• hayatini paylastigi erdem buriyi kaybettiginde, hastabakicilara yalniz kalmak istedigini soyleyip, erdem burinin tuplerini, oksijenini cikardiktan sonra, yanina sokulup, yaninda iki saat yattiktan sonra, sacindan bir tutami kesip yanina alip, cekip giderek, olum boyle de karsilanirmis dedirtmistir....
  • fransızlar için edith piaf neyse, yunanlılar için maria callas neyse tülay german'da türkler için odur!
    tabi anlayana!
  • neredeyse cumhuriyetle yaşıt, mükemmeliyetin temsiliyatı, değerli müzisyen.

    yıllar boyunca, günün her saatinde müzik dinleyen bir insan olarak, duyduğum en güzel ses kendisine aittir. yukarıda biri var mı bilmiyorum ama, varsa eğer, bana bu hanımefendiyi dinleme fırsatı verdiğin için teşekkür ederim!

    o kadar güzel bir sesi var ki, dinlerken ağladım. böyle bir mutluluk yaşadığım nadirdir. hayatımın en güzel günlerinden birindeyim sanırım.

    bir seçkim,

    yarının şarkısı
    yalan
    o eski günler

    yorumladığı türküler,

    mecnunum leylamı gördüm
    aras üste buz üste
    dere geliyor dere
  • seyhmuz guzel'in yazisindan tulay german'i anlatan bir alinti:

    "bin çeşit renkle nakış işlemek/yiğitliğin alıyla kederin karasıyla/acının sarısıyla, umudun mavisiyle/ şarkı söylemek...."

    işte böyle: şarkı söylemek "gönül haykırması" madem ki.

    annesi çerkez, anneannesi çerkez ve maalesef tutucu; tülay önce ana-babasına, aileye baş kaldıracak. sonra bütün verili düzene, kurallar silsilesine. annesiyle hesaplaşması ilginç. "o'nun hayalleri varsa, benim de var(*)... " (s. 38). ikinci savaş yıllarında savaşa düşman kesiliyor: "babam yeniden asker oldu", "ekmek almak için mavi karnelerimiz var." o günleri bir de çocuk gözüyle görmek.

    erdem buri: suat derviş'in yeğeni

    aynı günlerde aynı mekanda, istanbul'da, erdem buri nam genç saint joseph lisesi'ni bitiriyor. gurubuyla caz icra ediyor. önce tıp fakültesi'ne yazılıyor. orası açmayınca hukuk diyor. o da olmayınca edebiyat fakültesi'nin fransız filolojisi bölümüne yazılıyor. aradığını da buluyor. felsefe, edebiyat, kültür, sinema, müzik. daha ne isterseniz?

    1950'lerde istanbul radyosu'ndaki caz programıyla haklı bir ün kazanıyor. erdem buri, suat derviş'in yeğenidir. türkiye komünist partisi (tkp) (gizli) liderlerinden reşat fuat baraner, suat derviş'in eşidir. suat derviş de hem komünist militandır hem de çok iyi bir yazar ve gazetecidir. fosforlu cevriye onun kaleminden çıkmıştır.

    21 şubat 1925 doğumlu erdem buri, hamdullah suphi tanrıöver'in yeğenidir. ama erdem buri, paşa dedesinin veya dayısının yollarını değil, suat derviş ile reşat fuat'ın yolunu seçti. 1961'de kurulan türkiye işçi partisi'ne (tip) (türkiye işçi partisi) yazıldı: erdem buri'nin moda'daki evi belki bir anlamda tip "seminerlerinin" sürekli yinelendiği, düzenlendiği mekandır o günlerde. aziz nesin'den yaşar kemal'e atıf yılmaz'dan metin erksan'a türkiye'nin en aydınlık beyinleri bu mekanda biraraya geliyorlardı. bu fransız'ların pek ünlü "salon" geleneğinin istanbul'daki yansımasıdır da. tülay german bu "okul"dan diplomalıdır.

    1962'de buri ile german'ın yolları birleşti

    erdem buri tip'e yapılan saldırılardan payını aldı: "beyazıt'taki beyazsaray'daki tip toplantısından çıkarken az daha linç ediliyorduk. yaşar kemal ve bizim gençlik kollarından deniz gezmiş adlı bir çocuk hayatımı kurtardı" diye anlatacaktır daha sonra. deniz'e sevgisinin kaynağı buradadır.

    tülay ile erdem'in yolları 1962 yazı başlangıcında kesişir: bir daha asla ayrılmamacasına: tülay a'dan z'ye değişir: dünyaya bakışından insanlarla ilişkilerine. dünyayı sorgulamasından kadın-erkek konusunda yeni adımlar atmasına: bu konuda aslına bakarsanız daha çocukken epey yol almıştı. ilkokulda erkek çocuklarını döven, öyle arada sırada değil her gün döven, kaç kız çocuğu tanıyorsunuz? futbol oynayan ve bilhassa "bülent'e gol atınca" dünyaları kazanmışcasına sevinen "sokak kedisi". bülent nitekim "böylesine futbol oynayan kıza" kör kütük aşık bile olacaktır. ama sadece aşık. tülay ne yapsın yani?

    "türkiye'de solculuk yasak değil mi?" sorusunu erdem'e 1962'de soran tülay, kısa süre sonra tip konserlerinin değişmez ismi olacaktır: 11 aralık 1963'de saray sineması'ndaki konserde, aşık ihsani, aşık nesimi çimen, aşık ali izzet, ruhi su (tülay'ın müzik öğretmenidir) ve tülay german bir aradadır: yarınların mutluluğu için elele. ekim 1965'de tip sözlerini erdem buri'nin yazdığı ve tülay german'ın okuduğu "yarının şarkısını" seçim kampanyası boyunca kullandı: tip'in onbeş milletvekili çıkarmasını herkes hep birlikte kutladı: yarınların mutluluğu yoldaydı mutlaka. ama dönemin sağcı iktidarlarının saldırıları, tehditleri, gözdağı vermeleri de ...

    "çirkin kral"la tanışma

    1964'de ise erdem buri, tülay'ın, ruhi su ve benzeri türkücülerin, rahat ve sağlıklı bir ortamda çalışabilmeleri, ürünlerini dinleyicilerine sunabilmeleri için as kulübü kurar: öyküsünü kitaptan okumalı mutlaka. şişli'de site sarayı'ndaki kulübe gelenler arasında yılmaz güney de var:

    "doğrul koçum doğrul dosta gidelim" türküsünün bir numaralı abonesi yılmaz. 1966 başında "boynu bükük öldüler"in ilk baskısı çıkınca bir örneğini tülay arkadaşına vermekten zevk alan yılmaz. dönemin "çirkin kral'ı". ama kimi türküler, hele "burçak tarlası" kimi dinleyicinin (!) tülay german'a silah çekmelerine kadar saçmalamalarına neden oluyor. burası istanbul. özgürlük rüzgarları artık esmiyor: adalet partisi'nin tek başına iktidarı ve başbakanı süleyman demirel tip'e ve bütün sola karşı hınzırca planlar peşindedir.
    erdem buri ve yoldaşı selahattin hilav ise paris'li günlerinde hatırına, plehanov'un "marksist düşüncenin temel meseleleri" ile hegel'in "diyalektik ve mantık"ını çeviriyorlar: yaşasın felsefe. ama iyi saatte olsunlar tetikte. haklarında açılan davada erdem buri için "onbeş yıl hapis cezası isteniyor": bir kitap çevirisi için. pes! isteyen devlettir: istemi okuyan ise erdem'in saint joseph'den lise arkadaşı (s. 114). mart 1966'da, imam hatip talebeleri, miting yapıp as kulübü basacakları tehdidini savuruyorlar. tülay german'a tehdit ve tabut resimli mektuplar gönderiliyor.

    istanbul'a elveda demenin zamanı geldi (mi?): tülay anlatıyor bunu: mutlaka okumalısınız. bir tadımlık bal alıyorum. "boğaza gittim sonra emirgan'da iki bardak sıcak tavşan kanı çay içtim. yoldan geçen simitçiden halka aldım. kanlıca'ya gidip, gidip yoğurt yedim. balıkçı meyhanesinde rakı içtim. melike'nin (demirağ) sandallarından birisini alıp, kürek çektim. faytonla gezdim. (...)"(s. 118) istanbul'dan ayrılmak üzere olan birisinin böylesine bir elvedasına bir de abidin dino da tanığım: fikret mualla isimli bir içim su kitabında fikret mualla'nın istanbul'a hoşçakal deyişini anlattığı satırlar; aslında 1952 başında abidin'in istanbul'u terk etmeden önce bizzat kendisinin duyumsadıklarıdır çünkü.

    bana müsaade istanbul

    haydi bize müsaade istanbul. haydarpaşa, sirkeci. bu kadar şimdilik. sonra paris günleri başlıyor. tülay daha dört yaşında ilk okuduğu parçanın ismiyle zaten geleceğini yazmıştı önceden. yesari asım'ın parçası ne diyor biliyor musunuz?: "gurbet elde kimsesizim, buna sebep yar oldu." doğru söz nedir?

    5 mayıs 1972'de tülay german şu notu düşer: "damarlarımda kan değil, isyan akıyor." o gün ağlayan erdem buri'nin duygularına da tercümandır. (s 116)

    tülay german türkiye'de "çoksesli popüler müziğin" öncüsü ve erdem buri ile birlikte kurucusu olmasının yanında paris'te ve değişik dünya kentlerinde de ismini duyurdu: plaklar, konserler, televizyon ve radyo programlarıyla... 1982'de "nazım hikmet'e saygı" son plağıdır. 1987'de ise son konserini verdi. şimdilik. günümüzden sonrası ne getirir bilebilir miyiz? nazım'dan şiirleri türküleştirdi. mahir çayan'dan da karacaoğlan'dan da. pir sultan abdal'dan da...

    hayat yaşandı. yaşam hayat olana kadar...

    sonra bir gün erdem buri ayrılmak istedi. herkesten önce. "otuz yıllık meslek ve yaşam yoldaşım" diyor, tülay german: evet erdem ayrıldı. yılmaz güney'le verilmiş randevusu vardı. bu kesin. ikisi şimdi pere lachaise'deler. bir süre sonra ahmet kaya da yanlarına gitti.

    tülay german kitabını "yavru balaban bakışlı/yayla çiçeği kokuşlu/erdem'ime..." adıyor: bunca aşk ve sevgi ve dostluk dolu bir hayata değer. bir ömür bitiyor. bir kadın tek başına kalıyor: paris nam başkentte. o kadın yazmaya başlıyor: 1996'da erdemli yıllar başlıklı kitap bu yazma eyleminin ürünüdür.

    bugün elimizdeki düşmemiş bir uçağın kara kutusu ise, birinci kitabın gözden geçirilmiş ve yeni bölümlerle zenginleştirilmiş biçimidir. kitabın 1996'da yayınlanması sanki yazara türkücülüğünü de/okuyuculuğunu da anımsatıcı bir rol oynadı: tülay german'ın yeni çalışmaları çıktı: 1998'de the song of poets, le chant des poetes yani şairlerin şarkısı, 1999'da yunus'tan nazım'a (kalan müzik yapımı). 2001'de burçak tarlası (kalan müzik): bu son iki yapıtta birer kitapçık da bulunuyor: öğrenilecek dünya kadar şey.

    tülay german 1999'dan beri adam sanat'a sevimli yazılarıyla da okuyucularını mutlu ediyor. yazar yazmasını sürdürdükçe yorumlayıcı dinleyicilerine mutlaka yeni eserler sunacaktır: yeter ki güneş sözünde dursun. işığa ve özleme, denize ve dinginliğe ihtiyacımız sonsuz çünkü. (nk/bb)"
  • düşmemiş bir uçağın kara kutusundan (sayfa 177)

    her gece bir arkadaşın evine davetliyiz. sevdiğim ne kadar türk yemeği varsa, yaptırıyorlar. çerkez tavukları, börekler, mantılar, dolmalar, balıklar... istanbul'a incecik geldim, paris'e şişman döneceğim bu gidişle. herkesin devamlı olarak sorduğu soru:
    "1962'den beri hala lafınız bitmedi mi? sıkılmadınız mı?"
    erdem cevaplıyor:
    "ne diyorsunuz? alışverişe gittiğinde özlüyorum. bazen, sokakta yürürken veya bir kahvede otururken tülay gösterir, erdem bak ne kadar güzel kız, diye. gözüm görmüyor ki. benim için en güzel, tülayka'm. doyamadan gideceğim bu dünyadan. bir tek isteğim var: sonra, çok sonra olsun. bir uçağa binelim uçak düşsün, beraber gidelim."

    yine aynı kitaptan (sayfa 206)
    sırtımda uzun kollu, yerlere kadar uzanan mavi bir gömlek, kabus gibi bir koğuşa giriyorum. binlerce alet çalışmakta. hasta bakıcılar, karınca gibi oradan oraya koşuyor. hep aynı cümleyi duyuyorum:
    "elimi sıkın, hadi uyanın artık, eliim sıkın, elimi sıkın..."
    erdem'i buldum.
    yavru balaban bakışlı, yayla çiçeği kokuşlu yavrum, kurban olayım sana.
    kolumu okşuyor. elimi eline alıp göğsüne götürüyor.
    "sakın korkma," diyor
    "neden korkayım?" deyip, gülümsüyorum
    sakinim çok sakinim
    "ben istiyorum," diyor.
    "ne istiyorsun bakayım? beni öpmek mi?"
    "evet."
    az sonra bir sürü aletle yanımıza gelip, çıkardılar beni koğuştan
    beynimde şimşekler çakıyor.
    neden istanbul'daki tabancam burada yanımda değil?..
    neden erdem'le uçakta değiliz?
    "okyanusa düşen uçakta?" (17 şubat 1992)

    ve en son (sayfa 210-211)
    hastabakıcılara "lütfen yalnız kalmak istiyorum," dedim.
    bütün tüpleri, oksijeni, herşeyi çıkardım, attım, koynuna girdim. sarıldım. iki saat yattım yanında.
    yataktan çıktım, makası alıp, saçından bir tutam kestim, bir kağıdın içine koydum, kağıdı da cebime.

    paltomu giydim, odanın kapısını kapattım...

    (okyanusa düşen uçak nerde?)

    yavru balaban bakışlı
    yayla çiçeği kokuşlu
    kokar erdem deyi deyi
  • farkındasın değil mi, bu memleket en akıllı, en ileriyi gören evlatlarını hep harcadı. çünkü hepsi de birer uyumsuzdu. bu memlekette ya o ya da bu olmalısın. yeni bir fikir ileri süremezsin, hatta düşünmemen gerekir böyle şeyleri, aklından bile geçirmemen. çünkü biz düşüncenin eyleme geçmiş halinden bile korkmayız kendisinden korktuğumuz kadar.

    tülay german zengin ailenin kolejde okumuş kültürlü bilgili kızı. ama ev kadını olması gerek. kültürlü bir ev kadını olup kocasının yüzünü ağartacak diğer hemcinsleri gibi. güzel yemekler yapacak, akıllı çocuklar doğuracak, bir de elbette yatakta orospu olacak. olamazsa annesi gibi kaderine boyun eğecek. bunları, severek evlendiği değil, ailenin “münasip” gördüğü bir adam için yapacak.

    kolejde bir gün bütün kızlara kağıt dağıtılıp oradaki soruları cevaplamaları istenmiş. sorulardan biri şu; okul bitince ne olacaksınız? şarkıcı olacağım yazmış tülay. hemen ertesi gün müdire çağırmış. dehşet içinde müdire, yanlışlıkla yaptım demesini bekliyor ama demeyecek tülay. aksine “taammüden” yazdığına inandıracak müdireyi ve bir dehşet daha yaratacak. şöyle cevap verecek memleketin şarkıcıdan çok bilgili annelere ihtiyacı olduğunu söyleyen amerikalı müdireye;

    “özür dilerim miss martin ama, amerika'yı, çok iyi bir anne ve ev kadını olan kız kardeşiniz mrs. tracy değil de mesela nat king cole ya da ella fitzgerald gibi şarkıcılar tanıtıyor dünyaya.”

    öfkesinden incecik bir çizgiye dönüşecek amerikalı müdirenin dudakları.

    sonra ailesinden gizli şarkı söylemeye başlayacak tülay kulüplerde, ingilizce hem de. babası duyduğunda ilk osmanlı tokadını yiyecek. ama herkesin bir yumuşak karnı var. sekreteriyle ilişkisini görmezden gelme karşılığında izin koparacak babasından. işte bu memlekette işler böyle yürür. yasak olan her şeyi yapabilirsin, gizli kalmak şartıyla. giz bozulduğunda da bedelini ödersin olur biter. hatta buna gerek bile kalmayabilir.

    lüks kulüplerde şarkı söylerken hayatını değiştiren adam erdem buri'yle tanışacak tülay german. erdem o zamanın aydınlarından, evi adeta bir okul. dönemin tanınmış sanatçılarının, yazarlarının uğrak yeri. on yaş farka rağmen birbirlerine aşık olacaklar ve işte o zaman tülay'ın değişimi başlayacak. yabancı şarkılardan türk müziğine yönelecek. ruhi su gibi ustalardan dersler alıp tarzını değiştirerek sahneye çıkacak. ama o dönemim en “tehlikeli” insanları bunlar… üstelik bir araya geliyorlar.

    tehditler alacaklar ruhi su ve diğerleri ile birlikte.

    “sizi yakacağız!”

    imzasız mektuplar gelecek altlarında ruhi su, tülay german yazılı iskelet resimlerinin olduğu. aldırmayacaklar.

    ve sonra paris yılları gelecek. o yıllar bizim utanç yıllarımız tıpkı şimdikiler gibi. şarkı söyleyen insanların sakıncalı ilan edildiği zamanlar onlar.

    sonra erdem öldü biliyor musun? paris'te beyin kanaması geçirip tam on buçuk ay hasta yattı ve öldü. aşkını koruyabilmek adına erkeğiyle evlenmeyen, bunu aklından bile geçirmeyen ve bu yüzden ailesi tarafından baş günahkar ilan edilen o kadının ellerinde öldü. okusan sen de ağlardın...
  • kalan muzikten cikan yunus'tan nazima isimli kasetinde harikalar yaratmis olan cok sesli populer muzigin yaratici oldugu icin adinin onune popcu lakabilini yakistiran cahil gazeticileri umursamayip cazla basladigi yola kendi ismi ile devam eden yuregi de sesi kadar genis olan insan..
  • anadolu pop meselesinin ortaya çıkışındaki önemli örneklerden olan 1964 tarihli "burçak tarlası" 45'liğini yaptı. daha sonra fransaya gitti ve çalışmalarına orada devam etti bu nedenle türkiye'de bilinmez. 1987 senesinde aktif müzik hayatına veda etti.
  • fransa'ya gittiğinde halk ismini rahat telafuz etsin diye albümlerini toulai, diye çıkarmış 1 dönem.
    ayrıca şarkıcılığa nefis caz yorumlarıyla ((bkz: summertime) mesela) başladıktan sonra hayatının aşkı erdem buri ile tanışınca bambaşka 1 yola kayıp orada da çok önemli işler başaran, halen paris'te tek başına oturmakta olan, türkiye'den çıkan ender büyük şarkıcılardan.
    kalan daha sonra 1 tane de "burçak tarlası 62-87" çıkardı ki kesinlikle dinlenmeye değer.
  • günün birinde bir elf'ten, bana seni gerek seni dinleyeceğimi hiç ummazdım. o elfin adıymış meğer tülây german. onu henüz keşfediyorum. geç oldu,biliyorum, bunun utancı içindeyim. ama ne de güzel söylüyor...

    bir bakıyorsunuz summertime söylüyor, bir bakıyorsunuz mapushane diyor. bir bakıyorsunuz dadaloğlu'ndan kalktı göç eyledi avşar elleri diyor; bakmaya devam ettiğinizde, janis joplin'e bir saygı duruşu a perdre haleine ile karşılaşıyorsunuz fransızca. hem de bütün o janis joplin'in küçük gırtlak oyunlarıyla.
    acayip bir kadın bu kadın! on parmağında on marifet. mesela, mecnunum leylamı gördüm'ü jülide özçelik'ten yaklaşık elli sene evvel jazz tonlarında söylüyor, bu türkünün böyle de çalınıp söylenebileceğini gösteriyor da sonra başka bir kayıtta -aşık nesimi çimen'in cura çaldığı bir kayıtta- denk geliyorsunuz, bu sefer aslına uygun biçimde "mecnunum leylamı gördüm, bir kerecik baktı geçti" diyor. yıkıp geçiyor. hani sanki aşık veysel ya da aşık ali izzet özkan bu türkünün bir kadın sesinden de güzel tınlayabileceğini nasıl düşünememiş, gibi garip bir soruya garkediyor insanı.

    biraz kaynak aradım taradım, sonuçta şuraya vardım: erdem buri'nin büyük aşkı, zeynep oral'a göre bir dönemin sembolü*, murat meriç'in biricik yıldızı*, françois rabbath'ın deyişiyle de bir melek o. 87'de herkesten gizli -erdem'den bile gizli- sahnelere veda etmiştir. sahnede son söylediği şarkı gelin canlar bir olalım'dır. erdem buri'nin vefatının ardından kendi köşesine çekilmiş; buna karşın, 2010'da hakkında film* yapan didem pekün'ün dediğine göre o "hala dünya haberlerini takip eden, cıvıl cıvıl, siyah saçlı, büyük gözlükleri, altında kot pantolonu, elinde şarabı bağdaş kurup plaklarını çalan çok hoş bir kadın*"dır. benim için ise o'nun françois rabbath'la yaptığı albümlerin** yeri ayrıdır.
    (bkz: le chant des poetes) (bkz: yunus'tan nazım'a)

    dilerseniz bir de françois rabbath'tan dinleyelim tülây'ı:
    « biliyorsunuz, bugüne kadar pek çok büyük isimle birlikte çaldım; fakat tülay başkaydı, ayrı bir havası vardı.
    barbara, örneğin, çok yeteneklidir ama o her zaman yaptığı işi çok iyi bilen bir şarkıcıdır. oysa tülay, tamamen başka bir şey, başka bir dünyanın varlığı. bir melek o. şarkı söylediğinde, sanki söylemiyor da onu yaşıyordu, hani şu aura diyorlar ya aynen öyle, onun bir aurası vardı etrafında kendini yaratan, anlatabildim mi? her nota onun ruhundan çıkardı, söylediği her söz manidardı. erdem buri bana her defasında türkçe bilmememe rağmen nasıl böyle düzenlemeler yapabildiğimi sorardı. oysa benim o şiirlerde ne dendiğini bilmeme gerek yoktu ki, o ses ve o söyleyiş zaten bana her şeyi anlatırdı. tülay’la o iki albümü yapmış olmayı, mesleğimi icra ederek hayatımı kazanmak'tan her zaman ayrı tuttum. diğerleriyle çalarken, iyiydi hoştu, eğleniyordum tabii, severdim yaptığım işi. severdim çünkü bir şartım olurdu: onları kendi duyduğum gibi çalabilmem için bana belli bir özgürlük alanı, “çalışma özgürlüğü” bırakmalarını şart koşardım. oysa tülay’la birlikte çalarken, ona eşlik ederken, söylemeliyim ki hiçbir zaman “çalışmadım”. bu şarkıları çalabilmek, erdem’in bestelediği her melodiye özgü bir düzenleme hazırlayabilmek için iki yıl harcadım. bunun için saz çalmasını bile öğrendim, normalde çaldığım enstrüman kontrbas olmasına rağmen. ama nasıl söylenir? buluşup birlikte çaldığımız vakit, bundan zevk alırdık. harikulade bir uyum içindeydik. bu, nadir bir şeydir. »

    ve ben, yine, günün birinde bir elf'ten bana seni gerek seni dinleyeceğimi hiç ummazdım. o elfin adıdır tülây german. ve "kokar elif deyi deyi."
hesabın var mı? giriş yap