• bugün aynalı geçitte çocuk, ergen ve yetişkin yeme bozukluklarının projektif testlerle değerlendirilmesi konulu etkinlikte izlediğimiz muazzam film. insanlar yukarıda olumsuz eleştirilerde bulunmuş bayağı. ben yönetmenliktir, çekimdir gibi teknik konularda ahkam kesemem, benim profesyonel olduğum alan psikolojik kısmı. üzgünüm ama film bu açıdan en iyisi. film patolojiyi mükemmel anlattığı gibi, anoreksik kızlar ve anneleri arasındaki ilişkiye de harika değinmiş. psikanalitik yönelime sahip bir terapist eşliğinde senaryosunun oluşturulduğunu düşünüyorum.ayrıca filmde doktor bir terapist olmamasına rağmen terapötik açıdan çok doğru bir tedavi biçimi uygulamaktadır.

    --- spoiler ---biraz kurgusal da olsa ellen'ın iyileşmesini sağlayan son sahnedeki
    anneyle olan biberonla besleme hali 1950'lerde bir terapistin uyguladığı bir yöntem.

    fime gelirsek "rekor sayıda anne"ye karşılık bir baba hiç göremiyoruz. anoreksiya nervozada gördüğümüz tipik sorunsal besleyicilikten uzak annelere karşılık ya ortada olmayan bir baba figürü, ya da aşırı nüfuz edici, ensestiyöz diyebileceğimiz kadar içerde babalar. anneyle ayrışmayı sağlayan, kuralı koyan babalık işlevini doktorun üstlendiğini görürüz. her geçen gün daha çok zayıflayan ana karakter ellen, esasında çoğu anoreksik hastadan nispeten daha uyumlu bir kız, sakin ve kurallara bir şekilde riayet ediyor. anoreksikler insanı çok korkutur, karşınızda hık diye gidebilecek kadar ölümün ucunda biri vardır ancak ellen'da masumluğu da görüyorsunuz. üvey annenin gerçek anneden daha iyi bir anne olduğunu söyleyebiliriz ancak ellen genel olarak yersiz, yurtsuz bir kız. filmde ellen'a uyuması için teklif edilen iki yer de evin dışında. kapsayıcılıktan uzak, herkesin birbirine yönlendirdiği, kardeş dışında kimsenin doğru dürüst tutmadığı nesne ilişkileri içinde. bu holdingi sağlayan kişi de yine anoreksik sevdiceği olacaktır ve anneyle birlikte iyileşmenin yolunu açacaktır. son sahnede annenin yoksunluğunun, anne tarafından sevilme ihtiyacının parçalayıcılığını ta içinizde hissediyorsunuz. ellen'ın eli oluşu hepinizi etkileyecek.
  • şimdi allah için güzel , beklentilerimin çok ötesinde bir albüm olmuş diyelim öncelikle ama yalan söylemeye, kendimizi kandırmaya gerek yok.

    (bkz: hadi gelin itiraf edelim)
    adamın 30 yıllık diskografisindeki en sıradan işlerden biri olduğu da bir gerçek. zaten wilson'ın da bu albüm için öyle maceracılık eksenli bir amacı olduğunu sanmıyorum. adam sevdiğim pop tandanslı albümlere saygı duruşu niteliğinde bir albüm yapacağım deyip kate bush, peter gabriel gibi ikonların soundunu porcupine tree'nin stupid dream ve lightbulb sun albümlerinde de karşımıza çıkmış olan popiş tarz ile harmanlamış belli ki.

    albümde öne çıkanlara gelirsek nefis groove'u ile to the bone, süründürücü yapısıyla refuge, özlenen stupid/lightbulb soundlu people who eat darkness, minimalist ve elektronik yapısına rağmen sonlara doğru yaylılarıyla uçuşa geçen song of ı, başlarındaki sıradanlığıyla hayalkırıklığı yaratsa da son 4 dakikasıyla yardıran detonation'i sayabilirim. özellikle detonation bu albümde en çok şey beklediğim eserdi ama ilk 5 dakikası her ne kadar deadwing dönemine selam çaksa da ne yalan söyliyim bitmek bilmiyor. 5:30'da başlayan ve gitar solosuyla zirve yapan bölüm ama acaip olmuş. hele 5:50 civari giren perküsyonlar beni benden aldı.

    albüm boyunca beni en çok üzen şey icra mevzusundaki disiplin. herkes notadan bakıp çalmış gibi. eski albümlerdeki o 1 saniyelik kaçamaklarda parçanın ruhunu cıvıtmadan yapılan enstrümantal mini showların ne kadar önemli olduğunu anladım. özellikle minnemann ve harrison gibi iki davul efsanesine alıştıktan sonra jeremy stacey ve craig blundell sadece görev adamı gibi çalıp terketmiş stüdyoyu gibi geliyor insana. hiç bir kişisel dokunuş katamamış icrasına bence. gitara gelirsek de albümdeki çoğu partisyonu steven çalmış, dolayısıyla aşırı bir olay beklemeye gerek yok. tatminkar yine de. david kollar'in detonation'a katkısı oldukça yüksek düzeyde, hakkını vermek lazım.

    gelelim durum değerlendirmesine, zira burada işler karışık. steven wilson her ne kadar kabaca bunun bir deneysel tribute ekseninde olduğunu ima etse de adamın artık major bir plak şirketi ile çalışıyor olduğunu unutmamak gerekir. piyasada peter gabriel ve kate bush'a inanılmaz bir talep olmadığı aşikarken permanating'in bbc2 radyo kanalında oldukça sık çalındığına dair duyumlar var. albümün en popik ve en saçma şarkısının allah muhafaza çok tutması pek hayra alamet bir şey değil, zira plak şirketinin reise "bak permanating tutmuştu, ne o öyle gıygıygıy yok efendim gabriel'mış bush'muş, sttiret onları yap şunun gibi şeyler işte" demesi gayet olası.

    biz deneysellik dozunun azalmasından yakınsak da standart dinleyici için yine de çok katmanlı bir albüm olduğunu unutmamalıyız, dolayısıyla bunlar daha iyi günlerimiz olabilir malesef. son tahlilde bence en iyi senaryo bu albümün leş gibi az satması, firmanın da reise kapıyı göstermesi. bencillik nedir, nasıl yapılır konulu yazımızın da böylece sonuna geldik.

    edit: imla
  • insanın kendisi ve hayatı ile yaşadığı tüm çatışmaların altından ailesi ile olan ilişkilerinin çıkmasının ne kadar dramatik ve zor olduğunu bir kez daha hatırlatan film. ve çocukluğun kimi insanlar için ne denli yaralayıcı olabileceğini gözler önüne seriyor. holivud yapımı olmasına rağmen anoreksi'yi işleyiş biçimini çok başarılı buldum. yeme bozuklukları ile ilgiliyseniz, araştırıyor ya da bizzat yaşıyorsanız izlemeye değer.
  • yeme bozukluğu yaşayan biriyseniz izlemek zor olabilir benim için öyle oldu.
  • cok kaliteli olmamakla beraber, bu ilham verici dialoga ev sahipligi yapan film:

    lily collins: ı just dont see the point.
    keanu: ın what?
    ...
    k: there is no point... or at least, big picture, we don't get to know what it is. ...... why we live, why megan lost the baby, why that girl killed herself.

    l: you're not reassuring me, doctor.
    k: ı can't reassure you.... this idea you have that there's a way to be safe.. it is childish and cowardly. ıt stops you from experiencing anything, including anything good...

    l: you don't think ı feel bad enough already? ı know ı'm messed up. but you're supposed to teach me how not to be.

    k: you know how. stop waiting for life to be easy, stop hoping for somebody to save you. you don't need another person lying to you. things don't all add up. but you are resilient. face some hard facts and you have an incredible life...
    ....

    edit: imla
  • netflix'te keanu reeves 'in bir doktor rolünde olduğu iddiasız ama hoş bir film. film anoreksiya ile ilgili. ben hem keanu için hem de anoreksiya hastalığını merak ettiğim için izledim. fena değil. hoşuma gitti diyebilirim. netflixin algoritması berbat olduğu için bana hep aynı ve izlediğim şeyleri öneriyor. bu tarz farklı içerikleri bulmam çok zor oluyor. her film izlediğinde bir başyapıt izlemeyi bekleyenler bu filmi izlemeye hiç zahmet etmesin. bu insanları da anlamıyorum. sinemadan ne bekliyorlar? büyük bir aydınlanma mı? her filmde bir katarsis, orgazmik bir haz mı? hayatın anlamı mı? bu filmde anoreksiya hastalığının farklı boyutlarını öğrendim, sevdiğim bir aktörü farklı ve iddiasız bir rolde izledim. başka da beklentim yoktu. hayata böyle bakarsanız daha mutlu olursunuz. yoksa her eyleminiz boşa geçmiş gibi olur. sanki bu filmi izlediğiniz bir buçuk saatte bundan daha iyi ne yapacaktınız? hiç...
  • yeme bozukluğu yaşayan insanların hayata tutunma çabalarını anlatan netflix yapımı film. olayın psikolojisini guzel bir şekilde irdelemesi filmi etkileyici kılıyo. içi dolu karakterler ve iyi diyaloglar filmi daha da cazip hala getiriyor. kısacası dram severler için izlemeye değer bir film.
  • çok güzel ve virütik etkileri olan bir okou şarkısı. * klibi için şuraya alalım. sözleri de şöyle:

    is there a hole in the bucket
    a crack in the pale
    a fly in the corner and a board for sale
    farewell
    farewell

    there's an old shoe lying on the floor
    and the ties can't bind you anymore,
    can't bind, bind me anymore

    when it's gone (do-do-do-do-do)
    it's so gone (do-do-do-do-do)
    blown down
    kicked down
    burned right down to the bone

    could've waited for a thousand years
    cried an ocean of silent tears, you wouldn't hear
    you wouldn't hear
    blown like blue smoke coming through your door
    i have been down this road before
    and i won't
    i won't come back no more

    when it's gone (do-do-do-do-do)
    it's so gone (do-do-do-do-do)
    blown down
    kicked down
    burned right down to the bone

    is there a hole in the bucket
    a crack in the pale
    a fly in the corner and a board for sale
    farewell
    farewell

    it's gone
    it's so gone
    blown down
    kicked down
    burned right to the bone

    when it's gone
    it's so gone
    blown down
    kicked down
    burned right down to the bone
    right down to the bone
  • ing. iliklerine kadar*, olabilecek en üst seviyede. örnek: bad to the bone.
  • beklediğimden daha güzel olmuş steven wilson albümü. ki bunu 2. dinlemede yazıyorum, dinledikçe daha çok beğeneceğimden eminim.

    beklentim yüksek değildi, bu demek değil ki albüm bendeki başarısını buna borçlu. filler şarkı yok öncelikle, hepsi dolu dolu. sorun olarak görülebilecek tek şey çoğu şarkının basitliği ama bu da single'lardan bildiğimiz ve steven'ın kendi ağzıyla belirttiği bir durumdu, şok etmedi.

    diğer albümlere kıyasla en belirgin olan şey, göze çarpan bir depresiflik olmayışı. hatta permanating başta olmak üzere steven dört beş parçada açık açık yaşam enerjisi aşılamaya çalışmış. adam fanların bu tür meme'lerinden bıkmış olmalı, hem dediğine göre günün birinde get lucky'i loop'a alıp saatlerce dinleyecek kadar mutlu ve hayat dolu bir insanmış*. curb your enthusiasm'daki cheryl'ın mutlu larry'e "bu halini sevmedim" deyişi gibi, biz kemik steven wilson fanları olarak onun bu haline alışamadık, aşırı da sevemedik. radyo dostu, üç dört dakikalık, david bowie/abba ve ekürilerinin izinden giden şarkılar onun yıldızını parlatan solo kariyerindeki ününe ün katacak mıdır? elbette katacaktır. desteklediğim müzisyenin başarılı olmasını isterim, bu bir piyasa olma hamlesi olsa da olmasa da. tek dileğim sonraki albümlerde de bu doğrultuda gitmemesi, asıl kimliğini kaybetmemesi. (bir şekilde bu düşüncelerimi okuyabilseydi eğer, bana küfredeceğinden adım gibi eminim. sen de otuz yıl prog yapıp bizi alıştırdıktan sonra kendini pop'a vermeseydin be steven.)

    albüme gelirsek eğer, sadece pop soundu yok, daha önce hiçbir steven albümünde tanık olmadığımız kadar yoğun, sade, saf rock n roll soundu var. people who eat the darkness'taki gibi... bu beni mutlu etti, ne yalan söyleyeyim.

    albüm sızmadan yayınlanmış dört single haricindeki parçalardan üç favorim oldu. bunlar en çok beğendiğimden en az beğendiğime doğru song of unborn, people who eat the darkness ve refuge. birkaç şarkıyı ayrıca yorumlamam gerek.

    song of unborn'un ikinci dakikadan sonrasını orman elfleri söylüyormuş gibiydi, to the bone'da ilk dinlemede tutulduğum belki tek şarkı oldu. sanırım en sevdiğim olarak kalacak.

    people who eat the darkness; porcupine tree'nin yapacağı türden bir şey gibi. değişken, heyecan verici. çok sevdim.

    refuge klasik steven wilson depresifliği ürünü. önceki albümlere koysaydı sırıtmazdı diyebilirim.

    song of i, single'lar arasındaki favorim. elektronik ve post rock karışımı. son dakikaları öyle hoş ki loop'a aldırıyor.

    ilk single pariah'ın vokalleri* ve son dakikaları güzel. aynı post rock taktiği uygulanmış, zirvede bitirme vesaire vesaire.

    bunlar dışında öyle çok bayıldığım, yorumlamaya gerek gördüğüm bir parça olmadı. zaten beklentim de önceden çok yüksek olmadığından, to the bone'un dinlenebilir bir albüm olduğunu söyleyebilirim. tüm steven albümleri arasında en sona koyacağım, 7.5 puan verebileceğim türden bir iş olmuş. ki bence 10 puanı hak eden albüm the raven that refused to sing'dir ve hand cannot erase de 9.5'i fazlasıyla hak etmekte.

    öyle işte. konser olursa gideriz, olmazsa dinlemeye devam ederiz. ama asla efsane olacak türden bir albüm değil, maalesef.
hesabın var mı? giriş yap