• farklı dönemlerde bu ve benzeri başlıklar altında türk edebiyatını eleştiren birçok yazı kaleme almışım. gerek can sıkıntısı, gerek kitap yazanların yerli yersiz sorularından bunalmam sebebiyle, kitabı yayımlanmış – yayımlanacak – yayımlanmamış yazarlara yönelik, sıralama ve sınıflandırma yönünden hiçbir nizama dayanmadan, gelişigüzel yazdığım yedi tavsiyeyi burada paylaşıyorum ki yerli yersiz sorularınızla mesaj kutumu işgal etmeyin, mesajınız var yeşilinin yarattığı “lan acaba hatun mu yazdı?” heyecanıyla kıpır kıpır olup iki saniye sonra “hııı… erkekmiş” sükut-u hayaliyle perişan olmaya yazgılanmış şu biçareye artık ıstırap çektirmeyin. tamam mı?

    1- lk tavsiyem şu olacak. yazma. şaka değil, ciddiyim. ne derdin var? aklını mı kaçırdın? roman yazarak yaşamını veya galaksimizin en dış kolunda anca yatacak yer bulmuş bu sikik, soluk mavi noktayı güzelleştirebileceğine mi inanıyorsun? hem de postmodern çağda? aklının en kuytu köşelerinde herkesten sakladığın şu düşünceden, yani zengin ve ünlü olma hayalinden kurtul. roman veya hikâye yazarak zengin olamazsın. yeryüzünde yüz binlerce yazar var ve göz önündeki birkaç bin tanesine kanarak yüzlerce kişinin doluştuğu salonlarda konuşmacı olduğun, en butik mekânlara gidip doğru telaffuz edebilmek için kıçını yırttığın eksantrik isimli içecekleri yudumladığın; fularlı, sözüm ona divine madness semptomları gösteren tiplerle yüksek sanat – felsefe üzerine bol malumatfuruş ve namedropping’ten müteşekkil sohbetlerde bulunduğun ve elli yıl sonra sanat alemiyle alakalı biyografik kitaplarda okununca bıyık altından güldüren cinsten çetrefil aşk-seks ilişkileri içinde yer aldığın bir yaşama sahip olacağına inanıyorsan… avucunu yalarsın genç yazar. türkiye’de bir yazarın 200 sayfalık romanının ilk baskısından kazandığı para ortalama 2000 lira. yani aylar yıllar harcadığın, yazmak için kendini perişan ettiğin kitabın karşılığında elde ettiğin kazanç asgari ücretten dahi az; daha acı olanı ise, kitabın üstünde çalışan editörün, kitabını dağıtan dağıtımcıların, kitabını satan tezgâhtarların, kitabını eve götüren kargocuların maaşlarından bile az… ayrıca yazar-kitap enflasyonunda eserinin raf ömrünün birkaç ayı geçmediği böylesi bir ortamda “belki allah yürü ya kulum der” diyerek kendini avutmaya kalkma, çünkü yüzde doksan beş olasılıkla yürü ya kulum demiyor.

    2- ne yazacağın seni ilgilendirir. elbette uzak galaksilerde geçen bir cyberpunk destanı yazabileceğin gibi kurgu konstrüksiyonunu alaşağı eden hypertext bir metin de yazabilirsin… şayet batı, latin amerika ve uzakdoğu’da yaşayan biriysen… sekiz kişiye bir kitabın düştüğü bir ülkede, en iyi olasılıkla doksan milyon insanın okuyabildiği ve dünyanın pek sallamadığı bir dilde yazacaksan ki bu yeterince lüzumsuz entry’e vakit ayırdığına göre durumun tam da bu, seçeneklerin epey az. türk okuru genellikle yabancı yazarlar söz konusu olduğunda en ilginç konulara – metotlara müsamaha gösterebilirken, yerli yazara aynı toleransı göstermez. hep bir kusur, hep bir olmamışlık, hep bir çiğlik ararlar metninde. sözgelimi, en basitinden kazuo ıshiguro’nun never let me go’sundan en zoruna julio cortazar’ın rayuela’sına, bu tipte romanlar yazmış olsaydın olasılıkla dosyanı yolladığın her yayınevi birkaç ay içinde ret cevabını e-posta adresine yollayacaktı. ne yaptın ne ettin kitabı yayımladın diyelim, akademiden eleştirmenlere, hiç kimse eserine beklediğin ilgiyi göstermeyecekti. mesela, neil gaiman dede korkut hikâyeleri’ne dayanarak fantastik bir kurgu yazdığında kimse bunu sorun etmez ancak sen sakson destanlarına dayanarak benzer türde bir şey yazarsan iki saniyede türkiye’nin geniş ve zengin kültür mozaiği dururken elin sikiyle gerdeğe girmiş özentinin teki olarak ilan edilirsin.

    neden mi? bunun tanzimat döneminin frankofil yazarlarının inşa ettiği halka rehberlik eden yazar stereotipinden cumhuriyet retoriğine bir yığın sebebi var ama ben sana hiç değilse birini özetleyeyim. türkiye sanat ve edebiyat camiasının bilinçdışında temel bir ön kabul vardır. sanat – edebiyatın lokomotifi batı – latin amerika ve bir ölçüde uzakdoğu’dur. ana sahne onlarındır. yenilikleri onlar bulur, yeni metotları, yeni anlatım tarzlarını, yeni akımları onlar yaratır, biz, daha az izleyicili - okurlu, yani daha küçük bir sahnede olanlar ise ana sahnede icra edileni yerelleştiririz. vazifemiz budur.

    işte tam da bu yüzden köhneleşmiş edebiyata yeni bir soluk getirmek arzusuyla yanıp tutuşan çiçeği burnunda türk yazarları “genellikle” ilk kitaplarının yayımlanmasının bedeli olarak, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek misali, mezkûr önyargıyla malul yayınevi - okur – eleştirmen triumvirliğine istediklerini kuzu kuzu verir. kasaba – köy – taşra – bozkır - kekik kokulu çayırlar – çeşme başında su dolduran kızlar – pis, alkolik, ahlaksız baba – aile içi şiddet – şehir köy çatışkısı - varoş mahalleler – torbacılar – orospular – pezevenkler - körkütük âşık delikanlılar –veciz cümleler dizen bilge adamlar – ebeveynine benzemek istemeyen ama zamanla ebeveynine dönüşen karakterler – kadına karşı şiddet - sevgiyi bir türlü bulamayan intihara meyyal depresif kadınlar - açlık – fakirlik –yalnızlıklarını içkiyle gideren loserların doluştuğu kaybedenler kulübüne dönüşmüş barlar – hayata karşı sitemkârlık vs… oysa genç yazar bindiği dalı kesmiştir, haberi yoktur. zira yayınevi – okur - eleştirmen triumvirliği ondan artık hep böyle şeyler bekleyecek ve o da bu talebi karşılayıp varlığını kalıcı kılmak ve onu övenleri hayal kırıklığına uğratıp eleştiri almamak için binlerce muadili bulunan bu temalarda yazmaya devam edecektir. bu yüzdendir ki türk edebiyatında eserleriyle bir yere geldikten sonra dramatik bir kırılma yaşayıp farklı tarzlara, deneylere yelken açan yazar sayısı çok azdır. hatta var mıdır ki öyle biri lan?

    bu safhada artık yazar atölyelerine değinmem gerekiyor.

    3 - son yıllarda ülkemizde tavşan gibi çoğalan edebiyatla alakalı atölyeler şu motivasyonlardan en az birine dayanmaktadır. a – atölyeyi düzenleyen yazar tatile gidip ınstagram’dan fotoğraf paylaşmak, kirasını ödemek, cep telefonunu değiştirmek veya benzeri, son tahlilde bir süre cebinde para olmasını istemektedir. b –atölyeyi düzenleyen yazar kişisi insanlara iyi roman nedir, nasıl yazılır gibi başlıklarda ders verecek yetkinlikte, velhasıl “edebiyatın epistemesi’ni kavramış yazar” kimliğinin hâlihazırdaki “yayımlanmış veya ödüllü yazar” aurasına katacağı artı değerin idrakındadır. 3- atölyeyi düzenleyen yazar kişisi tümüyle sübjektif olan zevklerini ve görüşlerini idealize etmek, sözün kısası, kendi edebi macerasını ve eserlerini olumlama derdindedir. 4- yazar kişi atölyesine katılan yazar adaylarının kendisiyle sohbet ederken söz kendi kitaplarından açıldığında göt gibi kalmamak ve “hocam şu şu öykünüzde şöyle bir şey olduydu” deyip göze girmek için en az bir kitabını satın alacaklarını bilmektedir. evet, tüm yaratıcı yazarlık – roman – öykü ve benzeri atölyeler bu motivasyonlardan en az birine dayanmaktadır ve hakikat bu iken sittin sene bunu atölyeyi düzenleyen yazara kabul ettiremezsin. uğraşma. iki dakika içinde dünyada yaratıcı yazarlık atölyesinde yetişmiş yazarlardan örnek verip (chuck palahniuk, kazuo ıshiguro) seni muhafazakâr olmak ve 19.yy’ın edebiyatı yücelten inançlarına bel bağlamakla itham edip son safhada yaptığı “iyiliği” kavramayan bir hödük olduğun sonucu çıkaracaktır. sakın ama sakın “istatistiki olarak her bin katılımcıdan ancak bir ikisinin başarılı olması atölyelerin varlığını meşru kılmaz” veya “ne kadar iyi niyetli olursanız olun verdiğiniz eğitimin er geç sizin edebi zevkiniz ve tercihlerinizle oluşmuş bir müfredatla işlemesi romanın tektipleştirilmesine neden olmuyor mu?” gibilerinden havalı sorular sorma, çat diye o meşhur yanıtı alıp ortamdan siktir edilirsin. “biz insanlara yazarlık nasıl yapılır öğretmiyoruz ki amcık beyinli?” atölyelerin hiç faydası yok mu? cinayet işlemenin bile öldürülen kişinin ileride öldürmeyi plandığı eski kız arkadaşını kurtarmak, hapishanede otuz sene kalıp trafik kazasına kurban gitmekten yırtmak veya ileride bir savaş olursa düşman askerini öldürmenin yarattığı travmayı en aza indirmek gibi olumlu tesirleri varken elbette atölyelerin de katkısı yok diyemem. mesela kitapsever insanlarla tanışmanı, o kadar kitap okuyup öküz olduğun için anlayamadığın teknikleri bir ihtimal sökmeni kolaylaştırabilir, ek olarak edebiyat camiasında bağlantılar kurup çorbada tuz misali birkaç yıl içinde yarrak kürek kitaplar ailesine yeni bir üye katmanı sağlar.

    4 – kitabının yayımlandığını farz ederek konuşuyorum. asla ama asla tevazu maskesini çıkarma. şöyle ki, türk edebiyat camiasının kılcal damarlarında bir tekke – kışla hiyerarşisi işlemektedir. genç yazardan övünmemesi, yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaması, başına ne gelirse gelsin sineye çekmesi, yakınmaması, çok konuşmaması, zevzevklik yapmaması, onu bunu şikâyet etmemesi ve iyi kitabın er geç yolunu bulup okuruna kavuşacağı gibi determinist –ve kolaylıkla çürütülebilir - bir düşünceyi benimsemesi beklenir. ayrıca büyüklere saygı gösterip mütevazı yazın dünyamızın nadir bulunur “ulu” yazarlarını eleştirmemesi beklenir. sözün kısası genç türk yazarı demek, yıkıldı yıkılacak bok kokan bir tekkenin avlusunda süpürge sallayan bir mürit olmaktır. mesela çok bir iyi bir roman yazdığını düşünüyorsun, ancak bir problem var, kitabın hakkında hiç kimse hiçbir dergide, kitap ekinde yazmadı, seni eleştirmedi, görmezden gelindin. sikik bir durum… oysa bir bakıyorsun, eleştirmenler veya kendini eleştirmen sananlar sikimsonik yazarları öve öve bitiremiyor. allah allah, diyorsun. merak edip bu kitaplardan birini ediniyorsun, son sayfayı kapatınca insiyaki “vay babayın, anne baba kız çocuğu muhabbetlerinden mürekkep bu yarrak kürek öyküleri nasıl agamben’lerden butler’lardan tespit aşırarak övdünüz lan” diye nara atıyorsun, komşuların duvarlara vurup “edebi anksiyeteni gündüz yaşa amın oğlu” diye bağırıyor, şayet oturduğun semt cihangir, kadıköy falansa belki komşularından biri “ayrıca yakınacağın yerde eco’nun aşırı yorum kitabını oku seni gidi aşağılık herif” diye bir tavsiyede bulunuyor. işte bu noktada evinde nasıl susuyorsan, genel olarak da susacaksın genç yazar. şayet durumu eleştirirsen çok geçmez bir akademisyen “ah kafka’lar, tanpınar’lar, gombrowicz’ler, atay’lar neler neler yaşadı, bu kadar şikâyet etmedi caanım” minvalinde azarlayıcı bir cevap verir, sonra da az önce paylaştığım kaderci önermeyi ellerini arkasında kavuşturmuş, tilmizine ders veren derviş bilgeliğiyle seninle paylaşır, sen de uslu uslu götünün üstüne oturursun. neden mi böyle oluyor, diye sorduğunu duyar gibiyim. çünkü türk akademisi, ölçeği daraltırsak, türk edebiyat camiası ahbap çavuş batağının yanı sıra nekrofiliden de muzdariptir. bunun da yığınla sebebi var, kafa açmayacağım ok? bu kancıklar ölü yazar sever, öleceksin genç yazar. onların seni yaşarken görmemesi, keşfetmemesi gerekiyor, olay en baştan buydu, ileride seni övecek kişilere malzeme vermesi haricinde sana en ufak faydası olmayan, derin mi derin, soğuk mu soğuk bir tevazu kuyusunda karanlıkta solarken bir de yazmaya devam edip hayatını tüketmen, geberip gitmeden evvel de güncene “türkiye yedin beni” gibi çığlığımsı şeyler karalayıp gölgede kalışını jenerik şekilde taçlandırman gerekiyor ki cenaze namazından birkaç yıl sonra eleştirmenin tekinin sahafın birinde senin kitabını keşfetmesiyle fitili yanacak süreç için şartlar oluşmuş olsun. bu zaman dilimi içinde günbegün çürürken bu “entelektüel” abi ve ablalarını “neden bizim genç nesil edebiyatçılarımızdan böyle ayrıksı, hırçın, ezber bozucu şeyler çıkmıyor ki canım, çok üzülüyorum” gibilerinden yakınıp jonathan’ları, susan’ları, valeria’ları, alejandro’ları yağlarken gördüğünde “sizin yüzünüzden orospu çocukları” diye patlamayacağından emin misin?

    5- dördüncü maddeye ek olarak, sakın bana uyup parrhesiastes rolüne bürünme; edebiyat camiamızdaki isim yapmış kişileri tiye alma, onlarla taşak geçme, foyalarını ortaya dökme; görünürde gülüp eleştiriyi medeni şekilde kabullenen çağdaş insan rolüne soyunacaklardır , oysa tam o esnada camiada persona non grata ilan edilmen için yazdıkları pusulayı el altından uşaklarına uzatmaktadırlar.

    6 – öykü yazanlar için ek tavsiye. türkiye’de yalnızca üç büyük edebiyat dergisi vardır. sözgelimi öykünün bu dergilerde paylaşılmasını istiyorsan tek yapman gereken dergilerde belirtilen e-posta adresine 12 puntoyla yazılmış öykünü word formatında yollamak ve söz konusu derginin gelecek sayılarından birinin kapağında ismini görmeyi ummaktır. şayet geri zekâlıysan elbette üstüne basa basa vurgulanan bu yöntemi deneyebilirsin. zamandan tasarruf sağlamak istiyorsan tek yapman gereken şey ise şu. bu dergilerin editörleriyle bir yolunu bulup tanış, pohpohla yahut dergi editörünün bir atölyesi varsa oraya kaydol. bu kadar basit amk ya, hayır yani, ülkemizde bir kurumun yozlaşmadığı görülmüş mü ki hala salak gibi o öyküyü e-posta olarak yollayıp haber bekliyorsun lan? hiç mi öyküsü yayımlanan isimleri merak edip google’da araştırmıyorsun, stalklamıyorsun? nasıl bir malsın anlamadım ki!

    7 -lafı gelmişken söyleyeyim, şayet türkiye’de geleceği parlak, baskı üstüne baskı yapan, her yerde “ne olacak bizim halimiz” ifadesiyle elin çenende boşluğa melankolik bakışlar attığın veya son yılların trendine uyarak elinde kahve kupasıyla yanına yörene bakındığın pozlarınla karşılaşmamızı ve ardı arkası kesilmeyen bu görsel işitsel tekrarlara maruz kalan beynimizin cehennemde cayır cayır yanmakta olan goebbels’i haklı çıkartırcasına bir noktadan sonra seni “iyi yazar” olarak kodlamasını istiyorsan, edebiyat camiasındaki irili ufaklı çetelerden birine dahil olmak zorundasın ya da bir çete kurmalısın. ilk seçeneği tercih ettiğin varsayımı ile devam ediyorum. önce kendine uyan çeteyi radarına alarak nemalandıkları mecraları (dergi, gazete, sosyal medya portalı, atölye) takip edeceksin. sonra onlarla bir vesileyle tanışacaksın, eğer tanışamıyorsan sosyal medya aracılığı ile onları öyle övgülere boğacaksın ki varlığını fark etmek dışında bir seçenekleri olmayacak. bu aşamada seni test edecekler, hazır ol. mesela ilk kitabın çıktığında aralarından biri eserine abartılı övgülerde bulunacak. övgüde bulunan kişinin kitabı çıktığında al gülüm ver gülüm’ün ver gülüm’ünü ustaca gerçekleştirip karşılığını ödemelisin. şayet efektif olduğuna inanırlarsa seni çetelerine dahil edeceklerdir. birkaç yıl içinde her yazısı, her öyküsü, her şiiri memleketin en önemli edebiyat dergilerinde sorgusuz sualsiz yayımlanan birine dönüşeceksin. ne karşılığında? romancılığa yeni bir bakış sunmayan vasat altı bir kitap hakkında “dört ellilik bir konçerto” veya “nasıl kostak, yaman bir dil. lefebvre’nin ritimanalist kavramının edebiyatta vücut bulmuş hali” gibi sözler sarf etmek gibi mesela? eh, pek büyük bir bedel değil bence.
  • birkaç gün önce edebiyat camiamızda çok enteresan şeyler oldu. her şey cihat duman’ın blogunda paylaştığı, eleştirmen olmadığını kabul eden ama her ne hikmetse son zamanlarda profesör dumbledore’dan zaman döndürücü almış hermione gibi her yerde ismine rastladığımız adalet çavdar hakkındaki yazısı ile başladı. çavdar’ın belli bir zaman dilimi içinde yaptığı röportajlar ile incelediği, eleştirdiği, tanıttığı kitapların adedi, sayfaları vb verileri paylaşan c.duman, kendine özgü sarkastik üslubuyla çavdar’ın kitapları okumadığını ima etti.

    http://cihatduman.blogspot.com/…t-katlediyor-2.html

    haklıdır haksızdır bilemem; doğrusu adalet çavdar’ın birkaç yazısını okuyayım deyip dili ve yorumlarındaki yavanlık yüzünden kenara atmışlığım var. cihat duman’ın varsayımlar üzerinden hareket etmesi yazının en zayıf noktası ancak gerçekten de okumadığı kitaplar hakkında yazanlar var, camiayı bilenler için uçuk bir iddia da değil. bilemedim altan…

    eğrisiyle doğrusuyla bu yazının, takdir edersiniz ki herkesin herkesi övüp mavi boncuk dağıttığı edebiyat camiamızda küçük çaplı bir deprem etkisi yaratacağı malumdu ve öyle oldu. dün söylediğim gibi…

    “selamlaştığın, sohbet ettiğin, takipleştiğin, beraber iş yaptığın insanları yeri geldiğinde eleştirecek yüreğin yoksa, hakikatin bir "deli"nin ağzında yuva bulmasına ses çıkarmaman gerekir.”

    unutmayayım, cihat duman’ın bu yazısından sonra, daha önce mevsim yenice isimli öykü yazarını eleştirdiği, yazarın kalemi ve imgelemindeki vasatlık ile tanıtımı ve görünürlüğü arasındaki ters orantıya dikkat çektiği yazıya da spot ışığı vuruldu.

    benim gülünç bulduğum ise, düne kadar hıçkırarak edebiyat dünyasındaki vasatlıktan, tanıtım yazılarının eleştirinin yerine geçmesinden, bazı yazarların network’ü sayesinde kitapları hakkında çeşitli mecralarda yazılar çıkarmasından, büyük yayınevlerinin politikalarından yakınan edebiyat camiamızın bazı yazar, çizer, eleştirmen, akademisyen ve mutfakta çalışan editörlerinin bir çırpıda yüz seksen derece dönüp abuk sabuk tweetler atmasıydı: ) ben bunlara homo aatb’ler derim, yani aman ağzımızın tadı bozulmasıncılar. homo aatb’ler bir tartışma koptuğunda ya eleştirilen şahıs yahut yapıyı müdafaa eder ya meseleyi somuttan soyuta, mikrodan makroya havale edip kadükleştirir ya da eleştiren şahsı marjinalleştirirler. onlara her yerde rastlarsınız, edebiyat dünyamıza mahsus bir tür değildir. türk entelijansiyası (varsa böyle bir entelijansiya) homo aatb’lerden oluşur. neyse bu konu özelinde birkaç örnek verelim.

    https://eksiup.com/p/oa181666t24b

    ne? cidden anlamadım. bir hırsız ev soyarken, bir kundakçı orman yakarken onlara “siz burada kalın ben sizi bu mesleğe mecbur bırakan sistemin ağa babalarının önüne çıkıp yaşar usta gibi buğulu gözlerle tirat atacağım” mı dersin? nedir bu her şeyi neoliberalizm’e atıp çekip gitme kolaycılığı? bir çözümün var mı? mesela sistemin çarklarında yerini alamayan yazarlar can yayınları, everest yayınları, doğan kitap gibi büyük yayınevlerinin patronlarının ofislerini basıp “hışşt ağır ol, ne oluyoruuuz” diye racon mu kessin? ne yapsınlar?

    https://eksiup.com/p/3h181688xgap

    ne patetik, gözlerim doldu lan. seni gidi sevgi pıtırcığı:)

    https://eksiup.com/p/b9181696wvzq

    tamam da sonuç?

    https://eksiup.com/p/tq1819634kha

    sevim koş! bozacının şahidi şıracı geldi!

    https://eksiup.com/p/hu181718buxz

    yazılar birçok noktadan eleştirilebilir ancak yazılarda yazarın kadınları veya kadın yazarları küçümsediğini açık eden bir tümce bulamadım. kaldı ki benim bildiğim c.duman bazı erkek yazarları da eleştirmiştir. ne içiyorsa keşke bana da verse… nasıl bir kafa bu? anladığım kadarıyla erkekler tefe koyulabilir ama kadınlar asla…: ) ayrıca bu kadın yazar erkek yazar nedir? yazarın kadını erkeği mi var? niye ayrım yapıyorsunuz?

    son olarak can yayınları'nın genel yayın yönetmeni cem akaş’ın şu evlere şenlik tweet’ini es geçmeyelim. sanırım nezih bir restoranda yalnız başına oturmuş, barok bir konçerto dinleyip şarabını içerken birileri yayınevinin gözde genç yazarlarından biri hakkında kaleme alınmış eleştiriyi paylaşmış ki zerre düşünmeden böyle abuk sabuk iki tweet atmış: )

    https://eksiup.com/p/9z181763as64
    https://eksiup.com/p/rq181765br58

    cem bey, şu ucuz analojiden mürekkep tweetlerinizden sonra işin yalnızca arz talep meselesinde olduğunuzu ayyuka çıkarma saflığınızı – cesaretinizi bir kenara koyarak izah etmeye çalışacağım: mesele çeşitlilik değil, mesele köfte olmak da değil, siz tabii yine bir hobi olarak yazarınızı köfte şeklinde hayal edin, biz size ve uçsuz bucaksız muhayyilenize karışamayız, mesele iyi köfte olmak, mesele iyi köfte sunmak, mesele o köftenin ağızda bıraktığı tadın kalıcılığı… bilmem anlatabildim mi?

    cihat duman’ı tanımam, sevmem (tanımadığım birini zaten sevmem saçma olur), cihat duman’ı yeri geldiğinde bazı trollükleri yüzünden dost arasında eleştirmişliğim var, cihat duman’ın romanını da okumadım. ayrıca cihat duman’ın yazılarındaki sarkazmı biraz törpülemesi ve birini hedef alırken daha sağlam delillere dayanması gerektiği kanısındayım ama kendisine teşekkürü bir borç bilirim zira şu alaycı eleştirinin bile bilmem kaç yazar ve yayınevinden müteşekkil bir camiada yarattığı sarsıntıyı, insanlara sergilettiği ödleklik ve dönekliği, ifşa ettiği ikiyüzlülüğü ve lafazanlığı görünce gülmeden edemiyor insan. bu mu diyor edebiyat dünyası, bunlar mı akademisyen, bunlar mı yazar editör? bunlar mı fikir üretecek, eser üretecek, toplumu, insanları etkileyecek, bunlar mı elli yıl sonrasına kalacak?

    işin şimdi daha gülünç bir noktasına geliyoruz. garip olan şu ki, iki gün sürmüş tartışma sonunda hala bir allah’ın kulu bile eleştirmen olmadığını üstüne basa basa vurgulayan bir insanın (adalet çavdar’ın) neden eleştirmenlik yaptığı meselesine açıklık getirmedi. hiç bana eleştirmenlik yapmıyor demeyin, basit bir google aramasıyla bile tek yaptığının röportaj ve tanıtım yazısı yazmak olmadığı anlaşılıyor: ) (zaten biri hanımefendiye eleştirmen olmak için illa bir kitabı yermeye gerek olmadığını, herhangi bir eser hakkında derinlemesine bir inceleme yaptığında yazının eleştiri sınıfına girdiğini, zira eleştiri kelimesinin salt menfi değil müspet eleştiriyi de kapsadığını açıklasın) yok, ben illa eleştirmen değilim diye diretirse şunu sormak lazım, siz kimsiniz adalet hanım? yani eleştirmen değilsiniz, edebiyatçı değilsiniz, o halde kimsiniz ve aramızda ne yapmaktasınız? bir de adalet hanım ne diyeceğim, insanları twitter'da takip edip karşı takip gelince takipten çıkmalar nedir? bir anlatır mısınız:)

    sözün kısası, türk edebiyat camiası hala aynı… decameron’un birinci gün dördüncü kıssasındaki manastıra kız atan keşişler misali... herkes herkesin günahını biliyor, herkes herkese “sus yoksa ben de seni söylerim” der gibi: )
  • okumaya değer epey birşey çıkarmış edebiyattır. belki bir kılavuzun faydası olabilir.

    üniversitelerin bütün bölümlerinde ilk sene zorunlu olan "türk dili ve edebiyatı" dersini, zamanında sağlam bir edebiyatçıdan alma şansım olmuştu. hocamız, ilk dersinde, edebiyatla ilgilenenler için bir liste dağıttı. listeyi tamamen kişisel beğenilerinden yola çıkarak hazırladığını, bir sıralama yapmayı anlamasız bulduğu için isimleri alfabetik sıraladığını söyledi. yazarların, karşılarındaki eserlerin, o yazarın en iyi eseri olduğu anlamına gelmediği, kişisel tercihler yaptığını ve yeni okurla yazarı tanıştırmak amacı güttüğünü belirtti. buyrun:

    abdülhak şinasi hisarfahim bey ve biz
    adalet ağaoğluölmeye yatmak
    ahmet hamdi tanpınar– bütün eserleri
    ahmet haşimgöl saatleri
    ahmet muhip dıranas – şiirler
    akşit göktürkokuma uğraşı
    asaf halet çelebi – bütün şiirler
    atilla ilhanben sana mecburum
    behçet necatigilsevgilerde
    berna morantürk romanına eleştirel bir bakış
    bilge karasukılavuz
    can yücelbir siyasinin şiirleri
    cemal süreyyasevda sözleri
    ece ayhan - bütün yort savullar
    edip canseverben ruhi bey nasılım
    enis baturdoğu-batı divanı
    fazıl hüsnü dağlarcaçocuk ve allah
    ferit edgühakkari'de bir mevsim
    füruzanparasız yatılı
    gülten akın – bütün şiirleri
    haldun tanerkızıl saçlı amazon
    halit ziya uşaklıgilaşk-ı memnu
    haydar ergülennar
    hece dergisitürk öykücülüğü özel sayısı
    hece dergisitürk şiiri özel sayısı
    hilmi yavuzbedreddin üstüne şiirler
    ibrahim yıldırımbıçkın ve orta halli
    ilhan berkaşk tahtı
    ismet özelevet isyan
    jale parladon kişot'tan bugüne roman
    kemal tahirdevlet ana
    küçük iskenderpapağana silah çekme
    lale müldüranemon
    leyla erbilkaranlığın günü
    mehmet açarsiyah hatıralar denizi
    melih cevdet andayrahatı kaçan ağaç
    memduh şevket esendalayaşlı ile kiracıları
    mithat cemal kuntayüç istanbul
    murat belgeedebiyat üstüne yazılar
    murat gülsoybu filmin kötü adamı benim
    murathan mungancenk hikayeleri
    nahid sırrı örikkıskanmak
    nazım hikmetmemleketimden insan manzaraları
    nursel duruelgeyikler annem ve almanya
    oğuz atay – bütün eserleri
    oktay rıfat – bütün şiirleri
    onat kutlarishak
    orhan kemalbereketli topraklar üzerinde
    orhan pamukkara kitap
    orhan veli – bütün şiirleri
    ömer seyfettingizli mabet
    peyami safayalnızız
    refik halid karaymemleket hikayeleri
    reşat nuri güntekinanadolu notları
    sabahattin alikuyucaklı yusuf
    sadık yalsızuçanlarsırlı tuğlalar
    sait faik abasıyanık – bütün öyküleri
    sevgi soysalyenişehir'de bir öğle vakti
    sevim burakyanık saraylar
    tahsin yücelyalan
    tarık buğraküçük ağa
    tevfik fikret – bütün şiirleri
    tezer özlüçocukluğun soğuk geceleri
    tomris uyardizboyu papatyalar
    turgut uyarbüyük saat
    vüsat o. benerbay muannit sahtegi'nin notları
    yahya kemalkendi gök kubbemiz
    yakup kadriyaban
    yaşar kemalince memed
    yekta kopaniçimde kim var
    yusuf atılganaylak adam
    ziya osman sababıraktığım istanbul

    listede eksiklerin muhakkak bulunduğunu ve başka isimler eklenebileceğini de söylemişti. bence bu listeye ayfer tunç rahat girer, latife tekin önemli bir eksiktir. ben yaşlandığım için liste de eski bir liste tabii. dolayısıyla ihsan oktay anar, murat uyurkulak, barış bıçakçı ilk aklıma gelenlerden. emine sevgi özdamar almanca yazdığı için onu bu listeye eklemek ne kadar doğru emin değilim ama hayat bir kervansaray eklenebilir. cemil kavukçu da geleceğe kalacaktır muhakkak. muhtelif isimler ard arda sıralanabilir ama liste zaten eksikliğini peşinen kabullenmiş bir listedir. şiiir kitaplarına pozitif ayrımcılığın yapıldığı, roman, öykü, inceleme kitaplarından oluşan bir listedir nihayetinde. maksadı bestseller kitaplardan başka doğru düzgün hiçbir şey okumadan üniversiteye gelen, ortaokul, lise yıllarını dilbilgisi kurallarını öğrenmekle geçirmiş tazelere türk edebiyatını tanıma fırsatı sunmaktır. bir süre sonra okurun kendi yazarlarını nasılsa bulacağı düşünülmüştür herhalde.

    not: listenin orjinalinde, bazı yazarların birden çok kitabı bulunmaktadır, ben buraya bir kitabını aldım. yabancı yazarlara ait edebiyat incelemeleri de, listeyi türk edebiyatı başlığı altına eklediğim için makasladım. artık allah affetsin.
  • epeydir sözlükte gelen mesajlara bakmamıştım. bu başlık altında daha önce yazdığım entryleri okuyan birkaç suser bir de “kadın edebiyatçı”lara değinmemi rica etmiş. neyine değineyim bilemedim ki.

    uyarmak babında şunun altını çizmekte fayda var: yayımlansın yayımlanmasın, roman, öykü, şiir, bir eseri meydana getirmek için “düzenli” olarak kendini hırpalayan, günlük yaşamından ve önüne çıkan fırsatlardan fedakârlık yapan herkes bana kalırsa yazardır. iyi yazar mı, vasat yazar mı, kötü yazar mı, habire sallanan zamanın kevgirinden hangisi kalır geriye, o ayrı mesele. anlayacağınız yazarlığı kutsallaştıran romantizmle malul kesimden değilim. yazarın tanımına böylesine kapsayıcı bir yaklaşım sergileyen birinden, haliyle, cinsiyet bazlı kategorilere itimat etmesini bekleyemezsiniz. biraz aklı başında herhangi biri de böyle kategorilere aldırış etmeyecektir.

    ancak ne gariptir ki bizim edebiyat dünyamızda (bu kümeye okurları da dahil ediyorum) bilinçli bir etiketlemedir gidiyor ve yine ne tuhaftır, bu furyanın başını kadın yazarlar çekiyor. daha dün okuduğum feminist edebiyat odaklı bir panelin tutanağında moderatör, hatice meryem, müge iplikçi ve şebnem işigüzel’e “kadın yazar” olarak anılmaktan rahatsız olup olmadıklarını soruyor, üç yazar da rahatsız olmadıklarını dile getiriyor. şaşırmadım. birçoğu daha en baştan kendini tarihin yumurta hücresine akın etmekte olan kalabalıktan ayrıştırma eğilimindeler; hadi arada kaynamasın, bundan rahatsız olanların da bu sıfatlandırmayı yeğleyen okurlara – eleştirmenlere dur diyecek cesaretleri yok. mesela bir kadın yazarın kitap yayımlaması, ödül kazanması, baskı üstüne baskı yapması, kadın kalemlerin yeterince yer alamadığı, hep görmezden gelindiği, hep erkek karar alıcılar tarafından önlerinin kesildiği ataerkil türk edebiyatın köhneliğine vurulmuş bir şamar gibi takdim edilir sık sık. yeşilçam'dan bozma, taslak halde bırakılmış karakterlerin cirit attığı, evil baba, evil abi, evil erkek arkadaşlarla, doğar doğmaz kendilerini buldukları bu cehennemvari ortamda ayakta durma mücadelesi veren yahut kendi içinde bir devrime gebe salt iyi kadın karakterler arasındaki dikotomiye dayanan bu vasatlıktan nasıl bir şamar doğuyorsa, o kadar işte. erkek yazarların erkek yazar olarak isimlendirilmediği bir mecrada, tercihen kendini kadın yazar olarak konumlandırmanın, asli olanın yanında gönüllü bir talilik olduğunu görememek, üretilen metnin dar bir ufka hapsetmenin kadınların kaleminden çıkmış anlatıları özgün ürünün (coca-cola) yan ürünü (coca-cola light) haline dönüştürdüğünü kabullenememek de ancak, feminizmi en bayağı şekilde kavramış, kadın mücadelesini adalet - eşitlik ekseninden çıkarıp kişisel hınç, travma ve kıskançlıklarını örtbas etmek için bir paravan olarak kullanmaya meyyal insanların başını çektiği 21.yy türk feminizm’ine yakışırdı.

    sözü açılmışken, son yirmi yılda ilk kitabı yayımlanan yerli genç yazarların cinsiyet dağılımına dair bir veri bulamadım ama canykyithakiiletişimnota beneyitik ülke gibi yayınevlerinin yayımladığı kitaplara şöyle üstünkörü baktığımda ortada cinsiyetler açısından büyük bir uçurum yok gibi. velev ki var, bu ahmakça bakış açısının falsosunu izah edeyim: bir yayınevim var diyelim. 10 erkek 10 kadın, toplamda 20 yazar dosya göndermiş olsun. beğendiğim ve yayınevimin yayımlamasının iyi olacağını düşündüğüm on dosyayı yayım programına dahil ettim, bunun sekizi erkek yazar olsun, ikisi kadın. sizce bir problem mi? bence değil. kadınlarla erkekleri niceliksel anlamda eşitleyeceğim diye, yayınevimden niteliksiz metinlerin yayımlanmasına neden göz yumayım? aynı şey erkekler için de geçerli.

    ek olarak, hangi kadın yazarın önü kesilmiştir, hangi kadın yazarın başyapıtı sükut suikastine uğramıştır, hangi kadın yazarın ana sahneye çıkma hakkı bilinçli olarak elinden alınmış ve gözlerini açtığında kendini tarihin çöplüğünde bulmuştur? adalet ağaoğlu mu? tezer özlü mü? sevgi soysal mı? leyla erbil mi? tomris uyar mı? latife tekin mi? ayşe kulin mi? elif şafak mı? ayfer tunç mu? hangi kadın yazarın dosyası, “üzgünüz hanımefendi, biz kadınların edebiyata kafası basmayan primitif canlılar olduğunu düşünüyor ve erkekler kulübü olarak gördüğümüz bu kadim sanatta her ay adet sancıları çeken sizin gibi ikinci sınıf kalemleri görmek istemiyoruz,” denilerek reddedilmiştir? ortaya çıkıp işte şu kadın yazar şu şaheseri yazmasına karşın edebiyat camiası tarafından karanlığa terk edildi diyemeyip sonra da virginia woolf’un a room of one's own’una bel bağlamakla olmuyor bu iş, bir noktadan sonra sıkıyor. söz konusu erkeklerse benim hemen aklıma nahid sırrı örik, feyyaz kayacan, bir dönem oğuz atay (unutmayın, atay ancak seksenlerin ikinci yarısından itibaren popülerleşmeye başladı), özcan ergüder ve şu an bile yeterince tanınmayan yücel balku gibi isimler geliyor ama kadınlar olunca aklıma damlayan şeyler tante rosa’nın ilk yayımlandığı dönem aldığı eleştiriler - ki bu dışlanmak değildir, yenilikçi bir eserin zaten yazgısında bu vardır - ve leyla erbil’in erkek yazarların şahsı hakkında dedikodu yapmasından yakınması... ki bu da epey tartışmalı bir konu çünkü kim kimin hakkında dedikodu yapmıyor ki?

    başka bir problem ise, kadın yazarın kendini sert koşullardan yalıtan bir koruma kalkanıyla bu “ataerkil dünyaya” adım atıyor oluşu. bununla ne kastettiğimi anlamak için önce bize yürek yemiş, sözünü sakınmayan bir eleştirmen gerekiyor. bu tür eleştirmenler yılın yalnızca birkaç günü toprak üstünde bitip telef olduklarından biz hayali bir eleştirmenle yetinelim en iyisi. bu hayali eleştirmenimiz bir kadın yazarın yeni romanını sert ve tavizsiz bir dille eleştirsin. eleştirilen yazarın yapması gereken tek şey, eleştirmenin üslubundan yakınmak olacaktır. bunu yaptı mı?. şimdi hazır olun, üç, iki, bir… twitter’da deprem mi oluyor? aa o da ne, feminist tayfa, lgbt tayfa, kız kardeşlik tayfası, hepsi bir olmuş, eleştirmeni kıskançlıkla, mansplaining’le, cinsiyetçi olmakla itham ediyorlar. arkalarına da eleştirisi yazısını okumaya tenezzül etmemiş takipçileri alıyorlar. abarttığımı sanıyorsunuz ama yarım saatte gazete duvar’da eleştiri yazısı kaldırttıklarına şahit oldum.

    iyi mi oldu? cinsiyeti kadın diye metindeki falsolarını görmezden gelmemiz, cinsiyeti kadın diye konusunun özgünlüğünü sorgulamadığımız, cinsiyeti kadın diye dilindeki engebelere kuşbakışı baktığımız, cinsiyeti kadın diye daha nazik ve ürkek bir dille yorumladığımız yazara iyilik mi yapmış oluyoruz? yoksa yerinde saymasına mı yol açıyoruz?

    geçen aylarda bir kere bunu twitter’da vurgulamaya çalıştım. en ufak sarkazma mahal vermeden okumanın bir ödev olmadığını, okurların yazarın cinsiyeti, cinsel yönelimi, ideolojisi ve benzer etiketlerine takılmasını doğru bulmadığımı, okumanın en temelde bir zevk işi olduğunu, uzun soluklu pozitif ayrımcılığın adaletsizlik yarattığını, dahası bu ayrımcılıktan faydalananlara da bir raddeden sonra zarar verdiğini yazdım. yediğim linçten aklımda kalan şey şunlardı.

    “kadın yazar okuyorum, çatla patla apedron!”

    iyi ama ben kadın yazarları okumayın dememiştim ki?

    “apedron bey, her yıl yüzlerce kadının cinayete kurban gittiği böyle bir ülkede şu yazdığınız doğru mu sizce?”

    kadınların cinayetlere kurban gitmesinin, daha sarih ifadeyle, kadın cinayetinin türkiye’nin utanılası bir gerçeği oluşuyla yazarlığa adım atmış kadın yazarlara pozitif ayrımcılık yapılması arasında nasıl bir bağ var? daha fazla kadın yazar yayımladığımız, daha fazla kadına ödül verdiğimizde türkiye’deki kadın cinayetleri azalacak mı? kadın cinayetlerinin bir nedeni de edebiyatımızda “güya” az kadın yazar olması mı? ayrıca hazır aklımdayken, neden daha fazla kadın yönetmen, kadın ressam, kadın tiyatro oyuncusu, kadın müzisyen, kadın heykeltıraş çıkarmak için değil de salt edebiyata odaklanmış durumdasınız?

    şimdi geliyoruz benim üzerinde durmak istediğim, ikinci problemle epey bağlantılı olan son meseleye. (eril dil olayına bu entryde girmeyeceğim)

    birçok okur, bazen bilinçli bazen saflıklarından, kadınların sözümona edebiyat dünyasında ezilmesine dayanan bu propagandaya kanarak sırf cinsiyetleri nedeniyle tercihlerini kadın yazarlardan yana kullanıyor. satış rakamlarına öyle dramatik etkisi olan bir durum değil ama bu estetik ve zevkten mahrum politik tercih, buharı tüten bir kahve eşliğinde tepeden çekilmiş bir kitap fotoğrafıyla cümle alemle paylaşıldığında bol like garantili olduğundan, sıklıkla karşılaştığımız bir vaka. fakat, kadın yazarlara daha yolun başında avantaj, koruma ve en az bir yeni baskı sağlayan bu kız kardeşlik kümeleşmesinin şöyle de bir götürüsü var. kadın yazarların birçoğu ya kalemine ya muhayyilesine ya yeteneğine öyle büyük bir güvensizlik sergiliyor ki bu simbiyoz fanusunun içinde gönüllü bir tutsağa dönüşüp bugünlerini kurtarsalar da yarınlarından oluyorlar. açayım en iyisi.

    yine geçen aylarda zeynep kaçar okuru olan arkadaşım (nesini beğendiğini hala anlamıyorum) biraz da beni gıcık etmek için yazarın yeni kitabının yayımlandığını söyledi.

    “konusu ne? türkiye toplumunda bir başına kalmış, yaşam mücadelesi veren bir kadının kimlik arayışı mıymış?” diye sordum. ben bu cevabı verdiğimde kaçar’ın yeni roman konusunu bilmiyordum ama aşağı yukarı böyle bir şeymiş. peki nasıl bilmiştim bunu? zeka ile bir alakası yok, müneccim boku da yemedim. kaçar dil ve teknik yönden güçlü bir yazar değil. bandrol skandalıyla da meşhur sel yayıncılık’tan yayımlanıp baskı üstüne baskı yapan ilk romanı kabuk’un bu başarısındaki sır türkiye’deki çoğu kadının deneyimlediği yaşantılar üzerinden özdeşim dalları bol bir anlatı gövdesi kurmasında yatıyordu. ama kimi okuru kandırabilecek bu efsun, ben veya benim gibi her halta şerh düşmeye alışmış okurlara sökmez. kabuk’ta olay örgüsü, konstrüksiyon, diyalog, dil, üslup, metnin hiçbir bileşeninde en ufak bir deha ışıltısı yoktu. sözün kısası, zeynep kaçar’ın aynı meyvenin suyunu sıkacağını tahmin etmek güç değildi.

    keşke zeynep kaçar’la sınırlı kalsa. toplumun hassas olduğu konularda kalem oynatmanın tartışmasız iki faydası vardır: yazar ve eserin kitap curcunası içinde görünürlüğünün artmasına imkan vermesi ve yazarın niyetinin metnin defolarını yamalamasıdır. okur ve eleştirmenler genellikle aksaklıkları görmek yerine, metnin yazılış amacından yola çıkıp sözcüklerini tartarak fikir belirtirler. tanrılar aşkına, babası, abisi, kocası ve ataerkil toplum tarafından sürekli olarak tahkir edilip zulüm gören kadınların çığlığına yer veren bir romanda milli bayram müsamerelerinde çocuklarca sahnelenen piyeslerin repliklerinden hallice diyaloglar var diye tutup yazarı eleştirecek değillerdi ya!

    hal böyle olunca, kadın yazarlar ironik biçimde kadın meselesine saplanıp kalıyorlar. aralarında akılda kalıcı erkek karakter yaratanına da, türler arasında yelken açanına da, hayal gücüne, kurgusuna, cesaretine hayran bırakanına da, anlatımın imkanlarını zorlayanına da rastlamak güçleşiyor. inanmıyor musunuz, son on yılda kitabı yayımlanmış genç kadın yazarların kitaplarını şöyle bir tarayıp konularına bakın.

    özetle, günümüzde hatta yakın geçmişte kadın yazarlara alan açılmadığına ve cinsiyet temelli bir ayrımcılık olduğuna inanmıyor, böyle bir avantaj - dezavantaj durumu varsa da bu dengesizliğin fiilen en başta birtakım kadın yazarlar ve feministler tarafından pozitif ayrımcılık adı altında yaratıldığını ve meşrulaştırıldığını öne sürüyor, pozitif ayrımcılığın önce kadın yazarlara, sonra diğer yazarlara ve okurlara zarar verdiğini düşünüyor, okuma eyleminin politik bir ödev ve statü belirleyici bir tercihe evrilmesinin neticesinde, ortada yüzlerce, hatta binlerce kadın yazar olsa da bugünden elli yıl sonrasına ancak bir avuç kadın yazar ve kadınların kaleminden çıkmış bir avuç metnin kalacağı kehanetinde bulunuyorum.

    resmen pilim bitti. benden bu kadar.

    not: şule gürbüz, aslı biçen, ebru ojen, birgül oğuz, ölçeği genişletecek olursak ayfer tunç, latife tekin, aslı erdoğan… bazılarının yerinde saydığını, bazılarının ileriye gideceğine geriye gittiğini, bazılarının potansiyelini kullanamadığını, bazılarının da miadı dolmuş metinler ürettiğini düşünsem de bence bu saydıklarım – yaşayanlar arasında - okunması gereken yazarlar.

    not 2 : elbette dikkatimizi çağdaş romandan alıp başka türlere, mesela spekülatif kurguya yönelttiğimizde karşımıza epey sayıda kadın yazar çıkıyor ama metnin tek elementi konu mu sizce? maalesef türkiye’de spekülatif kurguda iyi bulduğum, beni kendine hayran bırakan bir kadın yazar yok. hoş, erkek yazar da yok.

    not 3 : belli bir meseleye saplanıp kalmak ve konu - niyet tercihlerinin açtığı kestirme koridorlardan faydalanmak kadın yazarlara mahsus bir olgu değil. kürt meselesinden, taşra – metropol ikiliğinden, yollarda kasabalarda geçen baba – oğul çatışmasından, varoş güzellemelerinden, arabesk anlatılardan çıkamayan veya bile isteye çıkmayan gırla yazar var. o zaten bizim temel meselemiz. bizde gemi çok ama yanaştığı limandan demir alan yok.
  • birkaç istisnai ismi elersek türk öykücülüğü: babadan anneden, dededen anneanneden, mevlutte yapılan helvadan yazlık ve köylerdeki anı fragmanlarından, yarım kalmış sevdaların tortulanmış hüzünlerinden, mahalle içi yaşamdan, yurt arkadaşlarından, okul hatıralarından, kasabalardan esnaftan, ayıcılardan lunaparklardan, intihardan melankoliden bozkırdan, çiçekten böcekten ve aldatmaya temayülden geçilmeyen kendine has bir tür. başı omzuna düşmüş, kirli sakallı dağınık saçlı, sigara tüttüren hüzünlü erkek yazarlardan, aşk yalnızlık ve ıstırabı bir fetiş haline getirmiş kadın yazarlara, öyküyü, bu neo-arabesk, bu kabuğundan çıkamayan, fetüsüne hac yolculuğuna çıkmış şu hüzün loncasından kurtaracak biri var mı acaba? aforizmalardan kurtulabilir miyiz mesela? yazarlarımız anılarının ve duygularının güvenilir sularından ayrılıp başka, bambaşka şeyler yaratabilir mi? edebiyatın salt boşalım değil yaratmak olduğunu hatırlayabilir miyiz lütfen?

    çok merak ediyorum, türk eleştirmenlerle akademisyenler, yazarlarla fuar – sosyal medya – dergi ve yazar atölyesi münasebetiyle kurdukları abi abla- kardeş ilişkisinden azade bir gün bu meseleye tam manasıyla eğilip “ne oluyoruz?” diye sorabilecek mi? değerlendirmek için ellerine aldıkları öykü kitaplarına hatır için güzelleme yazacakları yerde, dosdoğru eleştirecek, dün konserde beraberken fotoğraf çekip twitter’da paylaştığı yazarı bugün tenkit edecek güce ve karaktere kavuşabilecek mi? nurullah ataç, fethi naci veya günümüzden orhan koçak olmalarını beklemiyor kimse ama yetmedi mi artık?

    yazar atölyelerinden yetişme yazarları yazdıklarında en ufak özgünlük ve sanat tınısı olmamasına karşın edebiyatımızın başına gelmiş en güzel şeymiş gibi palazlandıran, her ay başka bir dergide o isimlere yer veren edebiyat mecrasındaki ahbap çavuş ilişkisini bir gün şapkayı önümüze koyup tartışabilir miyiz?

    short story denen türün evrensel olarak 7.500 kelimeye kadar (hatta novelette’yi es geçersek 18.000 kelimeye kadar) yolu olduğunu biri anımsayabilecek mi? kısa öykü denen şeyin sadece ve sadece 2.000 kelime ve aşağısı öykülerden oluşmadığını biri anlatabilecek mi bu yazarlara? her konuyu ve meseleyi 2.000 kelimeyi baz alarak yazmanın yazarı hazır tariflere mecbur bıraktığını, her öykünün illaki etkili bir cümle ile başlamak mecburiyetinde olmadığını, her öykünün illaki sade olmayacağını; tekniğin sanatın önüne atılamayacağını, teknik ve üslubun kimi zaman anlatılacak şeye göre şekillendiğini biri dile getirebilecek mi? tüm bu yanlış anlamaların ve kolaycılığın, yazarı farklı olsa da çoğu öyküyü tek bir kalemden çıkmış gibi hissettirdiğini biri itiraf edebilecek mi? atölye veya benzeri oluşumların, müfredat- rehber dinleyici ikiliği vb nedenlerle ister istemez normlar yarattığını, edebiyat gibi kendini yıkarak her defasında koza örerek var olan bir sanat dalı için bu kadar çok norm ve tekniğin boğucu olduğunu aktarabilecek, onun bunun ne düşündüğü telaşına kapılmadan yazabilecek biri var mı? dramatize etmek istediğim yok, bugün anadolu’da öykü yazmaya kendini adamış yüzlerce genç varken, bazı metropol yazarlarının yazar atölyelerine girip ona buna dalkavukluk yaparak network kurup kitabını yayımlattığını, kurduğu bu arkadaşlıklar sayesinde her iki ayda bir kesinlikle bir dergide kendi hakkında yazılmış bir makaleyi garantiye aldırdığını itiraf edebilecek miyiz? kadınların yüzlerce yıl boyunca -neredeyse her alanda olduğu gibi- görmezden gelindiği edebiyat dünyasında yer edinebilmeleri için pozitif ayrımcılık yapıldığını, kendini kesinlikle geliştirmesi gereken, dile getirildiğinin aksine kesinlikle eril dili çözümleyemeyen kadın yazarların sırf kadın oldukları için okşanıp övüldüğünü biri anlatabilecek mi? var mı bu cesaret? uluslararası camiada kimi zaman bazı türk romanlarının ilgi gördüğü aşikarken neden bir türk öykücünün sınır ötesinde tutunamadığını, kitabı çevrilse bile okunmadığını, ilgi görmediğini; velhasıl kelam türk edebiyatındaki agorafobiyi izah edecek, lokalden yola çıkıp salt kendimize seslendiğimizi, salt türkiye’yi gören ve dünyaya dar gelen bir perspektifimiz olduğunu açıklayıp çözümlemelere gidecek biri var mı? böyle biri varsa mümkünse freud’un sadece baba oğul çatışması ve oedipus kompleksinden ibaret olmadığını anlatsın zira anladığım kadarıyla türk öykücüsü (ayrıca türk sinemacısı) freud’u okuyup anca bu iki şeyi anlamış, onun da cılkını çıkarmış. babanız kadar başınıza taş düşsün!
  • edebiyatımızdaki kara bulutlar üzerine…

    geçen haftalarda twitter’da bir tweet zinciri yazdım. planlı, etkileşim almaya yönelik bir paylaşım değil, senelerdir beynimin köşesindeki rafta tozlanıp kalmış bir molotof kokteylinin gün içinde gerçekleşen birkaç sohbetle alevlenip ortalık yere atılmasından ibaret bir isyan alametiydi en fazla. türkiye’deki yayınevlerinin, özellikle büyük yayınevlerinin spekülatif kurgu ve mizah türüne takındığı önyargılı tutumun türk edebiyatını tekdüzeleştirdiğini, edebiyatın hayatın bir köşesine atılıp “mutlu azınlık” haricinde kimsenin aldırış etmediği bir sanat türüne dönüşmesinde bu önyargının da önemli bir payı olduğunu öne sürmüştüm. üç kitabı yayımlanmış bir yazardan ziyade kitaplarla otuz yılını devirmiş bir okurun sitemiydi bu. gelgelelim özel mesaj atıp desteğini sunan yazar arkadaşların sözlerinden çıkardığım kadarıyla yanlış anlaşılmışım.

    tekrara düşme pahasına yazacağım: bugün çağdaş türk edebiyatı kategorisinde yayımlanan herhangi bir kurgu eseri elinize aldığınızda üç aşağı beş yukarı sizi neyin beklediğini biliyorsunuz: melankoliden, kederden, hüzünden, yoksulluktan, aşk ıstırabından, taşra sıkıntısından, kuşak çatışmasından, çocukluktan miras travmalardan, yalnızlıktan, çaresizlikten, intihara meyilden örülü, “hayat çok b.ktan!!!” diye bağıran, sanırsınız nuri bilge ceylan veya zeki demirkubuz günün birinde keşfetsin de filme çekilsin diye yazılmış bir kurgu… bazen ortada kurgu bile olmayabiliyor ya geçelim bunu, alıştığımız güzergâhtan gidelim en iyisi. ekseriyetle bizi düşündürmek, kendine yabancılaşan insanoğlunun varoluşsal girdabına sürüklemek, tutarsızlıklarımızı göstermek, adaletsizliği yüzünüze çalmak, “cinsiyet ayrımcılığı” gibi toplumumuzun utanç verici kronik meselelerini tarihe not düşüp bilinç kazandırmak için yazılmış metinler oluyor bunlar. kimi eserler hakikaten amacına uygun bir derinliğe sahipken çoğunluk türkiye’deki hâkim “yüksek edebiyat” standartlarına riayet etme telaşıyla kaleme alındığını gizleyemeyen, en kibar ifadeyle pastiş anlatıların ötesine geçmekten aciz, yakın tarihteki siyasi – toplumsal dönüşümleri, kırılma anlarını, travmaları “aman davalık olmayalım” diyerek görmezden gelmeyi tercih eden eserlerden oluşuyor. öyle ki bir kitabevinin raflarına bakınırken türk edebiyat camiasının kafanızdaki tuvalde şöyle bir sahneyle biçimlenmesi işten bile değil:

    anayurt oteli’nin lobisinde herkes(in) herkesle dostmuş gibi oturup gecikmeli ankara treniyle gelen kadını beklediği bir tutunamayanlar kalabalığı…

    hemen uzanmayın kılıç kabzalarına, bu kanaatteki tek kişi ben değilim. şayet tüm çevreniz edebiyatçılardan ibaret değilse şu sözü çok duymuş olmalısınız, eh en azından ben çok duydum.

    “günümüz yazarları mı? bayağıdır türk edebiyatı okumuyorum ya, kim ne yazmış haberim yok valla.”

    sahiden, türk edebiyatında ne olup bittiğini biz edebiyatçılar dışında kaç kişi biliyor artık?

    şunun altını çizmekte fayda var: mevzubahsimiz yukarıda üstünkörü çerçevelediğim “kurşuni” temalarda eserlerin yazılıp yayımlanması değil. böyle kestirip atacak cürete sahip olsaydım son romanımı kenarda köşede tutmayı tercih ederdim.

    antik çağlardan günümüze edebiyatın ana besini her zaman insanın varoluşu, hayalleri, hüsranı, ihtirası, çatışmaları ve ölümlülüğü olagelmiştir, görünen o ki dünyanın bizden kurtulacağı o kutlu ana dek böyle devam edecek. yalnız esefle gözden kaçırdığımız bir detay var: her şey ama her şey edebiyatın meselesidir ve edebiyatın yegâne misyonu topluma ayna vazifesi görmek değildir, edebiyat bazen gülmek bazen eğlenmek bazen heyecanlanmak, özetle hayatın sıradanlığından kaçmak için sığındığımız bir mekândır da. binlerce yıl önce yıldızlı gecelerde ateş etrafında toplanan atalarımızın çocuklara anlattığı masallar, m.ö. 5.yy’da sofokles’in, aristofanes’in atina’da sahnelediği oyunlar, tüm o şövalye epikleri, kıssalar, efsaneler bizi yaşamın gerçekleri hususunda derin bir muhakemeye sokmak için değil – ki dini, toplumsal, geleneksel işlevleri vardı muhakkak – biteviye yaşamın kupkuru gerçekliğinden bir süreliğine de olsa azat olmamız için yaratıldılar. cervantes’in mahzun yüzlü şövalyesiyle bahtsız hizmetkârı asırlar sonra freudbakhtin kılavuzluğundaki bir akademisyenin neşterini yemek için değil, o günün insanları gülüp eğlensin diye çıkmışlardı serüvenlerine. ve galiba yazarı biraz para kazansın diye…

    bir okur olarak türkiye’de edebiyatın bu kadim fonksiyonunun unutulup yitiverdiğini gözlemliyorum. dramatik bir etki doğursun diye unutmak – yitmek fiillerini kullanmaktayım, aslında olan şu: “makbul edebiyat” ambalajıyla hatırda kalır bir olay bile barındırmayan, zavallı hayatların zavallı öznelerinin merkezine yerleştirildiği, çoğu okur tarafından kolaylıkla “sıkıcı” bulunmaya mukadder hüzün resitalleri bu kadim sanatın mabedinde aralıksız yankılanırken, insanları güldürmeye, eğlendirmeye, korkutmaya, meraka boğmaya namzet fantastik - mizahi - bilimkurgu - korku - alternatif tarih - distopya metinleri bırakın avluyu, edebiyat şehrinin periferisine sürgün edilmiş, her zaman değilse de ara sıra ziyaret edilmesi sorun arz etmeyen rengârenk bir sirkin “ucube”lerine dönüştü(rüldü). bu dogma öyle ürkütücü boyuttadır ki yazar adaylarının en başta hayati bir karar vermeleri gerekir. gerçekçi, insan ve toplumun tarihsel – ailevi – psikolojik sancılarının vaizliğine soyunarak buğulu camların gerisinden şehre hüzünlü bakışlar fırlatan yazar güruhunda tepelere çıkma yarışına mı koyulacaklardır yoksa “tırt edebiyat” kategorisine dahil metinler üretip twitch’te takılan, ışın kılıçlarıyla düello düzenleyip tom bombadil ıluvatar mıydı değil miydi tartışmalarında ömürleri heder olmuş bilimkurgu – fantastik edebiyat müptelalarının radarına mı gireceklerdir? birinci tercihte bulunanlar en vasat eserleriyle bile “edebiyatçı” olarak anılmaya hak kazanacak ama bunun karşılığında 1000 -3000 arası okurla avunmayı öğreneceklerdir; diğer kapıyı açanlara ise allah sabır versin, ya sıkışık bir alanda bilinirlikleriyle yetinecek ya da - ortaya gerçekten iyi bir kurgu koyabilirlerse - fazlasıyla okura ulaşacak ancak ne namlı edebiyat dergilerinin ne akademisyenlerin ne varlıkları tartışma konusu eleştirmenlerin ilgisine mazhar olacaklardır.

    bunca gevezeliğin ardından nihayet yanlış anlaşıldığım noktaya gelebildik. büyük yayınevlerinin yayın çizgilerinin üstüne sifon çekip her telden kitap yayımlaması gerektiği gibi kapsayıcı, radikal bir politika değişikliği önermedim. birincisi romantik biri değilim, ikincisiyse, yapmayın ama, türkiye’deyiz, bu ülkede güzel şeylerin gerçekleşmesi için her zaman vakit erkendir. ek olarak belirtmeliyim ki, türk spekülatif kurgusunun basbayağı emekleme evresinde olduğunun da, dilden, diyalogdan, kurgudan, karakter yaratımından ve özgünlükten bihaber yazarların bu marjinal köşeye istiflendiğinin de, kumaşı iyi yazarların dahi hepimizde var olan önyargılar çerçevesinde sırf metnin yerellik dozunu azaltıp egzotik havasını artırmak gerekse de inandırıcılığı sağlamak adına hikayeyi edirne’nin batısına taşımak, karakter isimlendirmelerinde kulakta yabancı gibi tınlayacak seçimlerde bulunmak, eseri olabildiğince günümüz atmosferinden uzaklaştırmak gibi tercihlerde bulunmak durumunda kaldığının da pekala ayırdındayım.

    ancak ayırdında olduğum başka bir şey var. spekülatif kurguya takınılan bu kategorik, genellemeci peşin hüküm neticesinde okuru olsun editörü olsun akademisyeni olsun eleştirmeni olsun okudukları metinlerde doğaüstü – bilimkurgu öğe görmesinler, saniye geçmeden beyinlerde bir nöral bağlantının aktifleştiğini, eser neyi ne amaçla nasıl bir strüktürle anlatıyor koyuverip “hııı, tırt kitap bu yaa” damgasını basıverdiklerini tecrübem ve duyduklarım ışığında gayet de iyi biliyorum.

    yazardan öte bir okur olarak bu peşin hükmün türk edebiyatını sıkıcı, kasvetli, renksiz, hep aynı şeyleri anlatan, yakup kadri karaosmanoğlu’nun yaban’ı, orhan kemal’in yoksulları, oğuz atay’ın melankolisi, barış bıçakçı’nın yalnızlığı etrafında uydulaştırdığını, diğer parametrelere ek olarak bilinçli bilinçsiz okurun bu içe dönük fasit daireden – doğal olarak – gitgide uzaklaştığını, dolayısıyla hüzün, acı, travma, yalnızlık, ah çocukluğumuz, ah gençliğimiz, ah hayallerimiz, ah taşranın kekik kokusu gibi özlemler ve benzeri temalarda eserlerin hakiki, diğer türlüsünün kof edebiyat olduğuna dair şu miadı dolmuş takıntımızı artık yenmemizin, hiç olmadı biraz törpülememizin vaktinin gelip de geçtiğini öne sürüyorum. mary shelley’in, edgar allan poe’nun, ursula k. le guin’in, margaret atwood’un, kazuo ıshiguro’nun, shirley jackson’ın, j.g. ballard’ın ve nice yazarın doğaüstü – bilimkurgu unsurları kullanarak gayet de edebi eserler verebildiğini tekrar ve tekrar kendimize hatırlatmalıyız. edebiyatın taze bir soluğa, biraz renge, biraz neşeye, biraz meraka, biraz mizaha, biraz gerilime ve hayal gücüne ihtiyacı var.

    evet, hayal gücüne, bolca hayal gücüne…

    not : başka bir yazının konusu olacak ama burada da kısaca belirteyim, hayır, spekülatif kurgunun illa çıktığı ülkeyi ve kültürü anlatması gerektiği gibi saplantılarım yok.
  • 4'e ayrılır.

    ı. islamiyet’ten önceki türk edebiyatı

    - sözlü edebiyat
    - yazılı edebiyat

    ıı. islami dönem türk edebiyatı

    - islami ilk eserler
    - divan edebiyatı
    - halk edebiyatı

    ııı. batı etkisindeki türk edebiyatı

    - tanzimat dönemi edebiyatı
    - servet-i fünun dönemi edebiyatı
    - fecr-i ati dönemi edebiyatı
    - milli edebiyat
    - cumhuriyet dönemi edebiyatı

    ıv. akp sonrası türk edebiyatı

    - mağdur edebiyatı
    - mağrur edebiyatı
  • çocuğuma ilk okutacağımdır. türk edebiyatı insanı vicdan sahibi yapar.
  • nazım hikmet'i tanımamışsın
    fakir baykurt'u okumamışsın
    aziz nesin'i de anlamamışsın
    sen gerizekalıysan edebiyatçılar ne yapsın?
  • geçen gün youtube’da roberto bolano’nun zamanında bir televizyon programı için verdiği röportaja denk geldim ve izlemeye başladım. konu döndü dolaştı, bolano’nun edebiyatını şili edebiyatı diye tanımlamanın mümkün olup olmadığına geldi, evet, tam da bizde dönecek tartışmalar gibi. ben bolano'yu illa sınıflamak gerekiyorsa latin amerika edebiyatına dâhil edeceğimden bu meseleye ne diyecek diye merak ettim.

    bolano şilili olduğunu, ama şili’yi anlatmadığını, hikâyelerinin meksika’da geçtiğini, ama meksika’yı anlatmaya da çalışmadığını söyledi ve sonra da bu "x ülke edebiyatı" meselesiyle biraz dalga geçerek jorge edwards adında daha evvel hiç duymadığım bir yazardan şu müthiş alıntıyı yaptı: “şilili bir yazar, yazar olmak istiyordu, başaramadı ve böylece şilili yazar olarak kalmaya devam etti.”

    bu alıntının türk edebiyatının hem "büyük" yazarlarını, hem de yeni neslin genç yazarlarını açıklar nitelikle olduğunu düşünüyorum, hatta cuk oturuyor. bizde boyuna türk yazarı var da, yazar olan bir orhan pamuk var sanırım.
hesabın var mı? giriş yap