• --- spoiler ---

    "...o an yaşadığın şeyin güzelliğini anladığın zaman o an hep geçmiştir."
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    benim gibi six feet under izleyip ölümün yakamızda olduğu konusunda ekrandan çok şey öğrenmeye alışmış kişilerin çok seveceği film.

    ölüme yakın günlerimde, --eğer aniden ölüp gitmeyeceksem tabii-- hayatımın güzel anlarını bir bir hatırlayıp şükredebilecek seviyeye gelebilecek miyim merak ediyorum. toni erdmann, bu durumun öneminin farkında olan bir adamın, parlak kariyerinin getirisi anı umursamayan yaşam tarzını rutini haline getirmiş kızına da bu durumu anlatmaya çalışmasını konu alan bir film. toni'nin anı yavaşlatmak ve rutin akışı bölerek güzel anılar biriktirmek için bulduğu yöntem ise hayatla dalga geçmek, kimseyi şakasız bırakmamak.

    (*) eğer sizin de toni gibi enteresan bir aile ferdiniz ya da yakın arkadaşınız varsa beraber dışarı çıktığınızda asla yalnızken sürüklenmeyeceğiniz maceralara sürüklendiğinizi görmüşsünüzdür. 'bu da söylenir mi?' diyeceğiniz şeyler arka arkaya hiç tanımadığınız insanlara söyleniyor, bu sözler size hiç ummadığınız kapılar açıyor ve o anlar gayet de sizin gündelik hayatınızdaki anlardan çok daha eğlenceli bir hale geliyordur.

    (*) farklı bir şehre gelen yabancı uyruklu üst düzey şirket elemanlarının kısır yaşantısını da tüm çıplaklığıyla göz önüne seren filmde, babanın işi de sağlam, güçlü bir karakteri olan ınes karşısında hayli zor oluyor. babasının ona peynir rendesi armağan ettiği ve beraber bir şeyler yapmaya can attığı ziyaretinde 'kendimi camdan atacak olsam bile sen ve peynir renden bana yardımı dokunamazdı', 'senin yaşında olup hayattan çok daha fazla beklentisi olan adamlar tanıyorum.' gibi ağır laflar eden ınes'i ilk başta taş kalpli bulsak da film ilerledikçe aslında onun da babasına benzediğini görüyoruz. sonunda 'bay erdmann'ı yanında iş toplantılarına götürmeye başlaması, petifürlü sahne, ofistekilerle çıplak doğum günü partisi yapma fikri.... bunlar hep toni'nin muzipliğini anımsatıyor.

    (*) filmde en çok hoşuma giden şeylerden biri de saf bir biçimde patronuna sürekli kendini beğendirme çabasında olan anca'nın çıplak doğum günü partisine ilk çıplak gelmeyi kabul eden kişi olması ve iş aşkıyla çıplak olduğunu bile fark etmemesi oldu.

    (*) tim karakterini tanımak için çok fazla zamanımız olsa da bize gösterilenlerden yüzeysel bir karakter olduğu ve ınes'in iş-dışı hayatının sıkıcı parmaklıklarından biri olduğu anlaşılıyor.

    (*) en sonunda kızının kendi taklidini yaptığı anın fotoğrafını çekmek isteyen toni, şakayı bu sefer kendisi yapmadığı için heyecanlanıp anı yaşamak yerine içeriye kamerayı almaya dalmıştı belki de. ınes ise yaptığı şakayla şimdi babası olmuştu. bunun yarattığı değişik duygu ile ınes kendi haline bakakalırken film bitti.

    (*) edit: unutmuşum, peki ya o şarkı sahnesi?? 4-5 kişiye sunum yaparken yaşam koçuna danışmadan edemeyen ines'in bir ev dolusu insana verdiği o inanılmaz performans :)) salonda kahkahalar ile izlemek daha güzeldi ama youtube'da olması da sevindirdi.
    --- spoiler ---
  • sistemin çarkı haline gelmiş, içindeki çocuğu kaybetmiş ve en önemlisi espri duygusunu yitirmiş insanlara itinayla izletilmesi gereken bir film.

    biliyorum cümle buram buram didaktizm kokuyor, ama genel olarak hikayesi böyle didaktik olan bir filme de daha azı yakışmazdı herhalde.
  • spoilerrrr içeriyor muhtemel

    toni erdmann izlemeye başladığınızı ilk dakikasından son dakikasına kadar bildiğiniz, tahmin ettiğiniz, beklediğiniz tüm sinemasal trükleri öteleyen bir senaryoya ve anlatıma sahip. yani bir noktada tahmin edilemez bir film. elbet filmin başarısı bu değil ama standart temaşa anlayışına sıkı sıkıya bağlı bağnaz seyirci için bence bu fazlasıyla etkileyici bir temaşa unsuru.

    tahmin edilemezliğini kurduğu strüktür twist, plot twist gibi senaryo cambazlıklarından gelmiyor üstelik. elinde akıllı telefonuyla film izleyip, 3-5 dakikada bir izlediği filmi durdurup hakkında düşüncelerini dile getiren bir seyirci kuşağının cezbi için numaraları yok filmin. açıkçası ağırbaşlı bir film olarak, hollivood mahsulü şeker şurup, kendine iyi hisset filmlerinin naifliğinin ötesinden berisinden geçmeden, belirli bir yaş grubuna, izlence anlayışına sevimli görünmeye çalışmadan saf hikaye anlatıcılığının peşinden giden dört başı mamur bir başyapıt olmayı başarıyor toni erdmann.

    senaryonun teknik işçiliğinin çok ince bir titizlenme sonucu ortaya çıktığı bariz. karakter ve durumların açıldığı, genişlediği, yükseldiği her an doğal bir sürecin parçası gibi işliyor. klasik işçilikte -yani hollivod usulü- baht dönüşü olarak niteleyebileceğimiz çatışmanın tırmandığı anlarda karakterlerin aydınlamasına, farkındalık kazanımına ve en önemlisi kefaret kavramının karakterleri getireceği noktaya hedefi koyar yaratıcılar. oysa toni erdmann klasik usulün hiçbir gerekçesiyle ilgilenmeden doğal seyrin anatomisine uygun bir açıklık peşinde.

    insan davranışlarını belirleyen formülize kalıpları anlatıyı kolaylaştıran unsur olarak kullanmayı seven gelenekçi sinemanın hikaye anlatıcılığına da meydan okuyor bir bakıma erdmann. hikayeyi izleyici için kolaylaştırmak, sevimli kılmak gibi bir derdi yok kısacası.

    üstelik ele eldığı hikaye oldukça yalın ve tanıdık. formülün temel işleyişini iyi bilen yönetmen senaryo yazarı olarak da farklılık yaratacağı bağlamağı yine hollivood vari bir kolaycılıkla biçimle, görsellikle çözmek yerine hikayenin muğlaklığına iliştirdiği genişleyen durum bolluğunu keşfetmesi zevkli ama keşfetmek için arzu duyulan anlamı açık bir şekilde göstermekten imtina eden bir olgunlukla çoğaltıyor. neredeyse hikaye anlatmanın çoktandır unutulmuş bir yanını yeniden keşfediyor.

    zerre idealizasyon olmadan, seyircinin kathartik konforu düşünülmeden, karakterlerine odaklanan, onları çekip attığı dünya içinde her yönüyle ve hakkaniyetle var eden adaletli bir tanrı gibi yonetmen maren ade.

    winfried'ın, kızı ınes'le yeniden bağ kurma çabasını mümkün mertebe kolaycılıktan uzak, duyguların inişli çıkışlı, bol geçişli, tumturaklı, ağdalı perdesine öyle ustaca manevralarla, durumlarla işliyor ki seyirciye tanıdık gelen bir çok şey aynı zamanda uzak ve yabancı duruyor. karakterlerin katılıklarının eriyip bir tür sevecenlik efektiyle normale dönüşeceğini bekledimiz her an yanılgıya düşürüyor yönetmen bizler. üstelik bunu sert, tahammülü zor bis istismar duygusuyla gerçekleştirmiyor. hayata yakışan ve gücünü ham gerçekten alan bir tür sıradanlık tiradı içinde resmediyor.

    ınes'ın babasına açılacağını, ilişkilerinin bir tür yenilenmeyle güçleneceğini, gözlerimizi mutluluktan yaşartacağını düşündüğümüz her an için bir planı var yönetmenin. seyircisini bu izleme pratiğinin konforundan mümkün mertebe uzak tutmaya çabalıyor yönetmen. ve bu tavır kesinlikle zorlama değil.

    sanat filmlerinin bir çoğunda biçimsel, içeriksel farklılığı yaratmak için anlamla örtüşmesine dönük türlü cambazlıklara soyunur yönetmenler. kimisi içinden çıkamadığı anlam karmaşasının yanına soyutlamayı ekler, kimisi tersinlemeyi kullanır, kimisi simgesel anlatıma göz kırpar kimisi de gerçekliğiyle övünen şeyler yapar.

    maren ade neredeyse bunların hiçbirini yapmıyor. öyle temiz bir yönetimi var ki; gösterdiği her olay ve durumu -üstelik belgesele yaklaşmadan- öylesine şahsına münhasır kılıyor ki izleyicisine çağrıştırdığı şeyleri gösterip gerisine karışmıyor.

    filmle ilgili absürt ifadesini çok gördüm ve okudum. absürt, yaşama dönük, kabaca anlam bulma çabasının nihai başarısızlıkla sonuçlanağına ilişkin bir saptamadır. ama bunun özellikle komedi tavrı olarak kullanılışı özellikle bu film bağlamında kesinlikle doğru değil. ben filmde gördüğüm ve komediye göz kırpan anların varoluş çelişkisine ve anlamı çözümlemeye yönelik absürdü doğurduğunu düşünüyorum. çünkü toni erdmann'da gördüğümüz şeylerin hiç biri akıl almaz, mantık dışı ve saçma değil. aksine olasılıklı ama daha çok varoluş bunalımının getirdiği boşluk ve arayışı belirlemeye yönelik bir çaba.

    parti sahnesi, babanın canavar kostümü giymesi, ikinci rolüyle yani bir bakıma alt benlikle kızıyla ilişki kurma çabası, kızının tedirgin, mutsuz ama yine de saçmayı sürdüren bunalımı. tüm bunlar karakterlerin eylemlerinde komik, saçma durum yaratmıyor. onların iradi tepkilerinin tahmin edilemezliği, birbirlerini tanıdıklarına ilişkin emin oldukları o belirsiz sezgiyi yaratıyor. birbirlerin yeniden tanımak ve anlamak için çabaladıkları, koyuldukları yolda anlamın sıfırdan, yeniden üretilmesi. ama her seferinde duvara çarpıp başka bir iradi tasarrufla anlama ilişkin şeylerin yeniden sorgulanması.

    kısacası absürt komedi gibi bir tavır yok ama absürdizmle (felsefi bağlamda)sarmalanan bir anlam arayışı var filmin. bunu da toni'nin eylemlerinde görmek mümkün. planlı ve incelikli işler değil toni'ni yaptıkları. hatta birçok yerde toni tam olarak ne yapacağını bilmiyor. spontan bir zekası, yaratıcılığı hiç yok. sadece o an kalkıştığı bir eylemi kör topal sürdürebilecek kadar normal bir zekası var. tam olarak ne yapacağını bilmemekten kaynaklı çekinceleri, çıkmazları ve çaresizliği bile söz konusu. sıkıştığı anlarda yapabildiği yegane şey takma dişlerini kullanmak. çaresiz, hüzünlü bir bakış takınıp bağ kurmayı beklemek. duruma göre şekillendirmeye çalıştığı karakterini inandırıcı kılma konusunda başarılı bile değil üstelik. bu kızına yardım etme çabasının yanında yardım istemekle de eş değer aslında.

    kızıyla kurmaya çalıştığı anlama ilişkin yarattığı her dünya kızının kabuğunu kırmasına yönelik olsa da oyunbazlığının sınırları belli. her defasında ınes'in sistem ve alman disiplinine dönük katılığına çarpıp geri dönüyor winfried. burada çok iyi bir iş yapıyor yönetmen. ınes ve winfried ilişkisini yine hollivood vari geçmişe dönük bir hesaplamanın içine çekmiyor. bugün gördüğümüz ilişkinin dinamiklerini yaratan şeyi geçmişte yaşanmış büyük bir olaya, duruma bağlamıyor. bu soğukluk, rahatsız edici sessizlik, iletişimsizlik, yabancılaşma sırf izleyiciyi tavlamak için klasik bir anlatı usçuluğuyla ortaya çıkmıyor. sadece ve sadece bugüne dönük bir anlam çözümlemesi var.

    baba kızın geçmişte ne yaşadığına odaklanmadan ınes'in o buzdan katılığını kırmaya çalışan bir babanın ne yapacağını bilmez halde, çaresiz ama mücadeleci bir tavrı var.

    parti sahnesi filmin can alacı sahnesi. orada yönetmen ınes üzerinden hem kapitalist sistem, sistemin yarattığı yabancılaşma, alman disiplini diye övülen şeyin kapitalin ruhuna işleyen bir tür ruhunu şeytana satma gerçeğinin ifşasıyla uğraşıyor ve başarılı oluyor.

    ınes bir anlık kararla partiyi çıplak yapmaya karar veriyor. bu bir bakıma ruhunun buzlarını kırmakla ilgili bir karar. yavaştan soyuluyor zarları ınes'in. belki buradaki metafor fazla belirgin ama winfried'in kötü ruhları kovduğu düşünülen yerel canavar kostümüyle partiye gelişi anlamı tamamlıyor. zira baba-kız şeytanlarıyla ilk kez çırılçıplak bir şekilde yüzleşiyor. tabii burada freudyen bir durum var. baba ödipal figür olarak aynı zamanda canavar. kızın çıplaklığı hem zihinsel, düşünsel hem fiziki bir yenilenme. baba ancak bir canavar olarak kabul gördüğünde yüzleşme sağlanıyor ve canavar, kızın bastırdığı, yüzleşemediği, ötelediği baba ilişkisinin anlamına işaret ediyor. nihayetinde baba ve kız ilk kez doğanın kucağında alabildiğine sade, basit ama aynı zamanda çarpıcı bir şekilde birbirine kavuşuyor. ilk kez bir bağ kuruyorlar. kızın içinde büyüttüğü ve babanın önüne koyduğu canavar kabul görüyor. ve ilk kez bütünlük sağlanıyor.

    ayrıca kapitalist düzenin işleyişine ilişkin net bir saptama var yine parti sahnesinde. partiye ilk çıplak gelen ınes'in yükselmek için her türden riski göze alan asistanı. genç, güzel, hayat dolu ama tek derdi ınes gibi olmak. sistemde bir yer bulup orada tutunabilmek için saflığın, güzelliğin ve yaşama sevincinin bekaretini kurban etmeye hazır. oysa ınes neredeyse cinsiyetsiz tepkisizliği, soğukluğu içinde yanlış bir örnek olduğunu avaz avaz bağırıyor.

    kısacası geçtiğimiz senenin beğendiğim filmleri arasında illa ki bir sıralama yapacak olsam toni erdmann'ı çok sevdiğim farhadi'nin the salesman'ıyla en tepeye koyarım gönül rahatlığıyla. hiçbir şey için değilse bile sinema da hala hikaye anlatmanın farklı yolları olduğunu izleyicisine hatırlattığı için değerli bir film toni erdmann. ve katıksız bir şekilde şahsına münhasır bir sinema deneyimi.
  • ister toni erdmann olun ister sekreteri byan schnuk, farklı tonlarda koyu yalnızlıklar içinde koca willy gibi ölüp gideceğimizi anlatan hoş film.
  • uzun süresi göz önüne alınırsa sıkılanları anlarım da hiç bir sahnesine gülmedim diyeni asla anlayamam. beni baya bi güldüren 3-4 sahne bu entryi yazarken bile aklıma geliverdi hemen.

    filmi beğenmeyenler ya çok büyük beklenti ile izlediler filmi ya da kıçlarıyla izlediler. kusura bakmayın.

    notum: 10/7
  • 'profesyonel yaşam' ve böyle bir yaşam biçimini içselleştirenlerin kaçırdıklarını, tatminsizliklerini ve yabancılaşma hissini son derece başarılı bir şekilde üstelik de bir aile hikayesiyle harmanlayarak anlatan film. iş dünyasındaki stersin ya da kariyerizmin insana yaptıkları filmin güçlü ve dramatik yanını yansıtıyor. kızının mutsuz olduğunu gören ve onu kurtarmak için bir dizi absürtlük yapan baba ise filmin hafif ve mizah yanını oluşturuyor. yönetmen, izleyiciyi karakterle güçlü bir bağ kurmasına da olanak veriyor.
  • herşey bir yana, son dönemde sinemada "ölü zamanı" bu kadar iyi kullanan bir film görmemiştim, almanların kendine has o donuk mizahını ve expat yaşamını da bu kadar iyi yansıtması filmin artılarından
  • sadece baba kız ilişkisinden ibaret olmayan film. ezenler ve ezilenler arasındaki ilişki de var, yaşamı fazla ciddiye alanlar ile anlamsız bulanlar arasındaki ilişki de... yani, toni erdmann şakalar yaparak kendisini eğlendiren bir adam değil, arka planında bir felsefeye sahip. nazım'ın dediğinin tersine, yaşamak ciddiye gelmez diyor erdmann...

    uzun süresine rağmen çok yormayan ve üzerine okuma yapmaya müsait bir film. benim için tek eksiği, toni erdmann'ın duygularını bi tık daha fazla hissettirebilirdi, daha sıcak bir film olurdu o zaman. bir film hem sıcak hem felsefi olabilir çünkü. yine de bu yılın en özgün sinema karakteri bence...

    ayrıca cahiers du cinéma'nın 2016 yılının en iyi filmleri listesinde de zirvede yer buldu (ve bu kadar iyi olduğu için türkiye vizyonuna hiç uğramayacak gibi)...
  • cannes film festivali'nde elestirmenlerden son 10 yilin en yuksek puanini alarak fipresci odulunu kazanan maren ade filmi. yillar sonra kadin bir yonetmene palme d'or'u getirebilir yarin gorecegiz. sorunlu bir baba kiz iliskisine deginiyor. afisi sicacik, festival kapilarinda cok kisiyi surundurecek gibi.
hesabın var mı? giriş yap