• almanyada yasayan babalarini bulmak uzere yola cikan iki kardesin hikayesi. acik arayla angelopoulos'un en iyi filmidir kanaatimce.
  • müzikler eleni karaindrou'ya ait yine...
  • bu film festivalde gösterildiği için,hakkında konuşabilecek adam bulmakta çok zorlanıyorum.şimdi burda rastlayınca içimi sevinç kapladı.alexorticia yı okuyunca da çok şaşırdım.çünkü kafama kazınan sahneler aynı!
  • landscape in the mist, düşlerinden ve masallarından kopmak zorunda kalan çocukları, yabancı yollarda kaybolmayı, karanlıkları ve bulunması olanaksız aydınlığı vurgular. filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, iki çocuğun diğer insanlar sokaklarda hareketsiz donmuş dururken, karın altında gerçekliğin içinden kaçıp gittikleri plandır. filmin ana teması olan adagio, obua ve yaylıların hüzünlü ve kırık akustiği ile bu sahneyi süsler...
  • kanımca filmin en çarpıcı sahnesi küçük kızın ilk aşkının yarattığı hayalkırıklığıdır. küçük kızın kendisine aşık olduğunu sezen genç homosexüel adam "ilk seferinde hep böyle olur" diye fısıldar kızın kualğına, bir anda bir dinginlik ve hüzün sarar etrafı.
  • bir şairin bakışları aslında neyi görmek ister bir türlü anlayamayacağım galiba, hele bu şair angelopulos'sa hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımı düşünmenin acizliğiyle çıkartabileceğim tüm anlamlarda ruhum gözyaşı olur ve akar yanaklarımdan. bir şairin gözleri bu sefer sonu olmayan bir masalın en başını görmek istemiş gibi geldi bana. gördüklerinin altına sakladığı tüm cevherleri ortaya çıkartamayacığım bir masalı sunuyordu bana ve beni zamana sahip çıkmadan alıp götürüyordu bilinmezliğine. evet şair! bu sefer de beni ağlattın, bu sefer de anlattın benim tam olarak anlayamayacağım gördüklerini, bana sadece anlattıklarından kendime göre anlamlar çıkartmak kaldı ve düşüncelerimle bağlayacağım sabahlar bekliyor artık gecelerimi. çünkü rüyalarımda senin mısraların şekillenip beni derin uykumdan uyandırıp sabahlattıracak ve masalın neresinde olduğumu anlamakla geçireceğim gecelerimi...
    senin şiirini anlatmaktan acizim ve ancak etrafıma kaplamış bu puslu havadan çıktığım zaman anlayacağım galiba; ama okyanusta bir damla kadar az olsa bile, anlamlandırdıklarımla bile çok sevdim bu şiirinide. hele ilk aşkın hayal kırıklığını anlattığın ve o başımı döndüren görüntülerdeki mısran yok mu, işte o an zamanı durdurmanı çok isterdim, ne diyordun orada:

    "her zaman böyledir, ilk kez hep böyle olur, kalp çok hızlı atar ve insan titremeye başlar. her zaman böyle olur... insan ölmek ister"

    ve hayatın alabildiğine acımasızlığında, stiksin sınırlarında büyüyen kahramanlarının ellerini hiçbir şeye uzatamamaları, o çocukların böyle acımasızlıklar içinde büyüdüklerini düşündükçe kahroluyorum. neden böyle yaparsın ki şair, biraz acı bana istiyorum, biraz daha az ağlayayım senin her şiirini izlediğimde...

    "başlangıçta her yer karanlıkmış ama sonra ışık belirmiş ve bu ışık karanlığı aydınlatmış, topraktan denize kadar, her tarafta çiçekler varmış ve de dağlar çiçeklerin üzerinde kuşlar ve kelebekler uçuyorlarmış"

    mae ve alexander stiksi geçtiklerinde masalın en başında olduklarını anladılar ve korkmalarına artık gerek yoktu, çünkü ışık doğmuştu puslu karanlıklarda...
  • şiirsel anlatımın beyazperdedeki sınırlarından biri, yine.
  • sonsuzluk ve bir gün'den sonra izlediğim ikinci angeleopulos filmi.. bu adamın filmlerini niye izlememişim ben dedirtti ikisi de.
    çocuk lokantadayken içeri giren kemancı benim için filmin en güzel sahnesiydi.. sonsuzluk ve bir gün'de de buna benzer bir otobüs sahnesi vardı ki o da hala aklımdadır.
    tek sorunum, filmin müziklerinin "gerçek kesit"te kullanılmasıydı ve ben bu filmi gerçek kesit'lerden sonra izledim. yapılır mı lan o güzel müziğe...
  • ((spoilerı bol.. sonra okuyup, tadını kaçırdığım için bana küfretme diye yazıyorum. yok bana bişe olmaz diyosan başımın üstünde yerin var. ha spoiler okuyup sinirlenen ve sonra küfreden biriysen de okumayasın. ama bu uyarıya ve sinirlenmene rağmen devam edeceksen, yapma hayrettin! hem penaltı, hem gol olur zaman. maçı çeviremem.. eheh neyse geyiği bırakalım da başlayalım artık, nasıl davranırsan kısfmet işte.. yani takıl kafana göre.. entri senin be!))

    angeloupoulos'un en iyisi değil ama çok baba bir filmi.

    mesele sadece babasını arayan, bulmak isteyen çocuklar düzeyinde değil; tanrısını arayan terkedilmiş, korunmasız, kuşun kanadındaki masum insanoğlu metaforu ekseninde değerlendirilmesi gerek bence. arada ihtiyaçlarını karşılayamayan(?) bir rehberleri de var üstelik. filmin sonunda ise puslu manzaralarda önce karanlık vardı ve ışık sonra geliyordu; yuhanna'ya göre incil'in başlangıcında ise, ''önce söz vardı. söz tanrı'yla birlikteydi ve söz tanrı'ydı.''

    ve dahi yolda tanıştıkları, bi anlamda rehberleri/hamileri olan başroldeki gencin ismininin orest olması da orestes kompleksiyle birebir ilgili diye düşünüyorum. alexander; ismi gibi 'büyük' karakterde bir çocuk.
    voula içinse;

    voula bir deli kız onikisinde
    bir dikili taşı yoktu şu fani dünyada
    voula garip voula yalnız voula
    voula sahipsiz voula aşık bir kız çocuğu

    ayrıca, (bkz: ağaç olsam)
  • bu filmde kullanılan eleni karaindrou bestesi adagio, aynı zamanda uyku tutmayan gecelerin bir numaralı ilacı gerçek kesit'in o çok bilindik müziğidir.

    http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/2009/

    film de ilgimi çekti doğrusu, en yakın zamanda indirip izlemek isterim; ama izlerken ya gözümün önüne ''sarı bıyık, tuzlu fıstık, bira, çakma mükremin çıtır, rüştü saçlı adam, beyaz çorap'' gelir de caaanım film cenabet olursa diye derin düşüncelere dalıyorum.
hesabın var mı? giriş yap