, sonra o dersi geçince, onu silip, kasete başka bişey kaydediyolar. kafada hiçbişey kalmıyo. boş teneke olarak reçete yazmaya oturuyolar.

    peki biyoistatistik ne işine yarayacak?

    diğer dallarda da olduğu gibi, tıp, bilgi biriktirmeye ve o birikimden, o global tecrübeden, dersler çıkarmaya yönelik bir gayret içerisinde.

    o tecrübeyi doğru okuyabilmenin tek lisanı var, o da biyoistatistik. çünkü tıpta bilginin yarıömrü 7 seneydi bir zamanlar. belki şimdi daha da kısalmıştır. bu yüzden hayâtın boyunca okumak ve öğrenmek zorundasın.

    değişmeyen ne var sadece? anatomi ve histoloji. diğer öğrendiklerin değişiyor.

    özellikle moleküler patoloji, biyokimya, hematoloji, genomics, onkoloji, farmakoloji gibi dallar çok dinamik. sürekli yeni bilgiler üretiliyor dünyanın dört bir tarafında.

    bunları takip edebilmen için it gibi ingilizce bilmen ve it gibi biyoistatistik bilmen gerekiyor.

    ister muayenehane hekimi ol, ister özel hastane hekimi ol, ister sağlık ocağı hekimi ol, ister devlet hastanesi hekimi ol bi süre sonra, tıptan kopuyosun bunları yapmazsan. demode oluyo bilgilerin.

    zaten akademisyen olduysan, hergünün makale ile geçiyo. makaleyi okumak, anlamak, özümsemek, kendi çalışmalarını orada yazanlarla karşılaştırmak, yönlendirmek. bunu yapabilmen için, iki şey vazgeçilmez derecede, hayâti derecede önemli. 1. ingilizce, 2. biyoistatistik.
    bunları bilmiyosan, o makaleyi okuyamıyosan, okuma yazma bilmeyen vatandaş durumuna düşüyosun. hep başkalarına muhtaçsın, hep birilerinden yardım bekliyosun, hep birilerine minnet ediyosun, muhtâc oluyosun.

    elinin altında gugıl var ve net bilgi almak imkansız diyosun. bu cümle doğru mu?

    gireceksin usmle'nin sayfasına ve öğreneceksin. youtube'da yüzlerce, binlerce video var. onları seyrede seyrede öğreneceksin.

    karar senin; ya messi gibi olacaksın, ya da 3. ligde oynayacaksın.

    ***

    başka bir soruya verdiğim cevap:

    fizyoloji cerrahın ne kadar işine yarayacak? sorusunu soran bir kişi, tıp bilmiyo demektir.

    fizyoloji asıl cerrahın işine yarar. neden? çünkü hastalar genellikle post-op komplikasyonlardan kaybedilir. post-operatif dönemde yoğun bakım hemşirelerine akıllı order'lar veren cerrah, hastasının ve hasta sahibinin yüzünü güldürür.

    o akıllı order'ların kaynağı fizyoloji bilgisidir. çünkü, ''normal''i çok iyi biliyosundur. post-operatif değerleri normale döndürmeye uğraşıyosundur. işin mekanizmasını bildiğin için, arabanın nasıl çalıştığını bildiğin için, hayâlinde canlandırabildiğin için, ne yaparsan ne olacağını, nasıl müdahale edersen, nasıl bir sonuç alacağını da çok iyi bilirsin.

    cerrahide ne olur? ameliyat olur. ameliyatta ne olur? kanama olur. kanayan hastaya ne yapılır? kan takılır. yanlış grup kan takılırsa ne olur? akut tübüler nekroz olur. o zaman ne olur? akut böbrek yetmezliği olur. safra kesesi ameliyatı için yatmış hastayı, böbrek yetmezliği hastası olarak kucağında bulursun. böbrek fizyolojisini yalamış yutmuşsan, ne bok yiyeceğini çok iyi bilirsin.

    bu ekstrem bir komplikasyondu. daha gündelik olana bakalım: post-op hastada önemli parametrelerden biri nedir? ne sıvı aldı, ne sıvı çıkardı. neden? ameliyat sırasında hipotansiyonu oldu da, renal perfüzyon azlığına bağlı bi böbrek yetmezliği mi oldu acaba? diye takip edebilmek için. bu takip için ne lâzım? böbrek fizyolojisi bilgisi lâzım. ama öyle yüzeysel bilgi değil. çok sağlam bilgi. hemşire dediğin bi emir kulu. sen ne dersen onu yapacak. hastanın hayâtı senin ellerinde.

    başka bi örnek: tıpta bi kural var: ne aradığını bilmiyosan, bi bok bulamazsın. dolayısıyla, post-op istediğin tetkiklerin her birini neden istediğini, hangi değer nasıl gelirse, onun ne mânâya geldiğini hangi bilgilerine dayanarak yorumlarsın? fizyoloji bilgilerine.

    bugün 12.4 gram hemoglobini olan hastada ertesi gün 12 gram hemoglobin gelirse, kulakların it gibi dikilir? neden? hasta bi yerden sızdırıyodur çünkü.

    post-operatif sıvı elektrolit dengesini nasıl takip edersin? fizyoloji bilginle. hastanın sodyumuna bakarsın. 135 meq/l'dan ertesi gün 130 meq/l'ye düşerse, kulakların it gibi dikilir. hiponatremi yapabilecek sebeplerin analizini yaparsın kafanda. iyi fizyoloji bilirsen, burnun it gibi koku alır. post-op komplikasyonlar göstere göstere gelmez. sinsi sinsi gelir. sen o komplikasyonlar daha tam olarak gelişmemişken, ön habercilerini, hangi erken uyarı sistemlerinle alırsın? fizyoloji bilginle. bu iş bir bulmaca çözmek, bir cinayeti aydınlatmak bir dedektiflik gibi bir iştir. dünya kupası futbol final maçında, iki takımın uzatmada da berabere kaldığını ve işin penaltılara kaldığını düşün. sen de kalecisin. penaltı kurtarırsan ne olur? işte daha yeni başlamakta olan bir komplikasyonu daha hiçkimse farketmemişken yakalar ve hemen tedbirini alıp giderirsen aynı şey olur. haa, o kalecinin kurtardığı golden bütün dünyanın haberi olur ama senin önlediğin o komplikasyondan sadece allah'ın haberi olur. ama senin o hareketin, o kalecinin o hareketinden çok daha değerlidir. o kaleci dünya kupasını kurtarıyodur. sen hayat kurtarıyosundur. bunu neyle yaparsın? çok sağlam fizyoloji bilgisiyle.

    tıbbın zirvesi anesteziyoloji ve reanimasyondur. neden? çünkü hastayı öldürür ve tekrar diriltirler. sonnnn derece fizyoloji bilgisi bağımlı bir daldır. böbrek fizyolojisi, kardiyovasküler fizyoloji, solunum fizyolojisi, nörofizyoloji gibi dalların yüksek seviyeli ve yoğun bilgisini, her ameliyatta kullanırlar. sen cerrahsındır. hasta sahibi seni tanır. anesteziyolog bi hata yapar da, hasta masada kalırsa, hasta sahibi seni bilir, seni sorumlu tutar. ben yapmadım, o yaptı diyemezsin. o çok yüksek fizyoloji bilgisi gerektiren hadise sırasında, ''arkadaşlar, şu şu değerler nasıl?'' diye bi soru sorarsın anesteziyologa, çünkü kafanı kaldırıp monitöre bakmıyosundur, dikkatin ameliyat mikroskobundadır, o tek soru, anesteziyologa ''vay anasını, herif/karı cerrah ama, bizim işi bizden iyi biliyo lan!'' dedirtir içinden. senin hastana daha bi özen gösterir. sana o soruyu sordurtan nedir? çoooook sağlam fizyoloji bilgisi.

    ameliyat yaparsın, üçüncü boşlukta sıvı göllenmesi olur, hasta kaybedilir. neden? bu ihtimali öngörememişindir. çünkü fizyolojiyi iyi bilmediğin için, hayâlinde canlandıramamışındır, perşembenin gelişini görememişindir.

    araştırmacı hekim olabilmen, her dal için mümkün. önemli olan, time management. zamanının bir kısmını hastalarına, bir kısmını öğrencilerine, bir kısmını asistanlarına, bir kısmını da araştırmalarına ayıracaksın.

    ***

    bana sorulmuş bir soruya verdiğim cevabı buraya taşımak istedim:

    bu senin mesleğin olacağı için, kelimeyi doğru kullanmalısın. doğrusu menopoz; meno-pause gibi yani.

    (bkz: primum non nocere)

    sürekli olarak hatırında tutman gereken kural bu.
    hacettepe'de ikidir yatan hastam var. başına gelenler ve gördüğü muamale, beni değil doktor olduğumdan, insan olduğumdan utandıracak nitelikte.
    hastalarına iyi davran, şefkat göster ve onlara zarar verme.

    tıptaki altın kural şu: ne aradığını bilmiyosan, bi bok bulamazsın.

    önce çok çok çok okuman gerekiyor. sonra da hayâl gücünü geliştirmen gerekiyor.

    albert abi demiş ki: ımagination is more important than knowledge.
    ben amerika'da oluşumu, hayâl gücüme borçluyum.

    'hastalık yok, hasta vardır' ilkesi uyarınca, 'bu ne olabilir, ne olabilir, ne olabilir?' diye sürekli kafa yorman lâzım böyle kompleks vakalarla karşılaştığında.

    mesela ben çocukken, babamın bi arkadaşı, ölümün eşiğine gelmişti. kimse teşhis koyamamıştı adamın ishaline. sonunda genç bi doktor, bu hastalığın gluten enteropatisi olabileceğini akıl etti ve adam kurtuldu.

    yav sakın şu olmasın bu? sakın şu olmasın? ama bi de şöyle bişey var literatürde. sakın o olmasın?

    bunları yapabilmen için,

    1. hastalıkların fizyopatolojisini iyi bilmen,
    2. çok okuman
    3. çok fazla vaka görmen (klinikte görmesen de olur, çok makale okursan, çok fazla vaka görmüş olursun. makaleden kasıt, case report burada.)
    4. hayâl gücünü çok zorlaman

    gerekli.

    ekşi duyuru'da bi tıp öğrencisi var. tıbbın ezberden ibaret olduğunu, iyi ezberleyenin iyi doktor olacağını sanıyor. eğer bu düşüncesini değiştirmezse, çok hasta öldürür ileride.

    ezber yok, mekanizmaları anlama var.
    mekanizmaları anladıktan sonra da hayâl gücünü sürekli olarak zorlaya zorlaya geliştirmek var.

    tıbbın en zevkli tarafı, dedektiflik ve bulmaca çözme, problem çözme yanı.

    her vaka bir bulmaca. her bulmacayı çözmek için, dedektif gibi araştırma yapman gerekiyo. çok kuvvetli gözlemci olman lâzım. çok iyi anamnez almayı bileceksin. hasta sana abuk sabuk ve işe yaramaz bissürü detay annatacak.
    o abuk sabuk bissürü detayın arasında da, altın kıymetinde bilgi kırıntıları saklı olacak. onları duyduğunda, kulaklarını, alman kurtköpeğinin kulakları gibi dikip, o bilgi kırıntısının detaylarını sorgulayacaksın.
    ama bunu yapabilmen için, fizyopatolojik mekanizmaları, semiyolojiyi ve fizik muayene bulgularını iyi bilmen lâzım.
    kısacası, ne aradığını bilmen lâzım.
    biz şimdi o sorduğun vakada, ne aradığımızı bilmediğimiz için, el yordamıyla, gözümüz kapalı ilerliyoruz.

    mesela, zalim hipertansiyonlu biri geldiğinde, 24 saatlik idrarda vanil mandelik asit bakılmasını istemen, kanda renin, aldosteron, cortisol seviyesi tayini istemen ve derhal reçeteye saldırıp kafadan bi ilaç sallamak yerine, sebeplerin ne olabileceğine dair kafa yorman, dedektif gibi araştırman ve eline ettiğin sağlam anamnez, sağlam fizik muayene, nokta atışı laboratuar, nokta atışı tıbbi görüntüleme bilgi ve bulgularını, geniş hayâl gücüyle değerlendirmen, vakit ayırıp kafa yorman, kütüphaneye, gugıla dalıp benzer case reportları okuman, sonunda seni doktorluktan alır ve 'hekim' yapar.

    pîrimiz, mîrimiz, üstâdımız hippokrates'in sözünü de hiç unutmayacaksın:

    hayat kısa, sanat uzun, tecrübe aldatıcı, hüküm vermek güçtür.

    sanattan kasıt hekimlik ve tıp sanatı, hüküm vermekten kasıt teşhis koyma sanatı, tecrübeden kasıt, ayırıcı tanı sırasında seni yanılgıya düşürebilecek, yanlış yönlendirebilecek önyargılar, hayâl gücü ve bilgi eksiklikleri, yanlış bilgiler.

    bi de atasözümüz var: yarım imam dinden eder, yarım doktor candan eder.

    peki tam doktor var mı? yok! neden? çünkü tıp hâlâ emekleme devrinde. insan vücudu öyle kompleks bir sistem ki, tamamını anlayamamış insanoğlu hâlâ.

    2003 yılı bir milat tabii. belki de, tıpta, mikroskobun icadından sonraki en büyük kilometre taşı. belki ondan bile büyüktür.

    tabii 2003 yılında olan şey, tek başına bir işe yaramıyor. o konuda geceli gündüzlü çalışan yüzbinlerce 'deli' var. onların ortak çabasıyla, insan genomunun, 1000 dolar gibi bir maliyetle ortaya konabilmesi ya gerçekleşti, ya da gerçekleşmek üzere.
    bundan sonraki evre, bilgi birikimi olacak. insanlığın evrensel hafızasında, bu bilgi birikecek. bu bilginin birikmesi 20-30 sene bile alabilir.

    falanca genlere sahip insanlarda, falanca durum daha çok görülüyor denebilecek 'big data'ya ihtiyaç var. ama lâfı getirmeye çalıştığım yer şu: geçtiğimiz 50 ya da 100 senede, tıpta meydana gelen gelişmelerin, çok çok daha fazlası, önümüzdeki 50 ya da 100 sene içinde görülecek.

    tek devrim human genom değil tabii ki.
    (bkz: google devrimi)
    süper bilgisayarlar, internet, akıllı telefonlar, tabletler, youtube, akıllı yazılımlar, üstün algoritmalar, ilaç firmalarının, experimental and translational medicine'a deli gibi yatırım yapması ve kendi aralarındaki amansız rekabet, bilgi üretim hızının üstel hızlarla artması ve bilgiye erişim hızının akıl almaz boyutlara ulaşması, bilgiye erişim maliyetlerinin çok düşmesi. çin ve hindistan. bu iki ülke, tek başına çok büyük lokomotif. amerika'ya akan süper beyinler ve daha aklıma gelmeyen pek çok faktör.

    bottom line: keşke şu dönemde tıp öğrencisi olsaydım!

    bu sözüme cevap:

    ben tıp öğrencisiyim işte. şimdi olsam şöyle yapardım dediğiniz her şeyi söyleyin, kısmen gerçekleştirmiş oluruz. :)

    o söze benim cevâbım:

    çok iyi fikir! yani 'şimdi olsam şöyle yapardım' fikri...

    derhal apple'cı olurdum. derhal olmaya param yetmiyosa, apple'cı olabilmek için para biriktirirdim.

    epılcı olduktan sonra, itunes'taki medical podcast'lerden seç beğen dinlerdim. itunes'taki podkestlere abone olmak için epılcı olmak da şart değil herhalde.

    sonra google görsellerden en üst düzeyde yararlanırdım.
    meselâ ben bi abladan mikroskop ödünç almıştım. basbayaa ciddi ışık mikroskobu. ööle öğrenci mikroskobu filan diil. çünkü abla patoloji asistanıydı ve babası da patoloji profesörüydü. nerden bulduğumuzu hatırlamıyorum şimdi, patoloji preparatları geziniyodu elimizde. onlara çalışmıştım patolojiden geçebilmek için. hatta bizim maalledeki bir ortaokula gidip mikroskop dilendiğimi de hatırlıyorum. şimdi bunnara ihtiyaç kaldı mı? herşey elinin altında. yaz patolojiyi gugıl görsellere, istemediğin kadar sonuç gelsin, çalış ordan.

    soğnacığıma, yuğtiyuba abone olurdum. orada bütün merak ettiğin konularda, dersler, kurslar, seminerler, toplantılar var. evire çevire dinle.

    medikıl podkestleri de, at ayfonuna, aypoduna, mekbukuna herneyse, evire çevire dinle.

    soğnacığıma, oturur adam gibi physical chemistry çalışırdım. fizikokimya öğrenirdim. asit, baz, katyon, anyon, artı, eksi filan temellerini çok sağlamlaştırırdım.
    milimol bölü litre, miliekivalan bölü litre, osmolalite, osmolarite, osmosis, intrasellüler, ekstrasellüler, aktif transport filan bunnarı çok çok iyi öğrenirdim.

    soğnacığıma, hergün bir makalenin girişini okuyup annamaya çalışırdım. neden? çünkü makale girişlerinde, klasik bilgiler sıralanır. çok özet bir şekilde, adeta, 'aç aazını da şu hapı atayım' dercesine, özet, güpgüzel bilgiler inci gibi dizilir makalelerin girişlerinde. sadece o giriş kısımlarını bile okuyarak ki bu okuma 10 dakka sürer maksimum, müthiş sağlam bilgiler edinirsin.

    fecal microbiata transplantasyon diye bişiy duydun mu? ya da transpusion ya da, fecal transplantasyon? insandan insana dışkı nakli. ben ilk defa bu sene duydum. antibiyotiklerin icadı kadar büyük bir devrim olduğunu iddia edenler var. alzheimer'ı bile bunnarnan tedavi edebileceğini iddia edenner var. bağırsak bakterileri çok ilgimi çekiyo dediğin için söyledim bunu.

    hiponatremi mekanizmalarını, sebeplerini, çeşitlerini, yaklaşımı, adım gibi öğrenirdim.
    acilde hiponatremiye yaklaşım:
    isteyebildiğin kadar çok tahlil iste. ama bunnar, ossuruk gazında fosfor gibi alâkasız testler olmasın. nokta atışı şeyler iste. ne demiştik? tıpta ne aradığını bilmiyosan, hiçbi bok bulamazsın! serum sodyumunu zaten biliyosun. bununla ilgili başka neler isteyeceğini, nefrolog abi ve ablalarından öğren.
    acil serviste, hiponatremili bir hastayı, asla ama asla 6 meq/l'den daha fazla düzeltme!!!
    misal, hastada serum sodyum istedin. 125 meq/l sonuç geldi. normali ne bunun? 135 - 145 arası di mi?
    ben bunu derhal 140'a çıkarcam dersen o hastayı öldürürsün!
    acil serviste senin görevin, o sonucu, 130-131 yapabilmek olacak. bunu da, 8-10 saat gibi bir zamana yaymış olarak yapçan.
    hiponatremiye bağlı olarak nörolojik semptom ve bulgular gözlüyosan, misal lokal veya jeneralize konvülzyon geçiriyosa hasta, %3 nacl çözeltisinden 100 ml'yi yavaş infüzyon halinde veriyosun. 1 ml'de 20 damla var. demek ki, 100 ml'de 2000 damla var. sen bunu 50 dakkada vermek istersen, 2000 / 50 = 40 damla. yani dakikada 40 damla hızıyla verirsen bu çözeltiyi, 50 dakka sonra, 100 ml vermiş olursun. böyle pratik ama doğruluğu sonnnnn derece sağlam bi şekilde ispatlanmış, denemiş, onaylanmış yöntemleri bulup öğrencen. algoritmalar araştırcan.

    bu örnekten yola çıkarsak, bunnarı mekanizmasınnan annayabilmen, nerede ne yapman ve ne yapmaman gerektiğini iyi bilebilmen, daha da doğrusu, iyi endikasyon koyabilmen için, iyi fizyoloji ve iyi fizyopatoloji bilmen gerekir. soru ezberleyip, metin ezberleyip ders geçen arkadaşların, hayata atıldıklarında, sapır sapır hasta öldürecekler. sense benim dediğim yoldan gidersen, arka arkaya hayat kurtaracaksın. bu hastaların sahipleri o hastanın hayatını kurtardığını bilmiycekler bile. ama bilmesinner zaten. o hastayı sana, hayâtını kurtarasın diye emanet ediyolar. baştan güveniyolar sana, baştan sığınıyolar senin bilgine.
    işte bu sorumluluğun bilincinde olcan ve işini sikinin ucunnan yapmıycan. feysçi, instagramcı, tıvitırcı, boş beleş tayfadan uzak duracan. siyasetnen filan uğraşmıycan. senin işin gücün, biyokimya, fizyoloji, fizyopatoloji, patoloji, etyoloji, ayırıcı tanı ve farmakoloji olcak.
    karamsarlığa, ümitsizliğe kapılmıycan. uffff, ne zor yaaaa, ufff ne çok yaaaa, uffff ben bunu annayamiyom yaaa, ufff ben bunu yapamiycam yaaa filan demiycen.
    yapa yapa, sora sora, araştıra araştıra, okuya okuya, düşüne düşüne, beyninin teşhis koyucu, ayırıcı tanı yapan, mekanizma çözen, tıbbi dedektif ve tedavi edici hippokrat tarafını geliştirecen. practice makes it perfect.
    case report okumanın faydası bu:
    bak ben sana bi case patlatiyim hazır elim değmişken:

    4 yaşında çocuk. sabah uyanıyor, yataktan kalkıp adımını ilk attığı anda yere yıkılıyor. ayakta duramıyor ve ağlıyor. yürüyemiyor. iki gün önce ateşli bir hastalık geçirmiş. ailesi ateş düşürücü vermiş.
    pediatri uzmanı, çocuğu muayene ederken neye bakıyo biliyo musun? normal fizik muayenesini yapıyo zaten ama buna ilaveten neye bakıyo? kalça eklemi muayenesi yapıyo. hani kalça çıkığı var mı yok mu diye bi muayene var, ortopedistlerin öğrettiği. o muayeneyi yapıyo işte. o muayenede hassasiyet buluyo. yani ne demek? o muayene sırasında, çocuk ağrı duyduğu için ağlıyo.
    sonra aileye soruyo. bu çocuk ateşli bi hastalık geçirdi mi?
    cevap: evet iki gün önce ateşlendi.
    soru: peki naaptınız?
    cevap: ateş düşürücü, ta ta ta verdik.
    yorum: hmmm, ben bu çocukta, ateş düşürücüye bağlı yan etki olarak kalça eklemi sinoviti olabileceğini düşünüyorum. götürün çocuğunuzu ve kalça eklemi ultrasonu yaptırın. aile götürüyo çocuğu.
    ve kalça eklemi ultrasonu raporu: kalça ekleminde sinovit!

    ne demiştik? ne aradığını bilmiyosan, hiçbi bok bulamazsın!

    ne aradığını nası bilcen peki? önce çok sağlam, fizyoloji, fizyopatoloji, etyoloji, etyopatogenez, patoloji bilcen. çok sağlam fizik muayene bilcen. ilaç yan etkilerini bilcen.
    bunun üzerine de, bol bol ama bol bol case report okiycan. aynen bu vaka gibi. ablalarınnan, abilerinnen vaka tartışacan. bol bol film görecen, laboratuar sonucu görecen. bu sonuçları, anamnez ve fizik muayene ile kafanda önce analiz edip sonra sentezleyerek bir sonuca gitmeye zorliycan beynini. ilginç vakaları arayıp arayıp, sorup sorup bulacan. he yeaa, manisalı şu hasta ne kadar ilginçti di mi? ta ta ta olmuştu da, pa pa pa yapmıştık gibi bi cümle duyduğunda, kulaklarını it kimin dikeltecen. araştıracan, soruşturacan, öğrencen. ıntellectually curious olcan.

    aypedi unutmuşuz. eminim ayped için bissürü tıbbi applikasyon vardır. kendimi onnara gömerdim. sabah akşam onnarnan oynardım. anatomi, fizyoloji, fizyopatolji öğreten yuğtiyub, aytiyuns, gugıl görseller,

    (bkz: google'da ileri arama teknikleri/@compadrito)

    hmm, 3 vakte kadar epılcı olma ihtimalin yok mu? no sweat, no worries then!
    gugıl görseller ve yuğtiyub sana yeter de artar bile!!!

    ***

    başka bi soruya, başka bi cevap:

    sağol. senin de geçmiş tıp bayramın kutlu olsun!
    mikrobiyoloji için şu tür çok sık rastlanılan hastalıkları ve tedavilerini çok iyi öğren:

    http://www.kbb.org.tr/…nt/24102013113120-tonsil.pdf

    mikrobiyolojinin konusu değil bu ama aklıma geldi işte...

    mikrobiyoloji çok geniş ve çok derin bir alan.
    kendini kaybetme içine dalıp.
    en sık görülen ve en fatal şeyleri en iyi öğren.
    böyle bir önceliklendirme sıralaması yap kendine.

    kaynak gene senin elinde:

    (bkz: google'da ileri arama teknikleri/@compadrito)

    merak ettiğin konulardan bir iki makale bulup oku. sadece giriş bölümündeki klasik bilgileri öğrensen, o bile kârdır.

    tıp fakültesinden mezun olduğunda, ordinaryüs profesör olmayı hedefleme. bilgili ve meraklı, araştıran, soran, öğrenmeyi seven bir hekim olmayı hedefle.

    yavaş yavaş, okuya okuya, mekanizmalara kafa yora yora, öyle bi gelişirsin, öyle bir yerleşir ki kafana, sen bile şaşar kalırsın, ne kadar çok şeyi, ne kadar iyi anlayabildiğine ve anlatabildiğine.

    şüphe duygunu hiç kaybetme. hiç kendine %100 güvenme. bu kesin şudur, ben bunu daha önce de gördüm deme.
    her hasta bir muammadır, bir bilmecedir. en zor vakaları gördüğünü, herşeyi yalayıp yuttuğunu sanırsın. bi gün öyle bi çuvallarsın ki, daha hiçbi bok olamamışın. o yüzden, hiç kibirli olma. hep öğrenen bi çocuk olsun içinde. hep mekanizmalara kafa yor. fizyopatolojik mekanizmaları, etyopatogenezi, ayırıcı tanıyı hiç unutma. sürekli oku bunları taze tutmak için. kendin için oku, sevdiklerin için oku, hobi olarak oku.

    bu ay, asit baz dengesini yeniden okiycam de mesela...
    bu ay yeniden öğrenecem temel bildiklerimi o konuda.
    bu ay, ekg'yi yeniden çalışacam. fizyolojisi, fizyopatolojisiyle.
    bu ay, diyabet ayı
    bu ay karaciğer yetmezliği ayı
    bu ay böbrek fonksiyonları ayı. biyokimyası, fizyolojisi, fizyopatolojisi, ayırıcı tanısıyla.

    hiç acele etme. hiç kasma. hiç ümitsizliğe kapılma. hiç 'overwhelmed' olma. yavaş yavaş, kendine öğrete öğrete, güle oynaya, eğlene eğlene, dinlene dinlene çalış. bu bir yarış değil. kaplumbağa hızıyla, izmir'den istanbul'a gidiyosun gibi düşün. izmir'den çıktın, kaplumbağa hızıyla dünya turu yapıyosun gibi düşün. acelen yok, sabrın çok.
    ayyyy, ben naaapcaaam yaaaa! diye panik olma. sakin sakin oku. anlayamadın, başka biyerden daha oku. abilerine ablalarına, hocalarına sor. bu niye böyle de, şöyle diil diye sor.
    gugılda ileri arama konusunun orusbusu ol.
    ben o sayede, hiçkimsenin ulaşamayacağı bilgilere ulaşabiliyorum. yani hiçkimse derken, etrafımdaki kişileri kastediyorum.

    ***

    birine yazdığım bir cevap, araya gidip ziyan olsun istemedim. aynen yapıştırıyorum aşağıya:

    spesifik olarak, çocuk sağlığı sözlüsünde şuna dikkat etmen lazım diyemem. çok geniş bir konu. her yerden soru gelebilir. manyak birine çatabilirsin. ya da aklı başında biri çıkabilir.
    ama ben hoca olsam ne sorarım? bu kız taşraya bir kasabaya doktor olarak tayin olduğunda, orada en çok neyle karşılaşır? o karşılaşacağı şeyleri ne kadar ustalıkla halledebilir? bu soruların cevabını ararım. örnek: muhallebi yapmayı biliyor musun? yeni annelere muhallebi tarifi verebilecek misin? bir çocuk hocamız, 'gittiğiniz yerdeki çocukların beslenmesini biraz düzeltebilseniz bile, görevinizi yapmış sayın kendinizi' demişti.
    efenime söyliyim, aşılarla aran nasıl? çocuk sağlığı neyle başlar? aşıyla başlar. takvimi gözün kapalı sayabilyor musun?
    soğnacığıma, ishalle aran nasıl? ors nasıl hazırlanır, önemi nedir, yeni anneye basit hijyen kuralları nasıl öğretilir? kolostrumun önemi nedir? neden atılmamalıdır? neden emebildiği kadar anne sütü emsindir o bebek? türkiye'de bebek ölüm hızı nedir? kızamık neden hortlamıştır? akut eklem romatizmasının ayırıcı tanısı nasıl yapılır? tedavisi nasıl yapılır? komplikasyonları nelerdir? hepatitleri anlat. anemileri anlat. bulaşıcı hastalıkları anlat. yani çocukluk çağı enfeksiyonlarını anlat. nasıl korursun? doğuştan kalça çıkığını nasıl anlarsın? fenilketonüri taraması yapar mısın? ağlayan bebek neden ağlar? anne getirdi bebeği. cahil bir anne. nesi var diye soruyorsun. ağlıyor sabahtan beri. susturamadık dedi. naaparsın? yukarıda allah, aşağıda cahil anne, bebek ve sen varsınız. naaparsın? ne biliyim, pediatrik kardiyoloji hocası çıkar şansına, üfürümleri sorar. konjenital anomalileri sorar. şöyle bir aç pediatri kitabını ve notlarını. sen hoca olsaydın, ne sorardın diye bir düşün. majör şeyleri iyi bil.
    hani dip köşe bucakta kalmış ayrıntı bilgiyi bilmiş olman sana aferin getirir belki ama, majör bir şeyi bilememiş olman, doğrudan çaktırtır. çakmak, dönem kaybetmek önemli değil. daha iyi öğrenir geçersin. önemli olan, acı olan, bir çocuğun ölümüne sebep olmak ve ömrün boyunca da bu sırla yaşamak zorunda kalmak. öyle ya, anne babaya, çocuğunuz benim hatam yüzünden öldü desen, orada seni öldürürler. yaşatmazlar seni. dolayısıyla, bunu onlara söyleyemezsin. e tutup meslekdaşlarına da söyleyemezsin ve saklamak zorunda kalırsın. ömür boyu vicdanını kemirir durur. bunu mu istersin, yoksa bir sene daha geç mezun olup canavar gibi öğrenmiş olarak hayata atılmayı mı istersin? hoş, ezberlediğinde de, öldürme ihtimalin gene var. çünkü tıp, çok geniş bir hayal gücü istiyor.
    acil/dahiliye/pediatri mi dolaşmak iyi? yoksa, fizyoloji, fizyopatoloji çalışmak mı daha iyi? ikisini dengeli yapmak en iyisi herhalde.

    denklem ezberlemeniz lazım, yapamazsın diyenler, hasselbach henderson filan mı diyo?
    denklemsiz nasıl anlattın? bana da anlatsana!

    ben sana zamanında demişimdir mutlaka. bir şeyi öğrenmenin en iyi yolu, onu, etrafındakilere öğretmendir. sen öğretirken, anlatırken, bir yandan beyninde tekrar edersin o konuyu, bir yandan da, neyi bilmediğin ve neyi anlamadığın ortaya çıkar. iki kere anlatsan, iki kere öğretsen, üçüncü sefere, uzmanı olur çıkarsın. tabii anlatmaktan kastımız, takılmadan anlatmak. ama asla ezberden anlatmamak. hep mekanizmalarla anlatmak. mekanizmaları anlaya anlaya gidersen, fizyolojik mekanizmaları yani, hayatta çok rahat edersin. çok da meşhur bir doktor olursun. herkes sana gelmek ister. kapında kuyruk olurlar. hastaya da mutlaka anlat. daha önce söylemişimdir. doktor kelimesi ile teacher kelimesi akraba. doktor, hastaya, hastalığını öğreten kişi demek. hiç burnun havalarda olmasın. o hasta olmasaydı, senin doktor olman bi boka yaramazdı. sen, o hasta var olduğu için varsın. varlığını o hastaya borçlusun. üstelik, hastanın ve hasta yakınlarının, canı burnunda olur. çok tahammülsüz olurlar. şefkate çok muhtaçtırlar. çok kırılgan ve alıngan olurlar. öyle insanlarla temasta olduğunu unutma. azarlama onları. sev onları. onlara, hastalıklarını öğret. o zaman, en meşhur, en sevilen doktor sen olursun.

    fizyoloji öğren, fizyopatoloji öğren. bütün hayatın boyunca... ben mezun oldum, ben doktorum deme. bütün hayatın boyunca fizyoloji ve fizyopatolojiye kafa yor. bilgilerini tazele. bir de makale oku. hepsini anlamasan da olur. baştan iki paragrafını anla yeter şimdilik. oralarda gizlenmiş çok komprime bilgiler olur. o baştaki paragraflarda çok güzel bilgiler olur. kendini o bilgilerden mahrum bırakma.

    7 şubat 2016 tarihli ekleme:

    bir soruya verdiğim cevap:

    valla tıp öyle bişey ki, adam vardır, hacettepe ingilizce tıp mezunu olur, ciğeri beş para etmediği gibi, bissürü de hasta öldürür.
    adam vardır, sütçü imam'dan, van'dan mezun olur, gider amerika'da klinik araştırmacı olur.
    size çok çok bağlı nasıl yetişeceğiniz.

    gazi'de kitlenin seviyesinin düşüklüğü. kime göre düşük? neye göre düşük?

    ben bir çocuk hatırlıyorum, sırf ankara tıbba bok atmak için, 'beş para etmez!' diyordu. hacettepeliydi çünkü. aralarında ezeli ve ebedi bir geçimsizlik vardır, ihsan doğramacı'dan dolayı.

    ama o çocuk o cümleyi sarfettikten hemen sonra, ankara tıp, usmle'de dünya birincisi olmuştu.

    okul önemli, hoca önemli. ama bir dereceye kadar önemli.

    çıkmış soruları ve cevaplarını ezberleyip, kıraathanede king atarak da bitirirsiniz tıp fakültesini, hergün bir makalenin giriş ve tartışma bölümünü okuyarak da bitirirsiniz.

    farmakolojideki hocalarınıza gider, ben sizin çırağınız olayım da dersiniz. ya da neye merakınız varsa!

    bu iş bir usta çırak işi.

    tobb'un altyapısının iyi olabileceğini tahmin ediyorum. çok fazla bir bilgim yok. çalışan 3 doktoru biliyorum. üçü de çok iyi doktor.

    gazi deseniz, zamanında, hacettepe ve ankara tıp'ta kadro bulamayan, cevval ve faydalı genç doçentler tarafından kuruldu. ne bileyim, bir van'dan iyi olabileceğini tahmin ediyorum. cerrahpaşa mı, gazi mi, deseniz mesela, gazi derim fazla da bişey bilmeden.

    neden öyle derim? istanbul'da tıp sanatı, çok daha fazla ticarileşmiştir. istanbul'da insanların zamanı genel olarak yolda geçer. ankara daha az ticaridir. ve yolda istanbul'daki insanların harcadığı zamanın belki de üçte birini harcar ankaralılar. e sadece bu iki faktör bile, teorik olarak, gazi hocasının, cerrahpaşa hocasından daha iyi öğreteceğini düşündürtür bana. bi de gazi'nin kökü, o genç doçentlerdir. o kültürü taşımışlardır. gazi siyasi bir yerdi en son. yine hâlâ öyle olabilir. ama bu pek de birşey farkettirmez.

    başkent, mehmet haberal'ın diktası altında inim inim inlerdi. millet kaçacak delik arardı. tanıdığım iki doktor var. ikisi de iyi doktor.

    ama bütün bu faktörleri gözönüne aldığımızda, ankara, gazi, başkent, tobb filan, iş gene sizde bitecek.

    ankara'ya girdiniz. fizyoloji, fizyopatoloji öğrenmediniz. ezberleye ezberleye geçtiniz. mekanizma bilmeden mezun oldunuz. bi boka yaramaz yani.

    veya kayseri'ye, eskişehir'e girdiniz. it gibi fizyoloji öğrendiniz. it gibi fizyopatoloji, patoloji, farmakoloji öğrendiniz. sürekli okuyorsunuz. sürekli araştırma yapıyorsunuz.
    ankara mezunlarından çoğunu göt cebinizden çıkarırsınız o zaman.

    teori çok çok önemli.

    mikroskobun icadından önceki tıp eğitimi ile, mikroskobun icadından sonraki tıp eğitimi ne kadar farklıysa, internetin ve gugılın hayatımıza girmesinden önceki tıp eğtimi ile, girmesinden sonraki tıp eğitimi de o kadar farklı!

    benim gugıl entry'mdeki ipuçlarını öğrenir ve akıllıca kullanırsanız, hangi okulu bitirirseniz, bitirin, kendinizi çok iyi bir hekim olarak yetiştirebilirsiniz.

    laboratuara 2 ayda bir girmeyi de çok önemsemiyorum ben. hani daha sık gidilse tabii ki çok iyi olur. ama gidememek, götürülmemek, ölümcül bir dezavantaj değil. ölümcül dezavantaj, test sorusu ezberleyip sınav geçmek! mekanizma bilmemek! bu heryerde olur. hacettepe'de bile olabilir belki.

    bütün maharet, bütün marifet, bütün kararlılık, bütün güç sizde.

    kimya ve biyokimya bilgisi çok önemli! bakın! aziz sancar, kimya okumak istiyormuş zamanında. arkadaşlarından ayrı düşmemek için, mecburen tıp okumak zorunda kalmış. ama kimya ateşi hiç sönmemiş içinde. ve durmadan çalışmış. sonuç bu!

    haaa! laboratuara az mı götürüyorlar sizi? yaz tatilinizde gidersiniz. 'abi, abla, ben sizin çırağınız olabilir miyim? bana bişeyler öğretir misiniz?' diye kibarca sorarsınız ve it gibi de çalışırsınız orada. yerleri temizlemek bile dahil buna. herkese çok iyi davranırsınız. özellikle, doktor olmayan sağlık personeline çok saygılı davranırsınız. o zaman işleriniz yağ gibi gider. ben yarın doktor olcam! sizin ağzınıza sıçcam, ben sizden üstünüm, ben tıp okuyom, naaber? havalarında gezerseniz, hiçbi bok öğretmezler size. bi de arkanızdan, hiç göremeyeceğiniz çelme takarlar.

    ben mesela harran tıp'tan iki yar doç hatırlıyorum. sadece o iki yar doç, tek başlarına, harran üniversitesinin yayımlanmış araştırma sıralamasını, en yukarılara taşıdıydı. ingilizce makalelelerden bahsediyorum.

    okulun markasına takılı kalmayın sakın!

    adı iyidir kötüdür filan onnar boş laf!

    batı dünyasında, yerine göre, hacettepe de aynıdır, van da aynıdır. çünkü ikisi de, ortadoğu ülkesi hâline gelmiş bir ülkenin fakültesidir. bilmeyen bilmez. çoğu insan da bilmez heralde. ikisini de aynı sanır.

    siz batıya gittiğinizde, nereden mezun olduğunuzla değil, ne bildiğinizle yargılanırsınız.
    birazcık biyokimyasal, farmakolojik, fizyopatolojik (=pathobiologic) mekanizmaya dayalı bir açıklamada bulunsanız, size karşı saygı uyanır, çalıştığınız yerde. bu adam ezbere konuşmuyor, biliyor bu işi derler. o bilgi de size, okulunuzdan bir dereceye kadar gelir. ama asıl, okuya okuya gelir. sizin okumalarınızla gelir. o okumalar da, internetin olduğu heryerde mümkündür. yeter ki isteyin, yeter ki, gugılı kullanmayı bilin ve yeter ki okuyun. elementer düzeyden başlayıp okuyun.

    osmosis'i, diffüzyon'u, aktif transport'u anlaya anlaya gidin. ezberlemeden, mekanizma anlaya anlaya.

    mesela takikardi kalbin hızlı atmasıdır öyle değil mi?
    kalb o hızı, hangi süreden çalarak arttırır? birim zamanda, ya da 1 dakikada, kaç kere attığı, nabız sayısı olarak adlandırılmıyor mu? o sayı artarken, hangi süreden çalınır? sistol, yani kasılma süresinden mi? yoksa, diastol, gevşeme süresinden mi? mesela, kalbin, takikardi sırasında, diastol süresini kısaltıyor olmasını ve sistol süresinden çalamıyor olmasını bilmeniz bile, size çok şey katar.

    niye oluyo da, böyle böyle oluyo?

    diye merak ede ede, bunlara kafa yora yora, sonunda bir bakmışsınız ki, sadece fizyopatolojik mekanizmalar üzerinden düşünüyorsunuz! bu mekanizmalar üzerinden düşünen ve akıl yürüten bir hekimin hata yapma ihtimali azalır. sıfıra inmez o ihtimal. ama azalır. ne kadar çok mekanizma bilgisi, o kadar az hata!

    misal bir ilaç olsun. vücudun susuz kaldığı koşullarda, o ilaç vücuda zarar veriyor olsun. sadece bu bilgi bile, o ilacın, bir idrar söktürücü ilaçla birlikte kullanılmaması gerektiğini düşündürtebilmelidir size.

    soru-cevap ezberleyen zavallı insan, bu mekanizma egzersizlerinden mahrum bir şekilde mezun olur. egzersizi, hocanız yaptırmıycak size. siz kendiniz, kendi beyninizi bu şekilde eğiteceksiniz. mekanizma öğrenip öğrenip, asistan abi ve ablalarınızdan, hevesli ve meraklı olanlarına, 'abi, abla, ben şöyle şöyle okudum, böyle böyle biliyorum. ama şurası neden böyle böyle olmuyo da, şöyle şöyle oluyo?' diye soracaksınız.

    neden 'hevesli ve meraklı olanlarına' dedim?

    çünkü hevesli ve meraklı olmayannar, tıbbı sevmeyennerdir. sizi de meslekten soğutacak cevaplar verirler ve başlarından savarlar.

    halbüse, hevesli ve meraklı olannar, annattıkça dinneyesiniz, ve daha çok öğrenesiniz gelir. kapanırsınız kütüphaneye, veya oturursunuz gugılın başına, okur da okursunuz. öğrenir de öğrenirsiniz. 6 sene kısa bir zaman değil. o süreyi, bu şekilde, okuya okuya, hevesle sora öğrene geçirirseniz, mezun olduğunuzda, kıraathanede king atarak bitiren sınıf arkadaşlarınızla aranızda, hoca-öğrenci gibi bir bilgi farkı olur. size gıcık olurlar, inek derler. alay ederler. hiç aldırmayın onnara!

    onnar yarın, hasta sahibine, 'maalesef, herşeyi yaptık, ama hastanızı kurtaramadık' derken, yukarıda bir allah biliyor olacak, bir de aşağıda kendileri biliyor olacak, aslında o hastanın, kendi hataları nedeniyle öldüğünü. belki haberleri bile olmayacak, kendi hatalarının farkına bile varmayacaklar.

    ama bunun vicdani, insani, mesleki, ahlâki ve hukuki sorumluluğu çok ağır.
    insan olan insan, bu yükü taşıyamaz, kaldıramaz.
hesabın var mı? giriş yap