• (bkz: lev şestov) tarafından yazılan, tam ismi "dostoyevski ve nietzsche: trajedinin felsefesi" olan, beni yeniden aynı kuyunun içine iten kitap.

    uzun zamandır, üzerinde düşünmek ve bir iki cümle söylemek isteğini barındıran ilk kitap da diyebilirim.

    isminden anlaşıldığı üzere; hepimizin tuhaf bir sezgiyle ya da belirsiz yorumlar veya sadece bir hisle bildiği şeyi – dostoyevski ve nietzsche arasındaki benzerliği – başkası asla bu kadar güzel, kuvvetli, estetik anlatamazdı sanıyorum. kişisel izlenimlerimi bir yere bırakacak olursam; bu iki yazarın acı meselesine bakışlarını örneklerle bize sunan lev şestov, günümüz saçma melankolisinden bağımsız ve ona hiç benzemeyen bir acı sevgisine bizi resmen ikna edebiliyor. kitabın başlarında bir yerde kendisi de yetkin bir felsefeci olan şestov'un kurduğu cümle, hakkında yazdığı adamlara ne kadar yakın düşündüğünü, düşünmese bile iyi bir taklitçi olduğunu gösteriyor: “en kaprisli mahluktur umut: keyfine göre gelir, gider.”

    elbette acıyı sevme meselesinde şahsen büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. çünkü az buçuk nietzsche okumuş birisi olarak, onun savunduğu şeyin, pasif bir “acıdan keyif alma hali” olmadığının farkındayım. bir çok yeni okurun sadece aforizmalarıyla tanıması durumunda bu algıya sahip olabileceğini düşünüyorum. zaten şestov da bu tehlikeyi öngörmüş olacak ki, açıklamalarında hiçbir boş alan bırakmamış ve hatta müthiş lezzette alıntılarla kuşkuyu içimizden silip atmıştır: – tabi kuşku meselesi kitapta çok daha iyi anlatıldığı için ben bu alana girmeyeceğim. – örneğin ‘böyle buyurdu zerdüşt’te; “keder ne kadar derin olursa olsun, geçip gitmek ve ölümsüz sevince yerini bırakmak zorundadır” der.

    ve anlatımın güzelliğini oluşturan, yazarın sık sık sorduğu iddialı sorular sayesinde konuya ilgi asla kaybolmuyor, sıkıcı bir felsefe kitabından ziyade, akıp giden bir hikaye gibi okuyabiliyorsunuz kitabı. dostoyevski’den bahsettiği bir yerde yazar; “akıl ve vicdana aykırı olarak ruhundan fışkıran talepler mi, yoksa az çok yüksek yaşamın alışılmış kalıbına göre hazırlanmış reçeteler mi? hakikat hangi tarafta?” sorularını sorup, oturduğunuz yerde okumaya daha da iştahlı devam etmenizi sağlıyor. açıkçası alıntılar haricindeki anlatımın da gayet bu yazarlara yakın bir tarzı olduğunu söyleyebilirim.

    daha fazla açık vermeyip, uzun süre aklımda tutup, kitaptan aldığım keyfi devam ettireceğim. bu “lanetliler”den birisinin sözleriyle bitirmek uygun görünüyor: “ah siz göksel varlıklar, bana delilik bağışlayın! evet, delilik bağışlayın ki, sonunda kendime inanayım. bana sanrılar, çırpınmalar, ani aydınlıklar, ansız karanlıklar bağışlayın, tek bir ölümlünün bile yaşamadığı ayazlara, ateşlere atın beni, bir hayvan gibi böğürtün, inletin, süründürün beni: yeter ki kendime inanayım. şüphe kemiriyor içimi, yasayı öldürdüm, bir ceset canlı birini nasıl korkutursa, yasa da öyle korkutuyor beni; ben yasanın üstünde değilsem, o zaman insanların en sefiliyim. içimde doğan yeni ruh, sizden değilse, nereden geliyor? sizden olduğumu kanıtlayın bana – bunu bana sadece delilik kanıtlıyor.”
  • ''ama ölüler evinden notlar kamuoyu ve eleştirmenler tarafından sıradan, bağımsız bir şeymiş gibi kabul edildi. doğrusu dostoyevski bu yapıtında -hayatında ilk ve son kez- tolstoy tarzı gerçekliğin kurulan ideallerle uzlaştırılması sanatını sergiler. okur, zamanın estetiğinin talep ettiği gibi, ölüler evinden notlar’ı kötülüğe karşı savaşmaya hazır, aydınlanmış, yücelmiş, coşkulu biri olarak bitirir. bu arada yüce bir ruh hali ve bir şeye hazır olma duygusu içinde dostoyevski’yi kendisi gibi iyi ve erdemli bir insan olarak görür. oysa ölüler evinden notlar’da azıcık ilgi ve biraz coşkuyla yeraltında bulamayacağınız ne inciler çıkarırsınız.

    nietzsche’nin itirafına göre, eğitimci olarak schopenhauer ve wagner bayreuth’ta artık onun schopenhauer’in felsefesine de, wagner’in sanatına da inanmadığı zamanda kaleme alınmıştı. oysa bu iki yazı baştan aşağı övgüyle doludur. peki, bu ikiyüzlülüğe neden gerek duymuştu? nietzsche öğretmenleriyle vedalaşırken geçmiş için onlara minnettarlığını ve şükranlarını ifade etmek istediğinden böyle davrandığını açıklar. okurun

    bu yeni yola neyle çıktı? eski inançlarının yerine nesi vardı? yanıt tek kelimede: hiçbir şey. şimdinin hayattan bezdirici fiziksel acılarından, geçmişin utanç verici, aşağılayıcı anılarından ve gelecekten duyulan delice korkudan başka hiçbir şey. hiç umudu olmayabilirdi, zira yaşamının en güzel yıllarını ona hiçbir şey kazandırmayan işe yaramaz uğraşılara harcamış ezik, hasta bir adam ne yapabilir? otuz yaşına kadar, bizim muromlu ilya[1] gibi, başkalarının ideallerini seyre dalarak minder çürütmüştü. şimdi ayağa kalkıp yürümesi gerekecekti ama ayakları ona itaat etmiyordu, hayırsever ihtiyarlar iksirleriyle ortaya çıkmıyordu, çıkmayacaktı da: zamanımızda mucizeler olmuyor. en sonunda hastalığı öyle boyutlara vardı ki, bütün gününü dolduran her zamanki profesörlük faaliyetini bırakmak ve hiçbir şey yapmadan gece gündüz düşünceleriyle ve anılarıyla baş başa kalmak zorunda kaldı.
    ==========
    insanca, pek insanca’nın toplu olarak yeni basımının [1886] önsözünde bakın neler diyor: “o sıralar [yani hastalık döneminde] sadece derin acılar çeken yalnız insanların tanıdığı kuytuların dilini öğrendim: tanıksız konuşuyordum, daha doğrusu, hiç tanık düşünmeden. sürekli beni hiç ilgilendirmeyen konulardan söz ediyordum, ama sanki bunlar bana önemliymiş gibi geliyordu. o zaman neşeli, tarafsız, ilgili, her şeyden önce sağlıklı ve alaylı görünme sanatını öğrendim: sanırım hastanın “zevk sahibi” olduğunun belirtisidir bu. bununla birlikte bu kitabı özellikle çekici kılan şey, daha keskin ve anlayışlı bir gözden kaçmaz: burada hasta ve son derece sefil bir insanın hasta ve zavallı değilmiş gibi konuştuğunu fark eder.
    ==========
    raskolnikov muhakemesinde haklı değil miydi: aslında biri sıradan, diğeri sıra dışı insanlar için olan iki ahlak vardır, yahut nietzsche’nin hayli sert ama daha etkileyici terminolojisini kullanırsak, efendi ahlakı ve köle ahlakı olmak üzere iki çeşit ahlak vardır. işte burada ortaya çıkıyor en önemli soru: bu iki ahlakın kaynağı nedir? ilk bakışta burada belirleyici etken insanın karakter yapısı gibi görünüyor; köle ya da sıradan insanlar boyun eğer, efendi yahut sıra dışı insanlar emreder. buna göre, nietzsche ve dostoyevski’yi, faust gibi ikinci kategoriye koymak gerekir. ne var ki faust “köpek” yaşamına karşı durmayı kafasına koyana dek bir ömür geçmişti, mefistofeles’in o bahtiyar müdahalesi olmasaydı, başında erdem halesiyle ölürdü. dostoyevski ve nietzsche hakkında da aynısı söylenebilir: onları wagner sıradanlığının yolundan tesadüf çıkarmıştır. birinde kürek cezası, diğerinde korkunç hastalık olmasaydı, kollarından ve ayaklarından zincirlendiğini fark etmeyen pek çok insan gibi onlar da bunun farkında olmazdı. dünyanın güzelliğini ve zorunluluğa boyun eğen ruhların yüceliğini terennüm eden iyi niyetli eserler verirlerdi. ilk yapıtları buna inandırıcı bir şekilde tanıklık eder. üstelik okur koşulların nietzsche’yi yeni “bilgi”yi kabul etmeye her zorladığında -bunu kendisi itiraf eder- onun nasıl dehşete kapıldığını hatırlıyordur. eskisi gibi yaşamak istiyordu, yeni bilgi bedenine bıçak gibi saplandığında ve tepesinde ancak, “ya gözlem yap ya da yok ol!” tehdidini duyduğunda gözlerini açmaya karar vermişti. ya dostoyevski? yeraltından notlar’da bir ses tonu var ki nelere değer! liza’ya hitap ederken kullandığı umutsuz sözlerin altında öyle bir azap, öyle bir elem duyulur ki! faust da şeytanı çağırmadan önce bayağı acı çekmişti. kısacası, doğa yasalarının ve insan ahlakının zorlayıcı yasalarının prangalarına karşı ayaklanan bu “sıra dışı” insanlar kendi iradeleriyle başkaldırmıyordu: efendilerinin hizmetinde kocayan serfler gibi özgürlüğü seçmek zorunda kalmışlardı. bu, nietzsche’nin öğrettiği “köle ahlakının ayaklanması” değil, insan dilinin kifayetsiz kaldığı bir şeydi. demek ki “karakterin” bununla hiçbir ilgisi yoktu; iki ahlak varsa, bu sıradan ve sıra dışı insanların ahlakı değil, sıradanlığın ahlakı ve trajedinin ahlakıdır: bu düzeltme dostoyevski’nin ve nietzsche’nin terminolojisine yazılmalıdır. bu arada dostoyevski’nin ve nietzsche’nin “köle” ruhunun dolambaçlı yollarına dair böylesi parmak ısırtan bilgi birikiminin -insanların psikolojik sezgi diye övdüğü şeyin- kaynağı budur. nietzsche bir zamanlar gelecekteki düşmanlarının kısa bir süre tarafını tutmak zorunda kalmasının kendisi için özellikle bir şans olduğunu belirtmişti.[1] böylece onların tüm “sırlarını” öğrenmiş ve ileride onlara karşı mücadele etmek için elinde güçlü silahları olmuştu.
    ==========
    bize vaazlarla öyle bir musallat oluyorlar ki sonunda böyle soruları sormak zorunda kalıyoruz. sahi, vaizler öfkeleri için neden bizle muhatap olmak zorunda? tolstoy yahut dostoyevski bizlere neden insanoğlunun musibetlerinden söz eder? sonunda bizim de onlara bu soruları yöneltmemiz doğal değil mi? dünyada bu kadar mutsuz insan varken mutlu olmanın utanç verici olduğunu kanıtlamaya çalışan tolstoy bize iç huzurunun kaynağını, çevresinde onca acı varken sakin ve mutlu (sevdiği sözcüklerdir bunlar) bir hayat sürmekten utanmamasının nedenini açıklar. nietzsche’ye yalnız görece farklı bir ifadeyle aynı soruyu yöneltebilirdik. varlıkları için mutsuzları kınamadan önce kendisinin mutlu olması gerektiğini; sadece ruhen güçlü, bedenen sağlıklı olanların korunmasını talep etmeden önce kendisinin ruhen ve bedenen kuvvetli olmasının gerektiğini söylerdik ona. ve işte bu sorular, kitaplar okunurken yazarlarının biyografilerine aşina olmanın, yani inançların nasıl “doğduğunu” öğrenmenin ne denli önemli olduğunu ortaya koyar. otuz yaşına kadar wagner’in zavallı çömezi rolünü oynayan (belki de wagner’in edebiyat uşağı demeliydim), otuzla kırk dört yaş arasında dermansız bir hastalığın ağır ve korkunç nöbetleriyle ıstırap çeken, kırk dört yaşından ölümüne, yani neredeyse on bir yıl boyunca yarı bilinçsiz durumda bir yaşam süren nietzsche mutsuz ve hasta olanlara, başka deyişle fizyolojik olarak sakatlanmış olanlara karşı vaazlar vermeye soyunur! aynı zamanda da onların “iyi ve doğru” savunucularına da! aslında bu psikolojik muamma üzerine düşünmeye değer! bu arada, gelinen noktada başka pek çok şeyde olduğu gibi, nietzsche’nin “inançlarının” dostoyevski’ninkilere şaşılacak biçimde benzediğini hatırlatayım. daha önce yerinde belirtildiği gibi, dostoyevski de “iyi ve doğru” olanlardan nefret ediyordu: ona göre iyiler ve doğrular liberallerin ve her renkten ilericilerin şahsında cisimleşmişti.
    ==========
    ama dostoyevski ve nietzsche’nin dünyada en fazla nefret ettikleri şey, işte bu türden şefkat gözyaşları ve merhamet uyandıran şiirdi. gerçek kürek mahkûmlarının, yeraltı insanlarının, trajedinin insanlarının görüşü ya da dilerseniz “zevki” budur. onların gözyaşları uzun zamandan beri kurumuştur, gözyaşlarının yardımcı olmadığını, merhametinse boş olduğunu bilirler. öte yandan merhamet ve gözyaşından başka pek de yardımı dokunmayan bir sürü şey vardır - merhamete duyulan bu nefret neden peki? kaldı ki “kötüler” de biçare mahkûmun yazgısını değiştirecek güçte değildir - o zaman “iyilere ve doğrulara” karşı bu nefret niye?
    ==========
    ama nietzsche ve dostoyevski çoktan geçmişle barışmıştı. onlar şimdi gelecekle mücadeleye giriyorlardı. “iyi ve doğru olanlar” için merhametse onları son umutlarından mahrum bırakıyordu. dostoyevski’nin hapishanedeyken küçük bir kız çocuğundan sadaka kabul edişini hatırlayın, ona verilen bu kuruşu uzun zaman sevgiyle korumuştu. belki nietzsche’nin de avarelikleri döneminde bir çocuktan yahut bizim iyi ve kötü anlayışımızdan uzak sıradan bir insandan minnetle sevgi ve ilgi sözleri kabul ettiği olmuştur. yakınlara sevgiyi ve ilahi haklar iddia eden bir teori durumuna gelmiş, nihai ilke katına yükseltilmiş merhameti reddediyordu. zamanın aydın insanlarının ona bir kuruş değil, yüz hatta binlerce kuruş vereceklerini, besleyip giydireceklerini, soğuktan korumak için barınak sağlayacaklarını, hastalandığında ona öz yakınları gibi bakacaklarını biliyordu. ama şunu da biliyordu ki ona cömertçe bakmaları karşılıksız değildi, nihayetinde ondan minnet değil, minnet borcunun da ötesinde, gösterdikleri ilgi ve sevginin karşılığında bir itiraf talep edeceklerdi; durumu ne kadar zor olursa olsun, yüreğinin derinliklerinde kendini tamamen mutlu hissetmek zorunda kalacaktı.

    nietzsche acılı bir alayla şöyle der: “yalnızlıkta kendi kendini yer bitirirsin; insan içindeyse kalabalık seni yer bitirir: şimdi seçimini yap bakalım!”[5] ama sonunda ne olursa olsun yalnızlığı seçmek zorundadır, her şeye rağmen “terk edilmişlikten”, yani büyük bir insan kitlesi arasında herkese yabancı olduğunun bilincine varmaktan daha iyidir. şöyle der zerdüşt: “ah, yalnızlık, anayurdum yalnızlık! yaban ellerde çok uzun yıllar yaşadım bir vahşi gibi, şimdi gözyaşlarıyla sana dönüyorum. anneler gibi, parmağınla korkut beni, gülümse bana, annelerin gülümsemesi gibi ve de ki: ‘bir zamanlar benden fırtına gibi uzaklaşan kimdi? uzaklaşırken kimdi, yalnızlıkta çok uzun zaman yaşadım, susmayı unuttum, diyen? artık bunu öğrendin mi? ey zerdüşt, her şeyi biliyorum, kalabalığın arasında daha terk edilmiş olduğunu, benden daha yalnız olduğunu. terk edilmişlik başka, yalnızlık başka: artık bunu öğrendin mi?’”[6] okur artık nietzsche’nin görevinin ne olduğunu anlıyor; nietzsche iyinin, bilimin ve felsefenin terk ettiği ve unuttuğu insanın davasını üstleniyor. şimdi nietzsche’nin neden “özgeciliğe” kapılmadığının anlaşıldığını umuyorum: terk edilmiş insanlar arasında o çok eski özgecilik-bencillik tartışması yaşanmaz.
    ==========
    zerdüşt’ün değişmez yoldaşları kartal ve yılandı: bulutlarda süzülmeyi, yerde sürünmeyi, güneşe cesaretle bakmayı ve yerden kopmamayı onlardan öğrendi. kaç kez ölümün eşiğinden dönmüştü, üstlendiği görevi tamamlayamayacağı ve sonunda trajedinin yerini sıradanlığa bırakacağı bilinciyle sürekli umutsuzluğa düşüyordu! zerdüşt’ün sözleri umutsuzluğa karşı bu umut mücadelesinden açık izler taşır. nietzsche en sonunda yine de amacına ulaştı. yeraltı adamının sorununu ortaya koymayı göze almakla kalmadı, aynı zamanda ona yanıt vermeye de cesaret etti: “içimizdeki kötü bildiğimiz şeyi yeniden vaftiz edip iyi adını verme yürekliliğini gösterdiğimizde başlar hayatımızın büyük dönemleri.”
    ==========
    nietzsche şöyle der: “filozofta çileci idealin belirtisi nedir? çilecilik ona aklını çalıştırabileceği en uygun koşulları sağlar; çileci ideal ‘varoluşu’ yadsımaz, tam tersine kendi varoluşunu, yalnızca kendininkini olumlar, belki de hubris’e [kibir] varıncaya dek: “pereat mundus, fiat philosophia, fiat philosophus, fiam.”[14] bu söz yeraltından notlar’ın sefil kahramanının ünlü cümlesinin neredeyse harfi harfine çevirisidir. “‘çay mı içmek istersin yoksa dünyanın batmasını mı?’ diye sorsalar, ‘dünya batsın, yeter ki ben her zaman çayımı içeyim,’ derim.” yeraltı adamının bahtsız bir fahişeye bir körlük ve öfke patlaması ânında sarf ettiği bu cümlenin ünlü bir filozof tarafından cicero’nun ve horatius’un diline çevrileceği ve en yüksek insanın tutkularının özünü tanımlayan bir formül olarak sunulacağını hiç aklına gelir miydi? evet, dostoyevski küçük kahramanını böyle büyük bir ünün beklediğini öngörseydi, belki de yeraltından notlar’ın girişindeki dipnotunu metinden atardı.
    ==========
    demek, pereat mundus, fiam, varsın dünya yok olsun, yeraltı adamı haklarından vazgeçmeyecektir, onları merhamet “ideallerine” ve günümüz felsefesi ve ahlakıyla onun için özel olarak hazırlanmış aynı türden diğer tüm nimetlere değişmeyecektir. dostoyevski için bu, roman kahramanlarının sözlerinde dehşetle ve utançla dile getirmeyi göze aldığı korkunç bir hakikatti. nietzsche’deyse uğrunda tüm yeraltı faaliyetlerine giriştiği yeni ve çok büyük bir “haklar bildirisi”ydi. nietzsche’nin acımasızlığı da buradan gelir. kendini ve başkalarını “ıstıraplardan” kurtarmaya çabalamaz. bu bağlamda, diğer pek çok insanın yaptığı gibi, gençlik çağındaki öğretmeni schopenhauer’den belirgin biçimde farklıdır. schopenhauer, bilindiği üzere, insanlara hayatta huzur aramayı öğretmişti.
    ==========
    ancak kürek cezası yemiş dostoyevski, acı karşısında korkusuzlukları onları ölüler evi’ne götüren insanlardan, yani mahkûm yoldaşlarından farklı bir hakikati öğrendi. kürek cezasından bir “inanç”la döndü; bu, makar devuşkin için ağlamak yahut kimsenin kimseye hakaret etmeyeceği, her şeyin güllük gülistanlık olacağı bir gelecek hayal etmek değil, bir insanın hakikati tüm dehşetiyle kabul edebilme görevine inançtı. ilkin platonik bir saygıyla ondan kurtulmayı ve yeniden eskisi gibi yaşamayı düşündü! ama schopenhauer’in öngördüğü gibi, insan hakikati kovalamıyor, hakikat insanı kovalıyordu. mahpushane bilgeliği sibirya’dan artık çok uzakta yaşadığı petersburg’da, onu kuşatan pozitivist düşünürler arasında yıllar sonra yakaladı dostoyevski’yi ve kendine hizmet etmeye, şunu itiraf etmeye zorladı onu: “rus halkı acı çekmekten hoşlanır.” dostoyevski’nin rakiplerinin düşündüğü gibi, bu bir paradoks değil hakikatti, ancak eli kalem tutan insanların unuttukları, öfkeden parlayan gözleriyle, “olamaz!” dedikten sonra hatırladıkları başka bir dünyanın hakikatiydi.
    ==========
    trajedinin felsefesi hiçbir şekilde popülerlik ve başarı arayışında değildir. mücadelesi kamuoyuna karşı değildir, onun gerçek düşmanı “doğa yasaları”dır, insan yargıları ona ancak varlığıyla yasaların ebediliğini ve değişmezliğini doğruladığı ölçüde korkutucudur. yalnız düşünür ne kadar cesur olursa olsun, zaman zaman nefret etmeyi öğrendiği çoğunluğun, “herkes”in her şeye rağmen sonunda haklı olabileceği düşüncesiyle elinde olmadan dehşete kapılır.
    ==========
    artık dostoyevski ve nietzsche gibi acıyı sevmeyi vaaz eden ve her şey gitgide kötü olacağı için üstün insanların yok olması gerektiğini bildiren öğretmenlerin var olabilmesi pozitivistlerin, materyalistlerin ve idealistlerin pembe umutlarının çocukça düşlerden ibaret olduğunu gösterir. hiçbir toplumsal dönüşüm trajediyi yaşamdan silip atamaz; anlaşılan, acıyı insanın kendini kurtarması gereken kurgusal bir gerçeklik olarak haçla şeytan savarcasına büyülü o “trajedi olmamalı” sözüyle inkâr etmenin zamanı geçti, artık acıyı kabullenmenin, tanımanın ve belki de anlamanın dönemi başladı.
    ==========
    götürdü. öyle ya da böyle trajedinin felsefesi, sıradanlık felsefesine ilkesel olarak düşmandır. sıradanlığın “son” sözcüğünü söylediği ve yüz çevirdiği yerde, dostoyevski ve nietzsche başlangıcı görür ve arayışa koyulur. böyle söyledi zerdüşt’te simgesel olarak nietzsche’nin korkunç yaşamının anlatıldığı “en çirkin insan” başlıklı bir hikâye vardır. çok uzun, burada sadece alıntılar verebileceğim ama nietzsche’nin felsefesiyle ilgilenen okurlara mümkünse aslından tamamını okumalarını salık veririm:
    ==========
    ama felsefe trajedinin felsefesidir. dostoyevski’nin romanları, nietzsche’nin kitapları sadece “en çirkin” insanlardan ve onların sorunlarından söz eder. dostoyevski, nietzsche ve hatta gogol bizzat çirkin insanlardı ve hiçbir sıradan umutları yoktu. onlar kimsenin hiçbir zaman aramadığı, genel kanıya göre sonsuz karanlık ve kaostan başka hiçbir şeyin olamayacağı, mill’in bile nedensiz sonuç olasılığını kabul ettiği yerde kendilerine sığınak bulmaya çalıştı. orada belki de her yeraltı adamı dünyaya bedeldir, orada belki de trajedinin insanları aradığını bulacaktır. sıradanlığın insanları böylesine inanılmaz bir “belki de”nin peşinde ölümcül sınırı geçmeyi istemeyecektir. ama sonuçta kimse onları buna davet etmiyor. şairin şu sorusu bu yüzden: 'aimes-tu les damnés? dis, connais-tu l’irrémissible.' ''
hesabın var mı? giriş yap