• peygamberin, kendilerini meşruiyet zeminine oturtma kaygısı taşıyanlar tarafından kullanılmasına cevabı vermiştir. ellerine sağlıktır.
    http://www.litost.com/…/02/sevgili-peygamberim.html
  • kabataş yalanı ortaya atıldıktan ve yoğun bir şekilde tartışıldıktan günler sonra sanki hiç konuşulmamış gibi kabataş saldırısı diye başlık açıp, çok orjinal şeyler yazıyormuş, vicdani bir yaraya parmak basıyormuş ayaklarına duyarlı pozlarda sürekli başlığı uplayarak, çapına bakmadan ona buna laf yetiştirdiğini sanarak bir müddet bayağı bir efor sarf etmişti. daha sonra sonra gerçek görüntüler kendisine kapak olunca iflah olmadı gitti.

    unutulmasın: http://i.imgur.com/f7ra7pi.png
  • bir muhterem. (bkz: #87063416)
  • ağlak bir yazı yazıp, bildik islamcı mağdur rolünü oynamış. işte bize kötü kötü baktılar, tencere tava çalıp rencide ettiler diye. mezarımıza tükürecekler de diyor. pek duygusal, pek dokunaklı...

    ama aynı yazıda ihsan eliaçık için "ruhunu şeytana satmış" diyor. sen bir müslümana, sırf akp karşıtı olduğu için ruhunu şeytana satmış diyeceksin, sonra çok kibar, çok içli adam taklidi yapacaksın.

    mezarlarına değil ama böyle adamları görsem suratlarına tükürürüm.
  • murat menteş hakkında yazdığı yazıyla bizi bizden koparmış, saçmalığın everestine bayrak dikmiştir.
    bir site kur, orada ağız dolusu kus, insanlar da sana rağbet etsinler. güzel iş.
    yumruk atarsan yumruk yersin. dayak yemek de sansasyonel bir iştir. arkadaş bunu fark etmiş.
    menteş'in romanları hakkında "boş romanlar" demiş, sonra menteş'e "ağız burun dalası olduğunu" söylemiş.
    menteş'in romanlarında kurduğu cümlelerin bir tanesi kurmaktan aciz, sakar yazar tavırlarıyla caddeye çıkan bu gence omuz atardık ama ciddiye alınması bünyesinde zafer kazanmış at kişnemesine sebebiyet verir.
    aslında arkadaşın yazdığı sitenin ismi olan "litost" bir ruh durumunu ortaya koyuyor. litost, "insanların beceremediği şeylerden ötürü kendine acımaları, beceriksizliklerinden ötürü kendilerine eziyet etmeleri" manasına geliyor. ismiyle müsemma işler. ama başkalarına eziyet etmesinler, günahtır.
    at kişnemesinden vakit bulursa önce yumruğunu bize atsın, sonra murat menteş'e...
    ya da akıllı olsun, gitsin özür dilesin, murat menteş kıyak adamdır affeder.
  • gerçek hayat dergisi kapandığı için sonpeygamber.info'ya editör olarak geçen baudelaire.
  • tek ortak noktamızın kitaplar olduğunu öğrendiğim yazar.

    paris’te, kendisiyle röportaj yapmak için walter benjamin’in evine giden bir muhabir, çalışma odasında yeni alınmış birkaç koli kitap görür ve biraz da alaycı bir şekilde “tüm bu kitapları okuyabilecek vaktiniz olduğuna inanıyor musunuz?” diye sorar. benjamin, muhabire şöyle cevap verir: “kitaplar yalnız okumak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak için vardır”.
    benjamin’in bu harikulade “bahanesini” görür görmez dört elle sarılmıştım ama önce annem, sonra da eşim bu numarayı yutmadılar. kitap satın alma hızımın okuma hızımdan en az iki kat fazla oluşunu gizleyecek takatim de kalmamıştı zaten. işin kötüsü, bu iradesizliğimden ötürü kendime kızıyordum. fakat sonraları, insanlarla tanıştıkça, ilişkilerim çoğaldıkça gördüm ki kitaplarla arasında aşka benzer bir bağ olan herkesin üç aşağı beş yukarı benzer “manyaklıkları” vardı. ve kitap satın almak bunların en sıradanlarından biriydi.

    hatırlıyorum, ilk gençlik yıllarımda, etrafımda bir deyim türemek üzereydi: “turgay’dan kitap almaktan bile zor”. bu konuda nemrut gibiydim hakikaten; en yakın arkadaşım bile olsa, önce “neden benden kitap istiyor” diye suratımı ekşitir, bir bahaneyle geçiştirmeye çalışır, baktım olmuyor çek senet mafyası gibi bin bir ölümcül uyarıyla verirdim istediğini. “gidin kitapçıdan alın lan, benim babam da sabancı değil, para biriktirip alıyorum” diye de atarlanırdım. laf aramızda, bu öfkem hiç de haksız değildi. zira hiçbiri kitaba benim gibi sevgiyle, merhametle, hassasiyetle yaklaşmıyordu.

    hiç unutmam, bir keresinde en yakın arkadaşlarımdan birinin çok da samimi olmadığım sevgilisi benden ahmet altan’ın kılıç yarası gibi romanını istemişti. basiretim bağlandı, hayır diyemedim. ayrıca naif, sakin yaradılışlı bir kızdı, bizim ayılar gibi tembihlenmeye ihtiyacı yok görünüyordu. kitap, tam dört gün sonra döndü bana. ama bir kitap olarak değil. bir “kâğıt yığını” olarak bile değil. savaşta bir kolunu ve bir bacağını yitirmiş, görme yetisi yüzde seksen kaybolmuş, insanlar ismini söylediğinde yüzlerine uzun uzun, anlamsızca bakan perişan bir asker gibi döndü.

    o an nasıl bir yemin ettiysem artık, yıllar boyunca kimseye kitap vermedim. tek istisna eşim oldu. henüz evli olmadığımız zamanlarda kendisine kitap veriyordum ama nasıl, anlatsa da dinleseniz. “kitap okurken çay-kahve içmeyeceksin, yok eğer çok istiyorsan okumaya ara verip içecek, kitaba sonra döneceksin. kitabın kapağını doksan dereceden fazla açarsan ilişkimizi gözden geçirmek zorunda kalabiliriz. herhangi bir sayfanın kenarına not alacağına yahut satırların altını çizeceğine kafama bir kurşun sık daha iyi. kitabı bir poşetle sarıp sarmalamadan zinhar çantana atmayacaksın.”

    keşke sorun yalnızca “diğerlerinde” olsa. en fazla kitap vermezsin, gidip de gelmeyen kitabının yerine yenisini alırsın olur biter. asıl mücadele, asıl “manyaklık” evde, kendinle baş başa kaldığında başlıyor.

    “şimdi bu kitaplar raflara hangi sistemle dizilecek?” sadece bu soru üzerinde bir hafta düşünülür. yazarına göre mi? mantıklı ama farklı yayınevlerinden çıkmış kitapların ya ölçüleri ya tasarımları uyuşmadığı için nahoş görünüyorlar. türlere göre mi? aynı sorun burada da geçerli, üstelik bazı kitaplar birkaç farklı türde değerlendirilebilir. yayınevine göre mi? estetik takıntınız üst seviyedeyse en mantıklısı bu ama böyle yapınca da dostoyevski’lerin bir kısmı orada bir kısmı şurada kalıyor. hadi diyelim yazarın tüm kitaplarını -mümkünse- aynı yayınevinden aldınız. mübarekler yerinde durmuyor ki… iletişim yayınları örneğin, aldın tutunamayanlar’ı koydun rafa, güzel. bir sene sonra korkuyu beklerken’i aldın, tutunamayanlar’ın yanına koydun, hâlâ güzel. sonra bir gün gidip tehlikeli oyunları aldın ve şok şok şok, sırttaki düz “iletişim” yazısı gitmiş, yerine kirpi logolu olanı gelmiş! yahut daha fenası, can yayınları sen tut onca senelik beyaz kapaklarını terk et, her kitaba farklı renkte tasarım yapıp güzelim rafı mahvet…

    daha böyle ne problemler var. geçenlerde bir sabah evden çıkarken, akşamdan hazır ettiğim bir kitabı çantaya attım. sonra fark ettim ki içine ayraç koymamışım. yaklaşık beş dakikam “doğru ayraç” uğruna kayboldu gitti. ayraç kitabın kapağıyla uyumlu mu? ayracın boyu kitaba göre fazla mı kısa, fazla mı uzun? ayraçta alakasız bir yazarın/romanın tanıtımı mı var?

    anlattıklarım, bu taraklarda bezi olmayanlara acayip gelebilir. geliyordur da zaten. onları “eh, içkimiz yok sigaramız yok, lüks zevklerimiz yok, bırakın da kitap sevelim biraz” deyip geçiştiriyorum. yalan da değil hani, seviyoruz kardeşim, elleşmeyin. “bunların hepsini okudun mu şimdi sen” diye sormayın. vakti gelince hepsi okunacak elbette.

    ara sıra bazı genç arkadaşlarla buluşuyoruz, sohbet çok geçmeden okumaya, dolayısıyla okuma ritüellerimize geliyor, diyorlar ki, “turgay abi, ben de yalnız kendim böyleyim sanıyordum, şimdi sen anlatınca nasıl hoşuma gitti anlatamam, meğerse aynı düşünüyor, aynı şekilde davranıyormuşuz”. buna karşılık ben de kendilerine şu söylevi hediye ediyor ve en az onlar kadar mutlu ve umutlu biçimde arkama yaslanıyorum:

    “canım kardeşim, biz, birbirinden haberi olmayan büyük ve güzel bir cemaatiz. sırf arkadaşlarımız oflayıp pufluyor diye yıllarca kitapçıları yalnız başımıza gezdik. internetten satın alacağımız kitabı dahi önce bir yerlerde bulup okşadık, sevdik, sohbet ettik; biz onu istiyoruz ama acaba o bizi istiyor mu diye yoklama çektik. kitaplarımızdan birinin köşesi kenarı yırtıldığında ayak serçe parmağımızı sehpaya çarpmışçasına acıyla titredik, boşluğa küfrettik. yeri geldi 2 liralık tavuk dönere talim ettik, yine de kitap rızkımızı yele vermedik. üstelik tüm bunları, sanki bir suç işliyormuşuz, sanki yalnız bize mahsus psikolojik bir rahatsızlığın pençesindeymişiz gibi gizledik. bizi güzel bir cemaat yapan da bu oldu zaten. dünya döndüğü müddetçe de bu olacak.”

    http://www.gercekhayat.com.tr/…-buyuk-bir-cemaatiz/
  • gün itibatiyle derginin kadın bir çalışanıyla birlikte işine son verilmiş yazar.
  • bu adamı ben seviyorum. sevmekten ziyade, kendimle bire bir aynı buluyorum. attığı her bir twiti okurken bir kez daha şaşırıyorum nasıl oluyor da tamamiyle aynı düşündüğüm bir insan olabilir diyorum. basit ayrıntılar olsun, siyasi meseleler olsun.
    hatta geçen rüyamda gördüm, abi biz birbirimize çok benziyoruz diyodum.
    ama nedense hiç tanışasım yok. tanışma arzusu veya hayatına dair özel bir merak gütmüyorum.
  • uzanamadığı üzüme ham diyen tilki gibi, iyi olduğu için beğenileni beğenmeyerek ve bunu da çocukça bir üslupla dile getirerek sözümona muhalif ve dik bir duruş sergilemeye çalışan, hatta bu yolla bir popülerite elde etmeye çalışan, ancak sirk hayvanları kadar gülünç olabilen bir şahsiyet.
hesabın var mı? giriş yap