• dünya tarihinde olduğu gibi türk tarihi de kendi içinde birçok hikayeler barındırır. bu hikayeler kimi zaman hüzün ve yenilgiler ile yazılmışken kimi zaman sevinç ve zaferlerle yazılmıştır. bazen tarihi ağdalı ve ağır sözlerle anlatmak insanlara sıkıcı gelebiliyor. bu kez biraz daha değişik bir dil kullanarak, yeri geldiğinde argo kullanmaktan dahi çekinmeden bana göre değişik bir yazım stiliyle derleme yapmaya çalıştım. burada kimi ifadelere katılabilirsiniz veya katılmayabilirsiniz. bu siz saygıdeğer okuyucuların insiyatifinde olan bir durum.

    aşağıda paylaşacağım iki hikayeyi bir yazı serisinin başlangıcı olarak düşünebilirsiniz. dolayısıyla hikayelerimiz kısa ve sonunda bir özeleştiri barındırıyor. başlıktan anlaşılacağı üzere ismi üzerinde bunlar birer anektod. yanı kısa hikayeler. bahsi geçen bu hikayelerin görsel ile bezenmiş hali ile çeşitli editöryal düzenlemelerden geçirilmiş haline blog sayfamdan ulaşabilirsiniz. (bkz: historeal) bu yazıyla birlikte blog için özel olarak düzenlenmiş olan ve kıbrıs barış harekatı'na yönelik yazımı da okumanızı şiddetle tavsiye ederim. (bkz. kıbrıs barış harekatına giden yol)

    ***türkler ergenekon'dan nasıl çıkmış?***

    orta asya'daki eski türklerin dilinde "sarp dağ yamacı" anlamına gelen ergenekon'la ilgili destanı bilmeyen yoktur. türklerin yeniden doğuşunu ve çoğalarak orta asya'ya egemen oluşlarını anlatan bu efsanenin adı aynı zamanda soğuk savaş döneminde nato ülkelerinde kurulan gizli antikomünist örgütün, kontrgerillanın türkiye'deki kolunun adı olarak da gündeme gelmiştir, ama şu anda konumuz bu değil.

    ele alacağımız konu, günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce demirden bir dağı eriterek yurt edindikleri ergenekon'dan çıktığı söylenen türklerin daha sonra yurt edindikleri anadolu'da bir dağ ile bir türlü başa çıkamamaları...

    ergenekon destanı'nın değişik biçimleri var ama en yaygın olan anlatıma göre, aral gölü civarında olduğu varsayılan demir dağın eritilme efsanesi şöyle gelişiyor:

    hunların büyük imparatoru oğuz han'ın ölümünden sonra türklere sırasıyla gök han, ay han, yıldız han, deniz han ve il han başbuğ olur. il han'ın döneminde tüm türk bölgeleri egemenliğine girince, bunu kıskanan yabancı kavimler, özellikle tatarlar birleşip il han'a saldırırlar ve çarpışma sonunda türkleri kılıçtan geçirirler.

    il han'ın oğlu kayı ve yeğeni dokuz oğuz eşleri ve çocuklarıyla birlikte esir edilir. daha sonra tatarların elinden kurtularak eski yurtlarına geri dönerler. burada dağınık ve ürkmüş bir halde birçok at ve besi hayvanı bulurlar. bunları da yanlarına alıp kendilerine güvenli bir yurt ararlar. bir kurdun ayak izlerinin peşinden giderek çıkış yolu görünmeyen sarp dağların arasında yemyeşil, çok güzel bir yer bulurlar ve ergenekon adını vererek buraya yerleşirler. bu iki ailenin çocukları birbirleriyle evlenerek çoğalırlar.

    mutlu-mesut yaşadıkları yılların ardından çoğalarak artık ergenekon'a sığamaz olurlar. sonunda 400 yıl kaldıkları bu yurttan çıkmaya karar verirler ama çıkış yolunu bulamazlar. nasıl onları oraya bir kurt getirmişse yine bir kurdun sayesinde çıkış yolunu bulacaklardır. nitekim koyunlara saldıran bir kurdun izlerini takip ederek bir mağaraya ulaşırlar. mağaranın dibinde küçük bir delik vardır ve kurt oradan çıkmıştır. bu deliği büyütmek isterler ama mağaranın bulunduğu dağ demirdendir. bir demirci ancak dağın ateşe verilmesiyle yolun açılabileceğini söyler. bunun üzerine kurultay toplanır ve dağın eritilmesine karar verir. dağın çevresine odun ve kömür yığarak yetmiş büyük körükle dağın tutuşmasını sağlarlar. böylece dağ erir ve türkler de ergenekon'dan çıkarlar.

    daha sonra aradan yüzlerce yıl geçer ve türkler orta asya'dan yola çıkarak anadolu'ya gelirler, yeni yurtları artık burasıdır. gel zaman, git zaman bu topraklar üzerinde çeşitli devletler kurarlar, kurdukları devletler yıkılır, sonra yenisini kurarlar ve derken en sonunda türkiye cumhuriyeti'ni kurarlar.

    artık bunun türklerin son devleti olduğu ve sonsuza kadar var olacağı söylenirken, bir yandan da anadolu toprakları üzerinde çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak için bir uğraş verilmektedir. çağdaş uygarlığın egemen olduğu ülkelerde yük ve yolcu taşımacılığında ağırlık demiryolundadır ve denizin olduğu ülkelerde ise tabii ki denizyolu da önem taşır.

    nitekim anadolu da dört yanı denizlerle çevrili bir yarımadadır ama cumhuriyeti kurduklarında artık bin yıldır bu topraklarda yaşayan türkler arkalarını denize dönerek yaşamayı tercih ederler. demiryolları ise cumhuriyetin ilk yıllarında biraz gelişir, hatta marşlarda "demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" falan derler ama gerçek hiç de öyle değildir. montaj otomotiv sanayii devreye girince, yerli ve yabancı tekellerin çıkarları doğrultusunda demiryolları bir kenara bırakılır ve yurdun dört bir yanı karayollarıyla örülmeye başlanır.

    çünkü yirminci yüzyılın sonlarına doğru başbakan ve cumhurbaşkanı da olmuş bir "türk büyüğü" turgut özal demiştir ki;

    "demiryolu komünistlere özgü, özgürlük imkanı tanımayan bir ulaşım ve nakliye sistemidir. istediğiniz yerde inip, binemezsiniz. ama karayolu özgürlük demektir, nerede isterseniz iner, binersiniz."

    işte böylece akıp giden yılların ardından yirminci yüzyılın sonlarında karayolları yolcu taşımada yüzde 95, yük taşımada da yüzde 93 oranına ulaşmıştır. bir yandan da cumhuriyetin ilk yıllarındaki "demir ağ heyecanı" gibi memleketi "otoyol heyecanı" sarmış ve yeni anayurdun dört bir yanı otoyollarla döşenmeye başlanmıştır. başlanmıştır başlanmasına ama işte bu noktada türklerin karşısına bir dağ çıkmıştır; bu dağ bolu dağıdır.

    bir zamanlar halk kahramanı eşkıyalara yataklık eden bolu dağı cumhuriyetin iki büyük kentinin, istanbul ve ankara'nın ortasında tüm heybetiyle yükselir. başta bu iki kent olmak üzere, istanbul'u anadolu'ya bağlayan karayolunda seyreden araçlara etmediğini bırakmaz. üç bin yıl önce atalarının ergenekon'dan çıkmak için demirden dağı eritmeleriyle övünen türkler bolu dağı karşısında yıllarca çaresiz kalırlar. en sonunda yapımına başlanan anadolu otoyolu ile bir tünel açarak bu dağın hakkından gelmeye karar verirler. edirne'den başlayan anadolu otoyolu bolu dağı'nın eteklerine kadar gelir ama 6 kilometrelik iki viyadük ve 7 kilometrelik iki tünel bir türlü bitirilemez.

    yıllarca süren çalışmalar ve trilyonlarca harcamadan sonra "bitti, bitecek" derken 12 kasım 1999'da düzce'de 7.2 büyüklüğünde bir deprem meydana gelince türkler arasında yeniden bir tartışma başlar; bu tüneli yapalım mı, yapmayalım mı? vazgeçecek olursak şimdiye kadar harcadığımız 400 milyon dolares ne olacak? yapacaksak tam da fay hattının üzerine kondurmuşuz, böyle hiç güvenli değil...

    2000 yılında bir gazetede çıkan haberde şöyle yazmaktadır:

    "trilyonlar tünelde kaldı. uyarılara karşın fay üzerine inşa edilen bolu dağı geçidinin güzergahı değiştiriliyor. düzce depreminin ardından yapılan 'hasar yok' açıklamalarından yaklaşık 6 ay sonra bolu dağı tüneli inşaatının durdurulması gündeme geldi. bugüne kadar 433 milyon dolar harcanan bolu tüneli'nin şimdiki güzergahın 2 kilometre sağa kaydırılması planlanıyor. karayolları genel müdürü, yeni bir tünel girişi oluşturmak istediklerini, bu projenin de 107 milyon dolara mal olacağını söyledi. geçmişte harcanan miktarla birlikte bolu dağı geçidinin maliyeti en az 490 milyon dolara yükselecek. yeni tüneli yine astaldi-bayındır ortaklığı yapacak. bolu tüneli'nin hiçbir zaman dikiş tutmayacağını belirten uzmanlar 'tünel yıkıldıkça firmalar para alıyor' diyorlar."

    başka bir gazetede karayolları genel müdürü'ne yanıt veren türk müteahhitler birliği yönetim kurulu başkanı kadir sever ise bolu dağı tüneli'ni bir mühendis olarak kendisinin yapmayacağını belirterek,

    "tünelin içinde binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak" diyor ve şöyle devam ediyor:

    "bana sorsalardı, ben bolu dağı'nda tünel yapmazdım. bolu dağı geçidi'nde pek çok heyelan olurdu. bolu dağı'nda trafiğin en az olduğunda bile heyelan nedeni ile yol zaman zaman tıkanırdı. heyelan hala var. bolu dağı'na tünel yapılmaması gerektiğini yetkililere pek çok kez söyledik. ancak bir teki bile bizi dinlemeye cesaret edemedi. çünkü yatırımlar yapılmış, şimdiye kadar 400 milyon doların üzerinde para harcanmış. çalışmalar durdurulduğu zaman ‘’bu işi yapanlara neden yanlış karar verdiniz’’ diye sorarlar. bolu tüneli en son teknoloji ile yapılması durumunda dahi risklidir. tünelin içinde 300-400 araba varken bir zelzele olması durumunda binlerce insan hayatını yitirdiğinde bunun sorumlusu kim olacak merak ediyorum."

    işte böyle, ergenekon efsanesini hatırladıkça utanç içinde yüzleri kızaran türkler neredeyse çeyrek yüzyıldır başa çıkamadıkları bu dağla ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar. üstelik de 2000 yılında tünelin yapımıyla ilgili bayındırlık ve iskan bakanlığı'nda ergenekon destanı'nı parti programlarından bile daha fazla ciddiye alan bir parti vardı!

    ergenekon destanında dağı eriterek yol açan türkler bolu dağını delerek yol açmak için senelerce uğraşmış ve 2007 senesinde muradına ermiştir.

    ya bu destanda bir tuhaflık var, ya da anadolu'ya göç ettikten sonra türklere bir haller oldu!

    özetle: tünel açmak demir dağı eritmekten zormuş...

    ***padişah'da olsan okuma yazma bilmek ve kibir tehlikelidir!***

    okuma yazma bilmek her zaman işe yaramayabilir, hatta padişah bile olsa bazen insanın başını derde sokup, hayatına bile mal olabilir! nitekim okuma yazma bilen ilk osmanlı padişahı yıldırım bayezid'ın timur'a yazdığı hakaret mektupları nedeniyle canından olduğu tarihsel rivayetlerden biridir.

    yıldırım bayezid ilklerin adamıdır; ilk okuma yazma bilen padişah olmasının yanı sıra kardeş kanı döken, savaşta esir düşerek can veren ve istanbul'u kuşatan ilk osmanlı padişahıdır.

    babası 1. murad, kosova'da haçlılara karşı kazandığı zaferden sonra savaş meydanında hançerlenerek öldürülünce sadrazam çandarlı ali paşa'nın yardımıyla kardeşi yakub çelebi'yi boğduran yıldırım 28 ağustos 1389'da padişahlığını ilan etti. gerçekten de kısa sürede rumeli'deki osmanlı topraklarını macaristan'a kadar genişletti, anadolu'daki beyliklerin de bir çoğuna son vererek egemenliğini fırat'a kadar ulaştırdı. böylece babasından devraldığı toprakları üç misline çıkartırken osmanlı'yı üçte ikisi anadolu'da, üçte biri de rumeli'de büyük bir devlet haline getirdi.

    1391'de istanbul'u ilk kez kuşatan yıldırım yedi ay süren kuşatmadan sonra bizans imparatoru 2. manuel'le bir anlaşma imzalayarak onu haraca bağladı. ayrıca istanbul'da bir müslüman mahallesi kurulmasını, bu mahalledeki bir kilisenin camiye çevrilmesini ve kadı bulunmasını da kabul ettirdi.

    gerek bizans'la yaptığı bu anlaşma, gerekse rumeli'deki genişlemesi sırasında yürüttüğü incelikli politikalar ve gerekse de 1394'de kahire'deki abbasi halifesinden "kayzer-i rum" unvanını almayı düşünmesi yıldırım'ın diplomasinin dilinden oldukça iyi anladığını göstermektedir. ama yine de timur'a karşı dilini yeterince tutamamasının kurbanı oldu.

    başında bulunduğu devletin toprakları arasına sıkışmış bir kent devleti durumundaki istanbul'u 1395'de ikinci kez kuşatan yıldırım, bir haçlı ordusu bizans'a yardıma gelmek üzere yola çıkınca kuşatmayı kaldırarak rumeli'ye geçti ve 25 eylül 1396'da niğbolu'da büyük bir zafer kazandı. zaferinin tadını çıkarmak ve yenilene eziyet etmek için yıldırım korkunç bir yol bulmuştu; kellesi vurulmak üzere belirlenen şövalyelerin içinden sadece ikisini kurtarma hakkı tanıdığı düşman ordusunun komutanının önünden binlerce esire resmigeçit yaptıracaktı.

    ve seçilen iki kişi dışında diğerlerinin hepsinin başları gövdelerinden ayrılacaktı. yendiği ordunun komutanına böylesine korkunç bir davranışı uygun görürken bir gün kendisinin de yenilebileceği, savaşta esir düşebileceği herhalde aklına gelmemiş olsa gerek. atalarımız boşuna dememiş ‘’gün döner, devran döner’’ diye. oysa en az kendisi kadar zalim olan başkaları da vardı...

    ardından tekrar anadolu'ya geçen yıldırım doğuda erzincan ve malatya'ya kadar ilerleyince batıya doğru sefer yapmakta olan timur'la karşı karşıya gelmek zorunda kaldı.

    bu arada yıldırım'ın topraklarını elinden aldığı anadolu beyleri timur'a sığınırken, timur'un gazabına uğramış karakoyunlu yusuf bey ve celayir sultanı ahmet’te yıldırım'a sığınmıştı.

    sivas'a kadar gelip ardından güneye inerek suriye ve bağdat'ı fetheden timur anadolu beyleri tarafından osmanlılara karşı kışkırtılıyordu. aynı zamanda kendisini ilhanlıların varisi saydığı için anadolu üzerinde hak iddia ediyordu. osmanlıların kendisine bağlanmasını ve ayrıca yıldırım'a sığınan kara yusuf ve ahmet'in kendisine teslim edilmesini isteyen timur'a yıldırım hiç aldırmayarak, bu taleplerin hepsini reddetti.

    rumeli ve anadolu'da kazandığı zaferlerle başı dönen kibirli osmanlı padişahı tam tersine timur'a hakaret dolu mektuplar gönderip, onu küçümsemekten de geri kalmadı. kendi adını yaldızlı ve büyük harflerle yazıp, egemen olduğu toprakları uzun uzun sıralarken timur'un ismini küçücük yazarak ona sıradan bir hükümdar muamelesi yaptı. bu arada, rivayete göre, bir gözü kör olan yıldırım, bir ayağı topal olan timur'a;

    "bu dünya bir körle bir aksağa kaldıysa vay bu dünyanın haline" diyerek meydan okumuştu.

    böylece kaçınılmaz savaş en sonunda geldi çattı; büyük bir orduyla anadolu'ya giren timur sivas'ı yerle bir etti. fethettiği şehirlerin ahalisini öldürerek binlerce kelleden piramitler yapmak adetiydi, sivas'ta da aynısını yaptı. ardından ankara'ya yöneldi ve kaleyi kuşattı. bu sırada yıldırım da tokat üzerinden ankara'ya doğru ilerliyordu. kuşatmayı kaldıran timur çubuk ovasında osmanlı ordusunu karşıladı.

    28 temmuz 1402'de meydana gelen ankara savaşı tarihin gördüğü en kanlı meydan savaşlarından biri oldu. bütün gün boyunca, tam 14 saat süren çarpışmaların başlangıcında osmanlı ordusu daha üstün görünüyordu. karatatarlar ve daha önce timur'a sığınmış olan beylerin askerleri de osmanlı ordusunu terk ederek karşı tarafa geçince savaşın kaderi de belli oldu. osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradı.

    yıldırım'ın oğulları ve sadrazam çandarlı ali paşa kuşatmayı yararak kaçmayı ve canlarını kurtarmayı başardılar. padişah ise hava kararıncaya kadar savaşı sürdürerek karanlıktan yararlanıp kaçmayı denedi ama timur'un komutanlarından çağatay han tarafından yakalanarak esir edildi.

    yine rivayete göre savaşçılığı dolayısıyla yıldırım'a saygılı davranan timur yenik osmanlı padişahından aynı şekilde karşılık görmedi. tam tersine hakaretlerine devam eden ve diline egemen olamayan yıldırım'ı en sonunda ayakta duramayacak kadar küçük bir kafesin içine kapatan timur anadolu'da gittiği her yere onu da götürdü. ayrıca onu daha da aşağılamak için savaş meydanında yıldırım'la birlikte yakalanan karısı despina'yı da kendi sofrasında hizmetçi olarak kullandı.

    mağrur yıldırım tüm bu hakaretlere ancak yedi ay dayanabildi ve sonunda kapatıldığı altın kafesin arkasında 9 mart 1403'de akşehir'de öldü.

    özetle: okuryazarlıkla adam olunmadığı gibi kibir herkesin olduğu gibi padişahlarında baş düşmanlarından birisi...
  • önceki yazımda (türk tarihinden ilginç anekdotlar) belirttiğim gibi türk tarihi kendi içerisinde çeşitli ilginç hikayeleri bünyesinde barındırmaktadır. ve bu hikayeleri peyderpey bir seri halinde sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. bu yazımda türk tarihinden yine iki hikayeyi sizlere sunmak istedim. bu hikayelerden birisi türk tarihindeki anayasa çalışmalarından birisi ile ilgili olup; ikinci hikaye türk tarihinde birçok kez yaşanmış askeri ihtilallerden birisinin sonucunu konu almaktadır.

    herkese iyi okumalar...

    ***ihtilal evlatlarını yemeden duramaz!***

    14 mayıs 1950'den beri iktidarda bulunan demokrat parti'yi 27 mayıs 1960'da devirerek iktidara el koyan darbe ordu içinde daha çok alt kademe subaylarına dayanan bir cuntanın eseriydi.

    daha sonraki 12 mart 1971 ve 12 eylül 1980'de olduğu gibi "emir-komuta zinciri içinde" gerçekleşmeyen bu hareket, sadece iktidar partisine karşı değil ama aynı zamanda onunla işbirliği içinde olan ordunun yüksek komuta kademesine karşı da sert davranacak ve daha ilk adımdan itibaren genelkurmay başkanı orgeneral rüştü erdelhun ve kimi generalleri de gözaltına alarak işe başlayacaktı.

    27 mayıs hareketinin ve daha sonra iktidarı kullanan milli birlik komitesi'nin başına getirilen eski kara kuvvetleri komutanı orgeneral cemal gürsel, "başımızda yüksek rütbeli bir subay olsun" diye adeta zorla, aranarak bulunmuştu. ama ihtilal yasasının kendine özgü bir diyalektiği vardı ve neredeyse rica minnet hareketin başına getirilen cemal gürsel ve arkadaşları 27 mayıs'ın asıl aktörlerini ilk fırsatta tasfiye edeceklerdi.

    38 kişiden meydana gelen milli birlik komitesine birçoğu yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki genç subayların damgasını vurması bir siyasal ve toplumsal hareket olarak 27 mayıs'ın sahip olduğu özellikleri de açığa vuruyordu ama bu unsurların iktidar mevkilerinde kalmalarına da beş buçuk aydan fazla tahammül edilemeyecekti.

    aslında 27 mayıs'ın arka planında yer alan siyasal-toplumsal süreci belirleyen türkiye'de gelişmekte olan kapitalizmin harekete geçirdiği dinamiklerdi. on yılı bulan demokrat parti iktidarı döneminde kapitalizmin hızla gelişmesi için önemli adımlar atılmış ve bir sermaye birikimi gerçekleştirilmişti.

    iç pazarın gelişmesi ve sermayenin dolaşımı için gereken alt yapı yatırımlarının gerçekleştirildiği bu süreç aynı zamanda bir önceki dönemin nispeten içe kapalı toplum yapısında var olan değer yargılarını ve statüleri de hızla değişmeye zorlarken "orta sınıf’’ tanımını ve bunun içinde yer alan toplumsal kesimleri de farklılaştırıyordu.

    tek parti döneminin anlayışı ve politikaları çerçevesinde şekillenen hemen ne varsa artık geride kalıyor, ülkede var olan kapitalist ilişkilerin yayılmasıyla egemenliğini ilan eden yeni dönem geçmişten farklı "yükselen değerler" ortaya çıkarıyordu. bu bağlamda subayların, ordu mensuplarının da dahil olduğu memurlar artık eskisi gibi toplumsal yaşamın önemli aktörleri olamayacaklardı.

    yoğun iç göçün sayılarını artırdığı ve büyüttüğü kasaba irisi kentlerdeki yaşam, tüccarları, ithalatçıları, montaj sanayinin bir ucuna tutunmuş kalburüstü işadamlarını, zengin çiftçileri öne çıkarıyordu.

    böylesi bir iktisadi-toplumsal sürecin ordunun alt kademelerinde tepkilere yol açması doğaldı. bu sosyopsikolojik tepkilerin yanı sıra, fonda her zaman bir tür "atatürkçülük" ideolojisi bulunmak kaydıyla ve bunun tarihsel ve ulusal meşruiyetinden yararlanarak, kendisini her zaman "memleketin asli sahibi" olarak gören ordunun içinden demokrat parti iktidarının temsil ettiği bir tür geç kalmış "vahşi kapitalizme" karşı şiddetli bir muhalefet patlak verecek ve sonuçta 27 mayıs’a kadar gidilecekti.

    ancak bu hareketin içinde bulunanların, cuntalar örgütleyip, kelleyi koltuğa alanların ideolojik ve siyasal formasyonu ne pek ciddiye alınır düzeydedir, ne de belirli bir homojenlik ve netlik taşımaktadır. bir önceki dönemde ağırlığı hissedilen "devletçi" politikaların esin kaynağı olduğu kimi görüşler veya düpedüz bu politikaların tekrarı niteliğindeki önerilerden ileri giden fazla bir şey yoktur.

    ama sonuçta 27 mayıs, baskıcı bir rejime karşı bir tür "hürriyet mücadelesi" olarak da kendisini tanımlayacaktır. asıl olarak alt kesimlerin damgasını vurduğu ve onların kimi özlemlerini yansıttığı ölçüde de ortaya çıkardığı anayasa ve seçim yasası gibi kimi hukuki-siyasi düzenlemeler daha demokratik ve özgürlükçü bir eksende şekillenebilmiştir.

    tüm bunlardan sistem gereken dersleri alacak ve daha sonraki on yıl içinde geliştireceği önlemlerle ordu içinde bir daha böylesi bir hareketin gelişmesine olanak tanımayacaktır. oyak başta olmak üzere, ordu mensuplarının sistemle daha iyi bütünleşen bir yapıya bürünmelerini sağlayan iktisadi ve kurumsal önlemler alınırken, subaylar da devletin diğer görevlilerine oranla görece daha ayrıcalıklı bir konuma zamanla kavuşacaklardır.

    nitekim 12 mart 1971'deki müdahale öncesinde gerçekleştirilen 9 mart tasfiyesi bu bağlamdaki son kalıntıların da temizlenmesidir. daha sonraki dönemlerde artık ordu içinde gerçekleştirilen örgütlenmeler ideolojik çizgisi net olan sistem dışı örgütlenmelerdir ve bunlar da açığa çıktığı ölçüde kesin bir şekilde ayıklanıp, kazınacaklardır.

    ama bunlar daha sonrasının olgularıdır. 1950'li yıllar henüz bu adımların atılmadığı, bir anlamda "bakir" ve "masum" bir dönemdir ve darbeyi gerçekleştiren kadrolar da hem kendilerini örgütlemekte, hem de toplumsal karşılık bulmakta şanslı olacaklardır.

    ankara ve istanbul radyolarının ele geçirilerek bir bildirinin okunmasıyla iktidara el konulabildiği bu dönemde 27 mayıs öncesinde oluşan cuntalar hiç kan dökmeden amaçlarına ulaşacaklar ve ilk aşamada 38 kişiden oluşan bir iktidar organı ile ülkeyi yönetmeye başlayacaklardır. nato'ya ve cento'ya bağlı olduklarını daha ilk andan ilan etmeleri kendileri açısından akıllıca olacak ve dış dünyadan büyük bir tepkiyi üzerlerine çekmeyeceklerdir.

    ancak esas önemlisi bundan sonrasında, iktidarı aldıktan sonra ne yapılacağıdır. böylece kısa sürede milli birlik komitesi içinde ayrılıklar baş gösterir; devlet ve hükümet başkanı ve milli savunma bakanı olarak neredeyse her türlü yetki kendisine tevdi edilen cemal gürsel ve arkadaşları demokrat parti, iktidarının sorumlularının yargılanmasının yanı sıra yeni bir anayasa ve seçim yasası yapılarak makul bir süre içinde çekilmeyi savunmaktadır.

    bütün bu siyasal sürecin en örgütlü gücü chp'nin lideri ismet inönü de bu görüştedir ve tarihsel kişiliğiyle tüm ağırlığını bu doğrultuda kullanmaktadır. ama milli birlik komitesi üyelerinin bazıları iktidarın kısa sürede sivillere bırakılmasına taraftar değildir.

    sivil siyaset alanına ve politikacılara derin bir güvensizlik duyarken, ne olduğu pek de belli olmayan militarist ve devletçi görüşlerinin ülkenin hızla kalkınması ve ilerlemesi için pek gerekli olduğuna inanan bir grup milli birlik komitesi üyesi subay, belirli bir tarih telaffuz etmemekte ama en azından uzunca bir süre ülke yönetimini ellerinde tutmak istemektedirler.

    içlerinde alparslan türkeş gibi faşist unsurlar olduğu gibi, bir tür "üçüncü dünya solculuğu" olarak tanımlanabilecek görüşlere sahip olanlar da vardır. ve aslında bu kadar farklı görüşleri olanların birlikte ülkeyi yönetmeleri de mümkün değildir. ama öne çıkan ayrım ve çatışma noktası askeri yönetimin devam edip etmemesi olunca, 13 kasım 1960 günü sabaha karşı isimleri daha önceden belirlenen 14 milli birlik komitesi üyesi evlerinden toparlanarak ordudan emekli edileceklerdir. ardından yurtdışında bir takım uyduruk görevlere atanma görüntüsü altında sürgüne gönderileceklerdir.

    sonuç olarak; ihtilal evlatlarını yemeden duramazdı! iktidarın silahlı ayaklanmayla el değiştirdiği 27 mayıs da bunun dışında kalmayacak ve ihtilal yasasının diyalektiği yine hükmünü icra edecekti. düzenin yeniden geri gelmesini savunanlar çeşitli görüşlerdeki "aşırıları" tasfiye edip, duruma egemen olacaklardı.

    ***anayasa yaparken dikkatli olmak gerek***

    19. yüzyılın son çeyreğine doğru ilerlenirken hala üç kıtaya yayılmış dev bir imparatorluk olan osmanlı devleti de ayakta durmakta zorlanıyordu. aslında yüzyılın başından beri bu duruma çare aranıyordu ve sonunda çözüm bulunmuş gibi de görünüyordu. buna göre batı avrupa'nın yönetimsel modeli osmanlı'ya uyarlanacaktı. ancak sonuçta kapitalizmin siyasal üst yapısı olarak nitelendirilebilecek bir modelin uyarlanmasıyla imparatorluğun kurtulması doğrusu pek mümkün gözükmüyordu.

    gelişmekte olan kapitalizm, uluslararası bir sistem haline gelirken dünyayı da yeniden şekillendiriyordu. bazı ülkeleri bağımlı, yarı-sömürge ve sömürge durumuna getirerek merkezdeki kapitalist ülkelerin sermaye birikimini daha hızlı sağlamak için bu ülkeleri de daha yoğun bir sömürüye tabi tutuyor ve yağmalıyordu.

    aslında osmanlı devleti de, görünüşteki tüm azametine rağmen bu süreçte bağımlı olmaya ve pek tabii bu arada dağılmaya mahkumdu. çağın ideolojik akımlarından da etkilenen osmanlı aydınları ülkeye bir an önce anayasal bir sistem, meşruti bir monarşi getirmeye çalışırken osmanlı'yı kaçınılmaz kaderinden uzaklaştırmaya çalışıyordu.

    3. selim'le başlayan ve tanzimat'la ilerleyen bu yenileşme ve reform çabalarının hedefi 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde artık meşruti bir monarşinin kurulmasıydı. 1867'de kurulan yeni ''osmanlılar cemiyeti''nin desteklediği bu çabaların siyasi önderi olarak sivrilen ismin de ahmet mithat paşa olması doğaldı.

    neredeyse devlet hizmetine girmesinden itibaren reformcu çalışmalarıyla dikkat çeken, eğitim ve maliye başta olmak üzere birçok alanda önemli düzenlemeler gerçekleştiren mithat paşa batı avrupa'daki gelişmeleri de yakından izliyordu. bu arada namık kemal ve ziya paşa gibi yeni osmanlıların fikir adamlarıyla da yakın bir temas ve işbirliği içindeydi.

    ilk kez temmuz 1872'de abdülaziz tarafından sadrazamlığa getirilen mithat paşa'nın padişahın mühr-ü hümayununu elinde tutması ancak üç ay sürebildi. imparatorluğun bir federasyona dönüşmesi fikrine yakınlık duyduğu iddialarının yanı sıra maliyeye sıkı bir düzen getirmeye yeltenmesi ve abdülaziz'in dolmabahçe sarayı'ndaki hesapsız harcamalarını da denetlemeye kalkışması üzerine üç ay sonra görevden alındı.

    sadrazamlıktan uzaklaştırılmakla birlikte devlet içinde etkili olması engellenemeyen mithat paşa daha sonra çeşitli nazırlıklarda ve yüksek görevlerde bulunmaya devam edecek ve bu arada o dönemin en etkili üç veziri arasında bir tür yakınlaşma ve işbirliği ortamı da yaratacaktı. sonuçta mithat paşa, mehmet rüşdi paşa ve hüseyin avni paşa birlikte hareket ederek 30 mayıs 1876'da abdülaziz'i tahttan indirerek yerine 5. murat'ı geçirdiler.

    uzun yıllardır topkapı sarayı'nda kendi dünyasında yaşayan içkiye düşkün 5. murat reformlara yatkın görünüyordu. ancak ruh sağlığı yerinde olmayan yeni padişah abdülaziz'in 4 haziran'da ''kuşkulu'' bir şekilde ölümü üzerine iyice bunalıma girdi ve kendisinden beklenenleri yerine getiremeyeceği anlaşıldı.

    bunun üzerine üç ay sonra 5. murat da tahttan indirilecek ve mithat paşa ile arkadaşlarının çalışmalarına destek olacağına, bir anayasa ilan edeceğine söz veren 2. abdülhamit 31 ağustos 1876'da tahta çıkarılacaktı.

    abdülhamit tahta çıkar çıkmaz hemen bir anayasa oluşturmak üzere çalışmalara başlandı; mithat paşa'nın başkanlığında kurulan bir komisyonda 16 yüksek dereceli devlet memuru, ulemadan 12 kişi ve 2'de asker yer alıyordu. 30 kişiden oluşan komisyonun elinde zaten kimi taslaklar ve hazırlanmış metinler vardı. hızla yürütülen çalışmalar sonuçlandırılırken biri halkın oylarıyla seçilmiş meclis, diğeri padişahın atayacağı ayan olmak üzere iki temsili organa dayanan bir sistem öngörülüyor, batı'da geçerli olan çeşitli temel hak ve özgürlükler tanınıyordu.

    abdülhamit kendisine onaylanmak üzere sunulan taslağa bazı maddeler ekleyerek kabul etti. eklenen en önemli madde ise padişaha anayasayı askıya alma yetkisi veren ve bu arada "kendisi veya ülke için tehlikeli" gördüğü kişileri sürgüne göndermesine olanak sağlayan ünlü 113. maddeydi. ve bu madde ilk kez anayasa komisyonu başkanı mithat paşa için kullanılacaktı.

    osmanlı'yı meşruti bir monarşi haline getiren anayasayı hazırlayan komisyonun başkanı mithat paşa'yı 17 aralıkta sadrazamlığa atayan 2. abdülhamit, hemen altı gün sonra da, 23 aralıkta anayasayı onaylayarak yürürlüğe soktu. acelesi vardı çünkü aynı gün istanbul'da toplanan çeşitli batılı ülkelerin temsilcileri "tersane konferansı" diye bilinen bu toplantıda osmanlı'dan özellikle balkanların yeniden düzenlenmesiyle ilgili olarak yeni bir takım taleplerde bulunmaya hazırlanıyorlardı.

    toplantı kasımpaşa'daki donanma komutanlığı binasında başladığı sırada duyulan top seslerinden şaşkınlığa uğrayan temsilcilere anayasanın ilan edildiği açıklandı. aslında böylece konferans boşlukta kalmış oluyordu. yine de 20 ocak 1877'ye kadar çalışmalarını sürdürmekte ısrar etti ama ortaya konulan talepler osmanlı yönetimi tarafından kabul edilmeyince delegeler de hep birlikte istanbul'dan ayrılarak protestoda bulundular. ancak bu durumu hükümet umursamayacak, padişah ise rahat bir nefes alacaktı.

    batılı devletlerin temsilcilerinin istanbul'dan ayrılmasıyla uluslararası baskıdan uzaklaştığını düşünen abdülhamit, abdülaziz'in ölümünden sorumlu tuttuğu ve hiç güven duymadığı mithat paşa'yı tasfiye etmek için vakit kaybetmedi. aslında anayasal bir düzeni de benimsemiş değildi ve daha sonra hayli uzun sürecek hükümranlık dönemi için kendisine göre planları vardı. abdülhamit'in, egemenliğini ne mithat paşa gibi etkili isimlerle, ne de milletin oylarıyla seçilen temsili organlarla paylaşmaya niyeti vardı.

    5 şubat 1877'de dolmabahçe sarayı'na çağrılan anayasa komisyonu başkanı ve sadrazam mithat paşa sarayın önünde, boğaz'da demirlemiş olan bir geminin bacasından dumanların çıktığını görünce buna bir anlam veremeyecekti. kış vakti padişahın denize açılması pek görülen bir durum olmadığına göre acaba yolcusu kim olabilirdi?

    anayasayı ve temel reformları yapma sözü verdiği için tahta çıkardığı padişahın kendisinden kurtulmakta kararlı olduğunu bilse belki kendine göre önlemlerini alır ve bir karşı darbeye kalkışabilirdi. ama bu gibi kuşkulardan uzak bir şekilde gittiği dolmabahçe sarayı'nda 2. abdülhamit'in kendisi yoktu. bir saray görevlisi sadrazama padişahın kararını bildirdi; anayasanın 113. maddesine göre padişah, sadrazamı kendisi ve ülke için "tehlikeli kişi" olarak değerlendiriyor ve sürgüne gönderiyordu. böylece anayasayı yapan paşa o anayasanın da ilk kurbanı oluyordu! mithat paşa hemen dolmabahçe önündeki gemiye bindirilecek ve italya'nın yolunu tutacaktı.

    anayasanın mimarına üç ay tahammül edebilen 2. abdülhamit anayasanın kendisine ise bir yıldan fazla katlanacaktı. doğrusu abdülhamit'in meclis-i mebusan'ı fazla ciddiye aldığı söylenemezdi ama 24 nisan 1877'de başlayan osmanlı-rus savaşında uğranılan yenilgiye abdülhamit bir sorumlu arayıp bulması gerektiğinde meclis'i buldu ve şubat 1878'de yine anayasanın kendisine tanıdığı hakka dayanarak anayasayı askıya aldı ve meclis-i mebusan'ın da kapatıldığını ilan etti. abdülhamit, ardından da 30 yıl süreyle ülkeyi istediği gibi yönetmenin yollarını bulmak konusunda ne kadar becerikli olduğunu kanıtladı.

    ikinci sadrazamlığı da yine ancak üç ay süren mithat paşa ise önce bir yıl kadar avrupa'da sürgünde kaldıktan sonra yeniden ülkeye dönecek ve devlet hizmetine devam edecekti. ancak istanbul'a yaklaştırılmayan ve önce suriye ardından da aydın valiliklerinde bulunan mithat paşa, padişahla ilişkilerinin normalleştiğini zannediyordu. oysa abdülaziz'in tahttan indirilmesini ve ölümünü hiçbir zaman unutmayan, kendisi de sürekli "hal edilme" kuşkusu içinde yaşayan abdülhamit, en sonunda 1881'de mithat paşa ve mehmet rüşdi paşa'nın, abdülaziz'in ölümü dolayısıyla sorgulanmalarını gündeme getirdi.

    önce izmir'deki fransız konsolosluğuna sığınan mithat paşa hükümetin güvence vermesi üzerine teslim oldu. mithat paşa, "yıldız mahkemesi" olarak bilinen yargılama sonunda suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırılacak ama batılı devletlerin araya girmesiyle cezası ömür boyu hapse çevrilerek imparatorluğun en uzak köşelerinden birine, yani taif'e gönderilecekti. ve burada padişahın emriyle 8 mayıs 1884'de öldürülecekti.

    yaptığı anayasanın ilk kurbanı olarak sürgüne gönderilen paşanın ölümü de kendi elleriyle tahta çıkardığı padişahtan gelecekti.

    sonuç olarak; mithat paşa kendi anayasasının ilk kurbanı oldu…
  • serinin devamı olan yeni yazıyla yine karşınızdayım. daha önce yayınladığım yazılarda (türk tarihinden ilginç anekdotlar (vol-1)) ve (türk tarihinden ilginç anekdotlar (vol-2)) türk tarihi ile ilgili çeşitli ilginç olayları dilim döndüğünce size aktarmıştım. bu yazıda osmanlı dönemi ile ilgili 2 hikayeyi siz saygıdeğer okuyucularla paylaşacağım.

    ***bir elçiye asla kötü davranılmamalı***

    1512'den 1520'ye kadar sekiz yıl süren saltanatı sırasında batı'ya, yani avrupa'ya hiç sefer yapmamış olan yavuz sultan selim osmanlı'nın doğu ve güney sınırlarıyla uğraşmış ve iran ile mısır seferlerine çıkmıştı. yavuz sultan selim öldüğünde tam da macaristan'a doğru bir sefere çıkmak üzereydi ve padişahın tuğları ilk kez edirne kapısına konmuştu.

    yavuz sultan selim tam bu sefere çıkacakken ölüp yerine tahta 1. süleyman geçti. osmanlı imparatorluğu ile büyük bir savaş olmadan geçen bu dönemde rahat bir nefes alan avrupalılar uzaktan korkuyla seyrettikleri ve "aslan" gibi diye nitelendirdikleri yavuz sultan selim ölüp de yerine oğlu süleyman geçince "osmanlı tahtına bir kuzu geçti", "vahşi bir aslanın yerine tatlı bir kuzu geldi" diye raporlar yazdılar ve sevindiler. ancak bu "kuzu"nun dişlerini görmek için fazla beklemeyeceklerdi. doğrusu 1. süleyman da başlangıçta avrupalıların "kuzu" benzetmesine uygun tutumlar sergiledi. önce babasının dize getirdiği doğu ülkeleriyle sorunlarını çözdü ve iran mallarına konan boykotu kaldırarak iran'a çeşitli ödünler verdi. ayrıca 1. süleyman babası selim'in halifelik unvanıyla birlikte kahire'den istanbul'a zorla getirttiği islam alimlerinin memleketlerine dönmelerine izin verdi.

    o sıralarda 1. süleyman avrupa'nın en güçlü devleti olduğuna inanan kibirli macaristan'a da elçi göndererek kendince sorunu barışçı yollardan çözmeyi denedi. macarlar osmanlılara vergi, yani haraç verirlerse osmanlı akıncılarının saldırıları duracaktı. ancak macarlar 1. süleyman'ın gönderdiği elçinin burnunu ve kulaklarını keserek geri göndermek gafletinde bulundular. nasıl olsa osmanlı tahtında bir kuzu vardı!

    bu davranışın bir savaşa yol açacağını elbette macarlar da biliyordu ve bir yandan da osmanlı saldırısına karşı hıristiyan dünyasının desteğini almak için harekete geçtiler. kutsal roma imparatorluğunun prensleri worms'da toplanıyorlardı ve hıristiyan avrupa'yı tehdit eden islam'a karşı güçlü bir ittifak oluşturmak için bu toplantı iyi bir fırsattı. ancak avrupa hıristiyanlığı kendi içindeki sorunlarla meşguldü.

    5. charles, reformcu din adamı luther'i günahkar olmakla suçlamış ve prensler birbirine girmişti. macarların islam'a karşı hep birlikte mücadele etme çağrısına kulak verecek durumda değildiler. bu durumda macaristan batı avrupa ile osmanlı arasında bir tampon devlet konumuna sürüklendi ve gerçekten de bir tampon gibi ezilmekten kurtulamadı.

    böylece yalnız kalan macarlar 1.süleyman'ın elçisinin burnu ve kulaklarına karşılık olarak önce belgrat'tan oldular. süleyman bir aylık bir kuşatmadan sonra ağustos 1521'de güçlü belgrat kalesini fethetti. belgrat'ın düşmesi macaristan'ın güney savunma hattının da çökmesi anlamına geliyordu. ama bu daha başlangıçtı ve asıl savaş beş yıl sonra mohaç'ta olacaktı.

    iran hükümdarı 1. tahmasp macar kralı 2. lajos ve kutsal roma imparatoru 5. charles'a elçiler göndererek osmanlılara karşı ittifak önerisinde bulundu. tahmasp doğudan ve batıdan birlikte osmanlıları sıkıştırırlarsa başarılı olabileceğine inanıyordu ve osmanlılar ile bu şekilde başa çıkabileceklerdi. bu arada macarlar da boş durmuyor eflak ve boğdan'da osmanlılar aleyhinde bir takım tertipler düzenliyorlardı.

    öncelikle macaristan'ın üzerine yürümeye karar veren kanuni sultan süleyman'ın sadrazamı ibrahim paşa öncü birliklerle yola çıkarak bazı kaleleri ele geçirirken asıl ordu ise gelip mohaç ovasında konakladı. kral 2. lajos, osmanlı ordusunun karşısına toparlayabildiği 20 bin kişilik ve osmanlı ordusuna göre daha zayıf teşhis edilmiş bir kuvvetle çıktı. kral 2. lajos ovada yapılan muharebe de 130 yıl önce, yani 1396'da niğbolu'da atalarının yaptığı savaş hatalarının hepsini tekrarlamak başarısını gösterdi!

    bataklıkla nehir arasında ordugah kurarak hareket olanaklarını sınırladı. osmanlı ordusunun sayıca çok üstün oluşunu dikkate alıp savaş arabalarını kullanarak bir savunma savaşına yönelmedi, ya da geri çekilip zaman kazanarak bohemyalıların yetişmesini beklemedi. sonunda osmanlı ordusunun çok bilinen "türk kıskacı"na düştü. ilk saldırıda geri çekilen hafif süvariler macar ordusunu asıl kuvvetin içine çektiler ve üç yandan kuşatılan 20 bin kişilik ordu hemen tümüyle kılıçtan geçirildi veya arka taraftaki bataklıklarda boğuldu.

    meydan savaşı iki saat kadar sürmüştü ve kral 2. lajos da savaş alanında can verenlerin arasındaydı. ayrıca iki başpiskopos ve beş piskopos da hayatını kaybetmişti. savaşın ardından ilerleyerek budin'i de alan kanuni sultan süleyman tüm macaristan'ı yağmaladı ve 100 bin kadar esirle istanbul'a döndü.

    daha sonra 1541'de macaristan'a büyük bir sefer daha yapan süleyman orta ve güney macaristan'ı budin eyaleti haline getirerek tümüyle osmanlılara bağlayacaktı.

    kibir ve ileriyi düşünmeden yapılan budalalıklar macaristan'a çok pahalıya mal olurken, avrupalıların "kuzusu" osmanlı imparatorluğuna en görkemli dönemini yaşatacak ve yarım yüzyıla yaklaşan saltanatı sırasında ordunun başında 13 büyük sefere çıkıp bunların hepsinden zaferle dönecekti. ama birisi hariç; malta adasını almak için 1556'da büyük bir donanma ile sefere çıkan "muhteşem süleyman" bu kez başarılı olamayacak ve utancından gemilerini haliç'e gece vakti sokmak zorunda kalacaktı.

    ve bunca zaferin sahibi, macaristan'ı fethettikten sonra dönemin en güçlü devleti avusturya'yı bile haraca bağlayan mağrur hükümdar, halkın malta seferi ve kendisi hakkında ne konuştuğunu kulaklarıyla duymak için istanbul'da tebdili kıyafetle dolaşacaktı...

    özetle : aslında macarlar kanuni sultan süleyman'ı 'kuzu' sanmıştı ama o kuzu postuna sarılmış bir aslandı...

    ***silahlı diplomasi bu kez işe yaramadı... ***

    türkiye'nin ekim 1998'de suriye'ye uyguladığı ve abdullah öcalan'ın ülkeden çıkarılmasını sağlayarak istediği sonucu da aldığı "silahlı diplomasi" tarihte büyük devletler tarafından zaman zaman uygulanan bir yöntemdi. silahlı kuvvetlerin açıkça harekete geçirilip savaş tehdidi ile üzerine yürünülen ülke daha zayıf veya o anda savaşa hazır değilse ödün vermek, geri adım atmak zorunda kalırdı.

    türkiye 20. yüzyılın sonunda bunu ilk kez uyguladı -ve böylece "büyük devlet" olduğuna belki kendisi de inandı- ama başka büyük devletler bu yönteme daha önce çok başvurmuşlardı. ancak her zaman istedikleri sonucu aldıkları söylenemez. nitekim ingiltere 19. yüzyılın başlarında osmanlı imparatorluğuna karşı aynı yöntemi denedi ancak amacına ulaşamadı. büyükada önlerine kadar gelen ingiliz savaş gemileri elleri boş dönmek zorunda kaldı.

    nisan 1789'da tahta çıkışının hemen ardından meydana gelen fransız devrimi'nin estirdiği rüzgarların da etkisiyle ııı. selim osmanlı imparatorluğuna yeni bir düzen "nizam-ı cedid" getirmeye çalışıyordu. fransız devrimi'nden etkilenmişti ama 1798'de mısır ve suriye'yi işgal eden general napolyon'dan doğal olarak hoşlanmıyordu. hatta bu sırada ııı. selim ingiltere ve rusya'ya yanaşacak ve onlarla ittifak yapacaktı. daha sonra kendisini "fransa imparatoru" ilan eden napolyon'u ııı. selim başlangıçta yine tanımadı ve doğrusu pek ciddiye almadı ama napolyon'un
    komutasındaki fransız orduları avrupa'yı bir baştan diğer başa hallaç pamuğu gibi atmaya başladığında osmanlı padişahı da ülkesinin eski dostu fransa'ya ve napolyon'a yakınlaşmak gereğini duyacaktı. napolyon'un avrupa'yı kasıp kavurması ve osmanlıların geleneksel düşmanı rusların üzerine yürümesi ııı. selim'in işine geliyordu.

    böylece ııı. selim'in tavrı hızla değişecek ve fransa ile ittifaka yönelirken ingiltere ve rusya'yı karşısına alacaktı. napolyon'un da istediği bu idi. osmanlıların ve iran'ın güneyden rusları sıkıştırmasını isteyen fransız imparatoru en güvendiği adamlarından birini, general sebastiani'yi istanbul'a elçi olarak gönderdi.

    fransız general gerçekten de istanbul'da çok iyi karşılandı ve özel bir yakınlık gördü. o kadar ki, hıristiyan elçilerinin osmanlı hükümdarının huzuruna kılıçlarıyla kabul edilmemesi yerleşmiş bir kural, bir gelenek olmasına rağmen sebastiani kılıcıyla sultanın yanına girebilen ilk avrupalı elçi oluyordu. askeri başarılarına hayranlık duyduğu fransa ve napolyon'un desteğiyle ııı. selim ordusunu modernleştirip, güçlendireceğini umuyordu.

    böylece süreç hızla rusya ve ingiltere aleyhine gelişmeye başlayınca ingiltere "silahlı bir diplomasi" uygulayarak ııı. selim'i bu politikadan uzaklaştırmaya ve yeniden kendilerinden yana dönmesini sağlamaya karar verdi. elbette ingiltere büyük bir güçtü ve bunu ilk kez denemeyecekti. son olarak nisan 1801'de danimarka'ya yönelik olarak bunu denemişler ve kopenhag önüne gönderdikleri kraliyet donanması'nın topları ateşlenince istedikleri sonucu almışlardı.

    aynı şey istanbul için de uygulanabilirdi; çanakkale'den girerek marmara'yı geçen gemiler sarayburnu'na gelerek toplarını topkapı sarayı'na çevirdiklerinde ııı. selim'in dize geleceğine inanıyorlardı. iki yıldır istanbul'da ingiliz elçisi olan charles arbuthnot osmanlı yöneticilerini ve ııı. selim'i iyi tanıdığına inanıyordu ve londra'ya yolladığı raporlarda osmanlı padişahının sarayburnu'nda ingiliz savaş gemilerini gördüğünde yelkenleri suya indireceğinden kuşku duymadığını yazıyordu. sultan, boğaziçi'nde bir savaşa girişmektense bosna'da fransızlarla bir savaşa girmeyi tercih ederdi.

    ingiltere bu doğrultuda hazırlıklara girişerek plymouth'dan yola çıkan savaş gemilerine doğu akdeniz rotası verirken istanbul'daki ingiliz elçisi arbuthnot da osmanlı yönetimine bir ültimatom vererek fransız elçisi sebastiani'nin ülkesine geri gönderilmesini talep etti. çünkü fransız elçisinin osmanlı başkentindeki faaliyetleri fransa ile ingiltere arasındaki savaşta tarafsız olduğunu söyleyen osmanlı devletinin bu konumuna uygun düşmüyordu. ancak osmanlılar hiç de oralı olmadılar ve ingiliz elçisinin taleplerine olumlu bir yanıt vermediler. hatta tam tersine charles arbuthnot'un bu tutumu öfkeye yol açtı ve istanbul'da istenmeyen adam haline gelmeye başladı.

    bu arada ingilizlerin bu girişimleri karşısında boğazlar'dan bir saldırı olasılığına karşı çanakkale boğazı'ndaki savunma mevzileri, eski kaleler de fransızların desteğiyle teknolojik olarak güçlendirilmeye başlandı. öte yandan ingiliz elçisi ve istanbul'daki ingiliz vatandaşlarına da tehdit yağmaya başlamıştı. bu durum karşısında daha önce gelip galata önlerinde demirlemiş olan bir ingiliz firkateynine binen elçi ve bazı önde gelen ingiliz vatandaşları gerilimin doruk noktasına ulaştığı 1807 yılının ocak ayı sonlarında marmara'ya doğru açılmak ihtiyacını hissettiler.

    aslında ingiliz elçisi gerilimi tırmandırma politikasını erken başlatmış ve henüz ingiliz savaş gemileri boğazlarda görünmeden doruk noktasına ulaşan krizi yönetebilecek tarzda bir silahlı gücü arkasına alamamıştı. istanbul'daki ingilizleri çanakkale'ye doğru götüren savaş gemisini boğaz çıkışında ancak üç gemi daha bekliyordu ve bunlar "silahlı diplomasi" için yeterli bir güç değildi. malta'ya haber gönderilerek on gemi daha ve çıkarma birlikleri istendi.

    bir yandan gelibolu'ya çıkarma yapılacak, bir yandan da istanbul'a kadar gidilecekti. ancak amiral duckworth'un komutasında yedi geminin daha çanakkale boğazı açıklarına gelmesi için on gün geçecekti. on bir gemiye ulaşan ingiliz filosu bundan sonra bir on gün daha rüzgarın uygun hale gelmesini beklemek zorunda kalacak ve ancak 19 şubat 1807'de kraliyet donanmasının gemileri tarihlerinde ilk kez çanakkale boğazı'na girip ilerlemeye başlayacaklardı. boğazın savunma mevkileri ingiliz gemilerine ateş açtılar ama gemilere bir zarar veremediler. bazı eski osmanlı gemileri de düşman filosuna ateş açacak ancak etkili olamayacaklar ve karşı ateşle bazıları batırılacaklardı.

    böylece amiral duckworth'un küçük filosu marmara'yı geçti ama topkapı sarayı'nı tehdit edecek kadar boğaziçi'ne sokulamadı. çünkü karadeniz'den esen güçlü rüzgar ve şiddetli akıntı ingilizlerin gemilerini istediği yerde demirlemesine olanak tanımıyordu. zorunlu olarak ancak büyükada önlerinde demirleyebildiler. ama istanbul'a on kilometreden uzak olan bu mesafeden topların bir tehdit unsuru olması pek mümkün değildi. iki gün boyunca ingiliz gemileri adalar civarında dururken bu gücü arkasına alan ingiltere elçisi arbuthnot da istanbul'a gelmiş kendince çeşitli temaslar yapıyor, sonuç almaya çalışıyordu.

    ingiliz gemilerinin adalara kadar gelmesi tabii ki topkapı sarayı'nı endişelendirmişti. ama daha sonra kıyıya pek sokulamadıkları fark edildi ve kentte savunma önlemleri alındı. sadece bir firkateyn galata önlerine gelebilmişti. ingiliz elçisinin tehditlerine pek aldırmayan osmanlı yöneticileri tam tersine arbuthnot'u tehdit ettiler. halkın galeyan halinde olduğunu ve her an kentteki yabancılara saldırıların başlayabileceğini söyleyerek bir an önce çekip gitmelerinin en iyi yol olacağını bildirdiler.

    amiral duckworth 22 şubat sabahı gemilere istanbul'u bombalamaları emrini verdi ama hemen geri aldı. çünkü kente fazla sokulamadan yapılacak bir bombalama pek bir işe yaramayacağı gibi çıkarma birlikleri de olmadığı için etkili bir sonuç vermesi de beklenemezdi. kentin bir kısmında hasara meydan verebilecek bombalar uzun vadede ingiltere ile osmanlı imparatorluğu arasında çok daha büyük ve kalıcı bir düşmanlığın doğmasına yol açmaktan başka siyasi bir sonuç üretemeyecekti.

    sonuçta ingilizler şubatın son günü tası tarağı toplayıp marmara'ya doğru açıldılar. bu iç denizde kalmayı güvenli görmeyen amiral duckworth gemilerini çanakkale boğazından geçirerek ege'ye çıkaracak, bu arada bu kez boğazdan geçerken osmanlı topları daha isabetli atışlar yapınca bazı gemileri de yara alacaktı. ege'de bir rus filosu ile buluşan ingilizler geri dönüp birlikte istanbul'u bombalamayı tartıştılar ama bunun bir yararı yoktu.

    bunun üzerine her iki filo da akdeniz'e doğru yola çıkarken ingiltere'nin "silahlı diplomasi" denemesi tam bir fiyaskoyla sonuçlanıyor, istanbul'da ise kutlama gösterileri düzenleniyordu.

    bu olayla aklıma şu atasözü geldi; ''yanlış hesap bağdattan döner'' bu atasözünü bu olayla ilişkilendirirsek ''ingiliz elçisinin yanlış hesabı büyükada'dan döndü''
  • serinin devamı olan yeni yazıyla yine karşınızdayım. daha önce yayınladığım yazılarda türk tarihinden ilginç anekdotlar (vol.1) - (vol.2) (vol.3) türk tarihi ile ilgili çeşitli ilginç olayları siz saygıdeğer okuyuculara aktarmıştım. bu bölümde türk tarihi içerisinde çokça yer tutan ve kanıksanmış hale gelen ihtilallerden 2 örneğinin neden ve sonuçlarına değineceğim bir yazı hazırlamak istedim.

    ***paçavralar içindeki asi***

    18. yüzyılın başlarında 3. ahmed'in saltanatı dönemindeki ''lale devri'' osmanlı tarihi içinde genellikle küçümsenerek ve istanbul'daki yönetici elitin kendini kaptırdığı zevk ve eğlenceler öne çıkarılarak değerlendirilir.

    saray ve çevresinin sefahate dalması bir gerçekse de bu durum ilk kez böyle olmuyordu. saray her dönemde benzer bir yaşam sürüyor ancak bunu duvarların arkasında yapıyordu, ahalinin gözü önünde değil. tabii böylesi bir yaşam tarzının sarayın ve hanedanın dışına doğru genişleyen bir çevreye yayılması kolay değildi.

    ''lale devri'' diye adlandırılan dönemde sefahat konusunda biraz daha ipin ucunun kaçtığı, biraz daha halkın gözü önünde cereyan ettiği ve nihayet biraz daha saray ve hanedanın dışına doğru yayıldığından söz edilebilir. dönemin istanbul'daki fransız elçisi, sadrazam nevşehirli ibrahim paşa'nın konağında verilen bir gece davetini şöyle anlatır:

    "laleler açtığı ve sadrazam onları padişaha göstermek istediği zaman, lalelerin açmadığı boşluklar başka bahçelerden alınan ve şişeler içine konan laleler ile doldurulurdu. her dört çiçekte bir, çiçekle aynı seviyede bir mum yanar ve bahçe yollarına her türlü kuşla dolu kafesler asılırdı. kameriyeler muazzam miktarda ve şişelere konmuş her türden çiçekle süslenir ve sonsuz sayıda çeşitli renkli cam lambalarla aydınlatılırdı. bu lambalar aynı zamanda davet için özel olarak ağaçlıklardan getirilen ve kameriyelerin arkasına yerleştirilen çalılıkların yeşil dallarına asılırdı. bütün bu çeşitli renklerin ve sayısız ayna ile yansıtılan ışıkların etkisi şahaneydi. ışıklandırma ve türk müziğinin gürültülü sesi tüm bunlara eşlik eder ve laleler açtığı sürece her gece bu eğlenceler devam ederdi. bu süre zarfında sultan ve maiyeti sadrazam tarafından yedirilir ve yatırılırdı."

    evet, yönetici elitin yaşamına ilişkin tablo budur ve hiç kuşkusuz bu kadarının ahalinin isyan duygularını kışkırtması anlaşılır bir şeydir.

    ama bu dönem sadece yönetici elitin zevk ve sefasıyla anılacak bir dönem değildir. aynı zamanda istanbul'da önemli mimari düzenlemeler yapılmış, yangınla harap olmuş eski mahalleler yeniden imara açılmış ve istanbul'da dönemine göre bir kent yaşamı ortaya çıkmıştı. itfaiye bu dönemde kurulmuş ve en önemlisi de ilk matbaa 1729'da faaliyete geçmişti.

    1670 yılında macar asıllı bir hıristiyan olarak doğan ibrahim müteferrika 1693 yılında müslümanlığı kabul ederek osmanlı devleti’nin hizmetine girdikten sonra osmanlı devletinde müslümanlar adına ilk matbaayı kuran kişi olmuştur. daha öncesinde ermenilere verilen bir matbaa izni vardır ama müslümanlar adına ilk izni alan da yine eski bir hıristiyan olacaktır.

    başta haliç civarı olmak üzere istanbul'un park ve bahçelerinin laleler ile bezendiği bu yıllarda devletin maliyesinde ve ordusunda da bazı düzenlemeler yapılmıştır. ama genellikle olduğu gibi bunların yoksul halka pek bir yararı olmayacaktır. geniş toplulukların gözü önünde yaşanan sefahat ve gelişmekte olan kent yaşamının nimetlerinden yararlanılamaması öfke birikimine yol açacaktır. ve bir an gelip bu öfkenin isyana dönüşmesi için bir kıvılcım yeterli olacaktır. bu arada gayrimüslimlere tanınan yeni bazı ayrıcalıklar ise islam adına ahaliyi kışkırtmak için çok uygun bir malzeme oluşturacaktır.

    iran'la süren savaşta uğranılan başarısızlıklar üzerine padişah 3. ahmed'in ordunun başına geçerek sefere çıkması talebi öylesine yoğunlaşır ki sarayın buna daha fazla direnmesi olanaksız hale gelir. bunun üzerine üsküdar'da ordugah kurulur ve askerler iran üzerine sefere çıkmak için hazırlıklara başlarlar. padişah ve vezirler de üsküdar'a geçerek orduyla birlikte yola çıkmaya hazırlanırlar. ancak aslında padişah 3. ahmed'in istanbul'daki tatlı yaşamı bırakarak savaşa gitmeye hiç niyeti yoktur. ordu bir türlü yola çıkmamaktadır.

    sonuçta, iran'ın temsilcileri üsküdar'a gelirler ve onlarla yapılan görüşmelerde savaşı devreden çıkaran kötü bir anlaşma yapılarak padişah ve çevresi boğazın anadolu yakasından avrupa yakasına dönerler. ama bu da beklenen kıvılcım olacak ve bu devire son verecek ayaklanma patlayacaktır.

    eskicilikle uğraşan bir yeniçeri olan patrona halil ve muslu beşe önderliğinde patlayan isyan 28 eylül 1730'da başladı ve dört gün boyunca istanbul sokaklarını ele geçiren topluluklar 2 ekim'e kadar evlerine girmediler. bir bölüm ulemanın da desteğini alan asiler ilk gün kentte duruma egemen olarak topkapı sarayı'nı kuşattılar ve padişahla pazarlığa başladılar. ertesi gün aralarında sadrazam nevşehirli damat ibrahim paşa ile yakınlarının da bulunduğu 37 kişinin kellesini istediler. 3. ahmed çok sevdiği sadrazamına hemen kıyamadı ama direndiğinde kendi kellesinin de gidebileceğini görünce üçüncü gün ibrahim paşa ve yakınları boğdurularak cesetleri asilere teslim edildi.

    ancak isyanın bununla yatışması mümkün değildi, elebaşılar padişahın da tahttan çekilmesini istediler ve istediklerini de yaptırdılar. 3. ahmed 1 ekim'de yeğeni mahmud lehine tahttan feragat ettiğini ilan etti. sonuç olarak ertesi gün 1. mahmud tahta geçti.

    1. mahmud padişah oldu ama saray "ayak takımı"nın denetimindeydi. eskici patrona halil rumeli beylerbeyi olmuş, muslu beşe de kul kethüdası olarak sarayın yönetimini ele almıştı. rivayete göre patrona halil eski püskü paçavralar içinde dolaşıyordu ve hiç kuşkusuz bu durum eski şatafata öfke dolu ahalinin sempatisini canlı tutmak için etkili bir yoldu. isyan, meşruiyetini sefahate son vermekten aldığı için isyanın önderi de giyimiyle bunu temsil ediyor ve ahalinin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyordu. bu arada lale devri sırasında istanbul'da yapılan zarif mimari yapılar yıkılıyor, halkın öfkesini tatmin eden kitlesel ayinler gibi yıkım ve yağmalar düzenleniyordu.

    'ayak takımı' iki ay boyunca topkapı sarayı'na egemen olup devleti yönetirken isyanın silahlı gücü yeniçerileri tabii ki ihmal etmediler. devlet yeniçerilerden ebediyen kurtulmanın yollarını ararken isyandan önce 40 bin olan yeniçeri sayısı iki ay içinde 70 bine çıkmıştı. ayrıca devletin çeşitli yüksek görevlerine de 'ayak takımı' arasından atamalar yapılıyor, örneğin bir kasap eflak voyvodalığına atanıyordu.

    yaklaşık iki ay bu duruma tahammül eden yeni padişah ve çevresi kendilerini rezil ettiklerine inandıkları bu paçavralar içindeki asilerin hakkından gelmek için fırsat kolluyorlardı. nihayet gereken örgütlenmeyi tamamladılar ve asileri ortadan kaldırmak için uygun ortamı hazırladılar. iran'a savaş açılması konusunu görüşmek üzere divan toplantısına çağrılan patrona halil ve 14 elebaşı 25 kasım 1730'da sarayda pusu kuran askerlerce öldürüldü. bunları destekleyen ulema da sürgüne gönderilirken, geri kalan asilerin 28 ocak 1731'de ikinci bir kez ayaklanma girişimleri bastırılarak yakalananlar idam edildi.

    daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemiş olan dehşet içindeki topkapı sarayı'nda iki ay süren kabus böylece bitti. ayak takımından ve paçavralar içinde dolaşan beylerbeyinden kurtulan saray eski asaletine ve zarafetine tekrar kavuştu!

    sonuç olarak, yerini şaşırıp "baş" olmaya kalkışan "ayaklar" da yine yerlerine döndüler ve yeni bir deneme için uygun koşulların gelmesini sabırla beklemeye devam ettiler...

    ***sarıklı ihtilalci !***

    halk arasında "93 harbi" diye bilinen osmanlı-rus savaşı 24 nisan 1877'de başladığında osmanlı orduları doğrusu iyi savunma savaşları vermişti. kars'ta ahmet muhtar paşa, plevne'de ise gazi osman paşa'nın gösterdikleri başarılara rağmen sonuçta savaş rusların zaferiyle bitmişti. plevne'nin teslim olmasından sonra hızla edirne'ye ilerleyen ruslarla 3 mart 1878'de ayestefanos (yeşilköy) antlaşması yapılmıştı.

    bu yenilginin sorumluluğunu meclis-i mebusan'a yıkan padişah 2. abdülhamit 23 aralık 1876'da ilan ettiği anayasayı askıya alarak meclisi kapattı. böylece bir yıl kadar süren meşruti monarşi yerini tekrar mutlakiyete, daha doğrusu 30 yıldan fazla sürecek bir istibdada bıraktı. (#93942903) hem bu baskı rejimine duyulan öfke, hem de rusların tüm balkanları çiğneyerek edirne'ye yürümeleri sırasında rumeli'den kaçarak istanbul'a sığınan on binlerce göçmen yıldız sarayı'ndaki abdülhamit'i fazlasıyla huzursuz ediyordu.

    bu toplumsal öfke, bu umutsuz ve aç yığınlar pekala tahtına mal olabilirdi. çünkü bunlar bir ayaklanmanın ve saray darbesinin koşullarını da yaratıyordu. ağır bir savaş yenilgisi nedeniyle meclisin kapatılması bir siyasi kriz anlamına gelirken, başkenti işgal eden rumeli göçmenleri ise bir toplumsal krizin başkent sokaklarına yansımasından başka bir şey değildi.

    saltanatına yönelik tehlikeyi fark eden 2. abdülhamit bir baskı rejimine yönelerek işin içinden sıyrılmaya çalışırken hayli tedirgindi. nitekim bu ihtilal ortamından yararlanarak gerçekten de abdülhamit'i devirmeye kalkışan bir ihtilalci çıkacak ve silaha sarılacaktı. abdülhamit'in uzun süre kendisine gelememesine yol açan bu "sarıklı ihtilalci"nin adı ali suavi idi.

    yeni osmanlıların önemli kişiliklerinden biri olan ali suavi daha sonraları "türk milliyetçiliğini ilk kez ortaya atan bir mütefekkir", "türk milliyetçiliğinin bayrağı, zulme ve istibdada çekilen ilk kılıç" gibi övgülerle anılmasına rağmen yaşamı da, düşünce dünyası da hayli karışık ama hiç kuşkusuz çok ilginç bir kişiliğe sahipti. ali suavi rüştiye mektebini bitirdikten sonra çeşitli kademelerde devlet memurluğunda bulunmuş, rüştiyelerde öğretmenlik, medreselerde hocalık yapmıştı.

    filibe'deki tahrirat müdürlüğü görevine son verilmesinden sonra geldiği istanbul'da siyasal çalışmalara ağırlık veren ali suavi, dönemin en önemli gazetesi "muhbir''deki yazılarıyla dikkat çekiyor, padişah abdülaziz ve annesi pertevniyal sultan hakkındaki konuşmalarıyla sarayın da öfkesini topluyordu. en sonunda ali suavi' nin yaz yazdığı gazete kapatıldı ve kendisi de kastamonu'ya sürgün edildi.

    daha sonrasında ise dönemin pek çok muhalifi gibi ali suavi'ye de avrupa'nın yolları göründü. yeni osmanlıların hamisi mustafa fazıl paşa'nın çağrısı ve yardımıyla kastamonu'dan kaçarak paris'e giden ali suavi burada bulunan yeni osmanlıların diğer önde gelen kişileriyle, özellikle namık kemal ve ziya paşa ile anlaşmazlığa düştü. londra'ya giderek bir süre orada yaşayan ali suavi tanıştığı marie stewar lugh isimli bir ingiliz kadın ile evlendi ve bu evlilikten dolayı da pek çok saldırıya uğradı.

    bir "gavur"la evlenmek o dönem için de pek hoş görülür işlerden değildi. yurtdışında iken bir süre muhbir ve ulüm adlı gazeteleri de çıkaran ali suavi, istanbul'da saraya bilgi verdiği ileri sürülerek yeni osmanlılar arasında tecrit edildi. hatta namık kemal onun için şu dörtlüğü bile yazmıştı:

    suavi dedikleri o küçük adam
    paris'te oturmuş yanında madam
    biz anı adam sandık o da mı cüdam
    aman yalnız kaldı mustafa paşa.

    bu dönemde meşrutiyetin ilanıyla af çıkması üzerine yeni osmanlıların birçoğu gibi ali suavi de istanbul'a döndü. muhaliflere çeşitli mevkiler dağıtarak onları kontrol altında tutma politikası izleyen abdülhamit'ten ali suavi'nin payına düşen de mekteb-i sultani'nin (galatasaray lisesi) müdürlüğü oldu. bu görevdeyken pek çok önemli yenilikler yapan ali suavi'nin bir süre sonra padişahla arası açıldı ve böylece ilk "sivil ihtilal" girişiminin öznel koşulları da hazırlanmaya başlandı.

    meclisi fesh edip anayasayı askıya alan 2. abdülhamit'in bir baskı rejimine yöneldiğini gören ali suavi rumeli göçmenleri arasında örgütlenme çalışması yaparak 150 kadar kişiyi silahlandırdı. amacı çırağan sarayı'nda "kafes hayatı" süren eski padişah 5. murad'ı bir baskınla kurtarmak ve yeniden tahta geçirmekti. aklı dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle tahttan indirilen murad'ın sağlığının düzeldiği söyleniyordu.

    20 mayıs 1878'de silahlanmış olarak teknelere doluşan ali suavi ve adamları üsküdar tarafından yola çıkarak boğazı geçtiler ve çırağan sarayı'na çıkartma yaptılar. böyle bir şeyi hiçbir şekilde beklemeyen saray görevlilerini etkisizleştiren ali suavi ve adamları murad'ın kapalı olduğu bölüme de girerek eski padişahı kendileriyle birlikte gelmeye ikna etmeye çalıştılar. ancak ortay çıkan kargaşadan büyük bir korkuya kapılan ve ne olduğunu anlayamayan eski padişah asilere direndi ve onlarla gelmeyi reddetti.

    5. murad'ı ikna edebilseler geldikleri teknelerle tekrar anadolu yakasına dönecekler ve orada yeni padişahı ilan edeceklerdi. ancak akli dengesi zaten pek yerinde olmayan eski padişah asilerle işbirliği yapmayınca bütün plan suya düştü. tam o sırada çırağan'a baskın yapan abdülhamit'in beşiktaş muhafızı yedisekiz hasan paşa, ali suavi ve adamlarına karşı zaptiyeler ve askerlerle saldırıya geçti. çıkan çatışma esnasında ali suavi'nin kafasına elindeki kalın sopayla vuran paşa bu "sarıklı ihtilalci"yi cansız yere sererken adamlarından da 60 kadarını öldürerek osmanlı tarihindeki bu ilginç ihtilal girişimini bastırdı.

    okuma yazması olmadığı için imzasını atarken yaptığı şekil arapça yedi ve sekiz rakamlarına benzediği için "yedisekiz hasan paşa" diye adlandırılan bu cahil adam, bir süre avrupa'da yaşamış, pek çok eser vermiş ve ülkenin en önemli eğitim kurumunun da müdürlüğünü yapmış ali suavi'yi bir sopa darbesiyle öldürünce sanki meydan savaşı kazanmış büyük bir kumandan gibi 2. abdülhamit tarafından "müşir" rütbesiyle ödüllendirildi.

    ali suavi ise, "vatan şairi" namık kemal'le atışmış olması ile hatırlanacak ve tarihin tozlu sayfalarının arasında unutulup giden isimlerin arasındaki yerini aldı
  • 1.katherina olayı

    altın orda devletinde küçük bir kinezlik olan rusların son askerlerleri baltacı mehmet tarafından bir derede esir alınır. tam öldürülecekken katherina baltacı mehmetin çadırına gider ve 2 saat sonra hepsi serbest kalır.

    türklerin başına ne gelmişse kadına olan meraktan gelmiştir.
  • serinin devamı olan yeni yazıyla yine karşınızdayım. daha önce yayınladığım yazılarda (bkz: türk tarihinden ilginç anekdotlar/@uzumun sapi) türk tarihi ile ilgili çeşitli ilginç olayları siz saygıdeğer okuyuculara aktarmıştım. bu bölümde türk tarihi içerisinde vuku bulmuş ilginç olaylardan iki tanesini paylaşacağım

    ***hasta adam daha fazla yaşadı***

    rus çarı 1. nikola, aralık 1825'te saint petersburg'da muhafız birliği kendisine bağlılık yemini ederken patlak veren dekabristler'in ayaklanmasından canını ve tahtını zor kurtaran rus çarı, hüküm sürdüğü 30 yıl boyunca rusya'yı ileriye taşıyan bir adam olarak anılmamış, tam tersine rus tarihiçileri tarafından yapılan değerlendirmelerde kendisi için söylenen şey "rusya'nın gelişmesini donduran çar" olmuştu.

    bu duruma rağmen rus çarı 1. nikola'nın dünyada ki bazı devletler konusunda değişik düşünceleri mevcuttu. bu düşünceler içerisinde en ilginci bazı devletleri "hasta" ilan etmekten adeta zevk almasıydı. kendi ülkesinin sorunlarına ne kadar vakıf olduğu ayrı bir tartışma konusu olan 1. nikola önce 1846'da avusturya ve habsburglar için "hasta adam" teşhisini koyacak, daha sonra ise aynı teşhisi osmanlılar için tekrarlayacaktı.

    9 ocak 1853'de bir konserden çıkarken sohbet etmekte olduğu ingiltere'nin rusya elçisi hamilton seymour'a osmanlı imparatorluğu için de "hasta adam" diyecekti. aslında çar yakında dağılıp, parçalanmasını beklediği bu ülkenin topraklarını paylaşmak için nabız yokluyordu. ingiliz elçisi de bu değerlendirmeyi londra'ya rapor edince 1. nikola'nın ''hasta adam'' sözü hızla yayıldı ve osmanlı imparatorluğunun son dönemi için "hasta adam" deyimi avrupalıların çok hoşuna gitti ve osmanlı imparatorluğu'nun yıkılışına kadar bu tabir bol bol kullanıldı. hatta bu sıfat türk tarih kitaplarında o dönemi anlatmak için günümüzde de kullanılmaktadır.

    ancak bu deyimin asıl sahibi bir süre sonra bu "hasta adam" ve müttefiklerine karşı giriştiği kırım savaşı'nı kaybetmekle kalmayacak, daha da önemlisi, çok sağlam sandığı kendi imparatorluğu osmanlı'dan önce çökecekti!

    rus çarı'nın "hasta" ilan ettiği osmanlı imparatorluğunun sağlığının yerinde olduğu tabii ki söylenemezdi. çeşitli reformlar yapmaya, modernleşmeye çalışan imparatorluk gerçekten de bir türlü kendisini toparlayamıyordu. ama bu durum sadece osmanlı için geçerli değildi. gelişmekte olan kapitalizm benzer imparatorlukların tümünü sarsıyor, kapitalizmin ilerlemesi ve giderek bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte klasik imparatorluklar tarihin gerisinde kalırken yeni koşullar ulus-devletleri öne çıkarıyordu.

    temeldeki bu iktisadi-siyasi süreç osmanlı için de geçerli olduğu kadar, rusya veya avusturya için de geçerliydi. bu gelişmelerin yaşandığı dönemde imparatorlukla yönetilen ülkelerin arasında kapitalizmin gelişimine ayak uydurmayı başarmaya başlamış olanlar bu durumdan daha az etkilenir görünürken, kendine özgü bir sosyo-ekonomik yapısı olan osmanlı imparatorluğu ise diğerlerine göre daha hızlı bir şekilde tarihin dışına itilmekte olduğu izlenimini veriyordu. ama hepsi o kadar! çünkü bütün bu imparatorluklar sonuçta uluslararası bir sistem haline gelen kapitalizmin dünyayı ilk kez paylaştığı birinci dünya savaşı sırasında şöyle veya böyle tarih sahnesinden çekileceklerdi.

    rus çarı 1. nikola, osmanlı'yı "hasta adam" ilan ettikten sonra filmlerdeki kötü karakterler gibi yerinde durmadı tabii. bu kötü karakter planlar hazırlayıp, hastayı bir an önce öbür dünyaya gönderip malına-mülküne el koymak için harekete geçti. nitekim ingiliz elçisine bu sözleri söylemesinin üzerinden çok geçmeden prens alexander mençikov'u istanbul'a özel elçi olarak gönderen çar, sultan abdülmecit üzerinde bir nüfuz elde etmeye çalıştı.

    abdülmecit ona istediklerini verdiği ölçüde de sultanın güvenliğini sağlamak üzere gizli bir anlaşma teklif etti. osmanlı egemenliği altındaki topraklarda yaşayan ortodoksların hamiliğini kazanmaya çalışan rusya, böylece imparatorluk dağıldığında hamisi olduğu yerlerin de kendisine kalacağını düşünüyordu.

    prens mençikov, istanbul'da üç ay kadar kaldı ve ortalığı bir hayli karıştırarak (tehditler, imtiyazlar v.b) çarın isteklerini kabul ettirmeye çalıştı. ancak prens diplomatik kabalıklarının ötesinde pek bir şey gerçekleştiremeden mayıs ayında istanbul'dan saint petersburg'a dönerken sultan abdülmecit'e ateş püskürüyordu. osmanlı sarayı da rus prensinden çok rahatsız olmuştu ve böylece osmanlı-rus ilişkilerindeki gerilim yeni bir savaş doğuracak gibi duruyordu.

    bu gerilim sonucunda patlak veren kırım savaşı'nda ruslar sadece osmanlılarla değil, osmanlılar ile müttefik olan ingiltere ve fransa ile de savaşmak zorunda kaldı. 1. nikola'nın kaba ve aç gözlü politikaları bu savaş öncesi rusya'yı tecride sürüklemiş ve karşısındaki güçler yelpazesini genişletmişti.

    öyle ki, fransızlarla ingilizler tarihte ilk kez rusya'ya karşı birlikte savaşıyorlardı. 1854 başından 1856 sonlarına kadar yaklaşık üç yıl süren kırım savaşı sonunda rusya savaşı kaybetti. ama çar 1. nikola bu yenilgiyi göremeden 2 mart 1855'de öldü. kırım savaşı'nda "hasta adam"a yenilen rusya'nın öngörülü çarını bekleyen sadece bu değildi.

    öykünün daha sonrasında ise çarlığın 1917'deki bolşevik devrimi ile tarihten silinmesi de yer alıyordu. mirasını paylaşmak için ölümü beklenen "hasta adam" da birinci dünya savaşı'nın anaforunda boğulacaktı ama yine de rus çarlığından 5 yıl daha fazla yaşayacak, çarlığın yıkılışını gördükten sonra o da son nefesini vererek tarih sahnesinden çekilecekti.

    kısaca; rus çarı 1. nikola tahminlerinde fena çuvallamıştı ve kendi imparatorluğu hasta ve yıkılması an meselesi olan devletlerden önce ölecekti...

    ***ulu turan ihtilal orduları kumandanı***

    30 ekim 1918'de imzalanan mondros mütarekesi ile osmanlı imparatorluğu birinci dünya savaşı'nı kaybeden devletler arasında yer aldığını kabul ediyordu. mondros ateşkes anlaşması ve akabinde imzalanan serv anlaşmasıyla imparatorluk parçalanıp, tarih sahnesinden çekilecekti. ancak imparatorluğu bu savaşa sokan ve savaş sırasında da yönetimini ellerinde tutan kişiler daha sonra çeşitli ülkelere doğru yola çıkarken bu gerçeği kavradıkları pek söylenemezdi.

    bu kişiler daha sonra birçok ülkede ideallerini yerine getirmek için çalıştı. gittikleri avrupa, rusya, kafkaslar ve orta asya bozkırlarında geçen yıllarına ve serüvenlerine baktığımızda idealleri ve anadolu'd yeni bir devlet kurmak için yaptıkları çalışmaları görebiliriz. bu kişiler, evet, bir dünya savaşını kaybettiklerini herhalde anlıyorlardı, ama bunun aynı zamanda imparatorluğun da sonu olduğunu, hatta belki de geleneksel imparatorluklar döneminin de kapanmış olduğunu kavrayabilseler istanbul'dan ayrıldıktan sonraki serüvenleri belki farklı olabilirdi.

    bu grubun başı olan ve özellikle de birinci dünya savaşı sırasında osmanlı imparatorluğu'nun harbiye nazırı ve başkumandan vekili enver paşa bambaşka hayaller peşindeydi. nasıl türkler bin yıl kadar önce orta asya'dan yola çıkıp anadolu'ya gelmişler ve burasını yurt edinmişlerse, enver paşa da bu tarihi bir başka şekilde tekerrür ettirme planları yapıyordu. bu plan çerçevesinde enver paşa, orta asya'da kendisini kucaklamaya hazır türk-islam devletlerini bir çatı altında toplayacak ve başına geçeceği bu güçlerle yeniden anadolu'ya gelerek hakimiyet sağlayacaktı.

    karl marks'ın sözü olan ve herkes tarafından bilinen bir cümle vardır; ''tarih tekerrürden ibarettir''. ancak bu sözün eksik bilindiğini hep unuturuz. marks'ın bu cümlesi aslında tam olarak şu şekildedir;

    ''bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. (tarih tekerrürden ibarettir) ancak birincisinde trajedi ise ikincisinde komedi olarak!''

    işte enver paşa'nın o anki durumu ve sonrasında yaşayacakları tam olarak bu sözün karşılığına tekabül ediyordu.

    1918 kasım ayı başında kırım'a çıkan enver paşa hemen kafkasya üzerinden türkistan'a geçmeye niyetliydi. bir yıl önce, 1917 kasım'ın da rusya'da bolşevik devrimi olmuştu ama lenin ve arkadaşları henüz rusya'nın tümüne egemen değillerdi. uçsuz bucaksız rus topraklarında bir iç savaş hüküm sürüyordu.

    petrograd ve moskova başta olmak üzere kızıllar büyük kentleri ellerinde tutuyordu ama kırsal alanda ve çeşitli bölgelerde çarın generallerinin yönetimindeki beyazlar egemendi. işte bu koşullar çarlığın kafkasya ve orta asya'daki türk-islam sömürgelerinde de bir otorite boşluğuyla birlikte bağımsızlık eğiliminin ortaya çıkmasına yol açmıştı ve "cihan imparatorluğu" osmanlı'nın başkumandan vekili olan enver paşa kendisine tarihsel bir misyon düştüğüne inanıyordu.

    bu kargaşa içinde enver paşa hemen türkistan'a geçme olanağını bulamadı. bunun üzerine bir süre rusya'da kalacak ve bolşevik devrimi'nin meydana getirdiği uluslararası ortamdan da esinlenerek bir "ihtilalci islam örgütlenmesi" gerçekleştirmek için uğraşacaktı. avrupa'daki çalışmaların merkezi berlin'di ama moskova ile de sıkı bir bağ söz konusuydu. ingiliz emperyalizmine karşı bir güç olabileceği düşüncesiyle rus devrimcileri de enver paşa'ya belirli desteklerde bulunmayı uygun görüyorlardı.

    doğrusu enver paşa da bolşeviklerle arasını iyi tutmaya özen gösteriyordu. örneğin moskova'da daha çok kuzey afrikalı olmak üzere çeşitli islam ülkelerinden (neye hizmet ettikleri pek de belli olmayan, çünkü olayların olduğu dönemde bağımsız islam devleti sayısı bir elin parmağını geçmiyordu.) temsilcilerin katıldığı "islam ihtilal cemiyetleri kongresi" toplandı. daha sonra eylül 1920'de bakü'de düzenlenen birinci doğu halkları kurultayı'na da katılan enver paşa burada etkili bir rol oynamaya çalıştı ama pek başarılı olamadı. bu arada enver paşa'nın bir kulağı da ankara'daydı. enver paşa, anadolu'da sürmekte olan milli mücadeleyi yakından izliyor, mustafa kemal'le mektuplaşıyor ve fırsat bulursa dönmeyi düşünüyordu.

    ancak mustafa kemal bunu engelleyecek, hatta bir ara enver paşa 1921 ağustos'un da batum'a kadar gelip sınırı geçmeyi ciddi bir şekilde düşündüğünde tutuklanmasını bile isteyecekti. sonuçta mustafa kemal önderliğinde ki ankara hükümeti'nin sakarya savaşı'nı kazanması üzerine, enver paşa anadolu'da bir şansının kalmadığını görecek ve şansını bu kez türkistan'da denemek isteyecekti.

    ekim 1921'de türkistan'a ayak basan enver paşa'nın bu bölgeye ilişkin ne doğru dürüst bilgisi, ne de ciddi bir askeri gücü ortaya çıkaracak bir örgütlenme olanağı vardı. enver paşa kendi kendine bir misyon biçmişti. ancak bölgedeki gelişmeler toplumsal ve siyasal olarak bambaşka bir kanaldan ve onun hiç kavrayamayacağı bir doğrultuda akıp gitmekteydi. enver paşa bu akıntıya rağmen kendisinden başka belki de kimsenin inanmadığı ve ciddiye almadığı misyonunu gerçekleştirmek için bir dizi harekatta bulunacak ve daha sonra bir tür intihar eylemiyle yaşamına son noktayı koyacaktı.

    türkistan'a geçtikten sonra merkezi iktidarı ellerinde tutan bolşeviklere karşı tavır alan ve bölgede bir güç toparlayabilmek için hem beyaz ruslar'a, hem de ingilizlere karşı mücadele etmeye kalkışan enver paşa çıkışsızlığını fark ettiği ve ölümüne yaklaştığı sıralarda ingilizlerle ilişki kurmamakla yanlış yaptığını düşünmeye başlamıştı ama artık onun için çok geçti...

    türkistan'a geldikten sonra doğu buhara'ya geçerek buradaki basmacı hareketinin başına geçmeye niyetliydi. nitekim bu doğrultuda hareket etti. o sıralarda türkistan'daki iktidarı elinde tutan kadro bolşeviklerle iyi ilişkiler içindeydi ve yerli gericiler tarafından beyaz ruslardan daha tehlikeli ve öncelikle yok edilmesi gereken düşmanlar olarak değerlendiriliyordu. bu güçler önceleri enver paşa'ya da pek iyi gözle bakmadılar. sonuçta onun da geçmişinde padişahı tahttan indiren bir ihtilal bulunuyordu. bunun için pek güven verici değildi. hatta bir ara tutuklu koşullarında yaşadı.

    orta asya bozkırlarında ruslara karşı bir güç ortaya çıkarmaya çalışırken örneğin kendisine "ulu turan ihtilal orduları kumandanı, merkezler merkezi reisi" gibi ilginç unvanlar yakıştırarak turancı bir hava yaratmaya çalışıyordu. çevresindeki bazıları da yağcılık yapmak için enver paşaya "sen hakanlar hakanı, padişahların en muazzamı ve bizim büyük padişahımızsın" diyorlardı. ama tüm bu gösterişli laflar bir komediden, enver paşa'nın tüm uğraşları da nafile çabalar olmaktan ileri gitmeyecekti.

    her şeye rağmen enver paşa'nın bölgedeki çabalarını yakından izleyen ve küçümsemeyen bolşevikler önce kendisini moskova'ya davet ettiler. ancak bunu kabul etmeyen enver paşa, basmacı hareketiyle ilişki kurmasının ve çevresinde bir miktar adam toplamasının ardından sovyet iktidarı için bir tehdit unsuru haline geldi.

    duşanbe'de meydana gelen çarpışmalarda enver paşa'nın kuvvetleri başlangıçta bazı başarılar kazandı ve kızıl ordu birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. böylece enver paşa bir süre buhara'da denetimi eline aldı. hatta sovyet iktidarından kendisini tanımalarını bile talep etti. ancak durumun ciddiyetine uygun kuvvetleri bölgeye sevk ederek toparlanan ve karşı saldırıya geçen kızıl ordu birlikleri bir dizi çarpışmadan sonra bölgeye yeniden egemen oldu.

    kuvvetleri dağılan ve elinde küçük bir birlik kalan "turan ve islam ihtilal orduları serdarı, islam ve buhara leşkerlerinin (askerlerinin) emiri" enver paşa güneye, afgan sınırına doğru çekilmeye çalışırken 4 ağustos 1922'de bulunduğu belcivan yakınlarında kıstırıldı. mermi yağdıran makineli tüfeklerin üzerine atına binip, kılıcını çekerek maiyetiyle birlikte saldırdığı rivayet edilen enver paşa pamir dağlarının yamaçlarında, çegan tepesi eteklerinde can verdi.

    enver paşa'nın türkistan macerası ve turan hayalleri bu şekilde son bulmuş olsa dahi sonraki dönemde bazıları "vatan ne türkiye'dir. türklere ne türkistan/vatan büyük ve müebbed bir ülkedir, turan" diye şiirler yazmaya ve yeni trajedilerin oluşmasına devam edecekti...
  • - yıldırım bayezit bizans'ı tam dört defa kuşatmıştır. dördüncü kuşatma timur'un anadolu'ya girmesi üzerine kaldırılmıştır. anonim bir grek kaynağına göre, bu dönemde artık ülkelerinin kurtulma ümidini toptan yitiren bizanslılar, başkentin anahtarını teslim etmek üzere bayezid'e bir elçilik heyeti göndermiştir. bu heyet kütahya'da sultanla buluşmayı hedeflemektedir. ancak beklenmedik bir olay olmuştur, bu olay onların müjdeli haberle konstantinopolis'a dönmelerine, imparatorluklarının ömrünün de 50 sene daha uzamasına neden olmuştur.

    - osmanlı tarih yazıcıları osman bey'e bağımsızlık alametlerinin alâeddin keykubad tarafından verildiğini yazar ve hatta karamanoğulları'nın ataları buna göre zamanında osman bey'in hizmetindedir ancak karamanoğulları'ndan kalan arşivlere göreyse, osman bey selçuklu sultanının sürülerinin çobanıdır. inönü'de ne kadar koyun, sığır, at, deve ve katır varsa osman bey bunları gözler. karamanoğlu mehmet bey selçuklu sultanı'nı devirip hükümdar olunca ise osman gelip bağlılık bildirir ve mehmet bey ona topraklar verir, dolayısıyla osman bey'e bağımsızlık alametleri karamanoğullarınca verilmiştir. yine karamanoğulları selçukluların devamı olarak kendilerini görür. ancak osmanlılar meşruluk için bağımsızlık alametlerinin selçuklular tarafından verildiğini söylerler ve bir yandan da timur döneminde yine meşruluk için soy oğuz han'a kadar dayandırılır.

    - tarihin kazananlar tarafından yazıldığı, daha doğrusu yukarıdaki bilgileri göz önüne aldığımızda kazananın bazı durumlarda yazmaktan çok sesinin daha güçlü olduğunu ele alırsak acaba hangi taraf haklıdır? örneğin karamanname'de karaman sultanları için şah ve sultan terimleri kullanılır ancak bizim tarihimizde karamanlılar daima bey olarak adlandırılmıştır. zannımca karamanlılar boyunduruk altında olmadıkça eminim ki bu unvanları kullanmışlardır, ki isyan eden ve tahta çıkamayan veya bazı şehirleri ele geçirip hutbe okutup sikke bastırmakla ardından ise defedilmekle kalan bazı şehzadelerin dahi sultan olarak anıldığı halde dahi koskoca bir bölgeyi yöneten ve zaman zaman şahlanan karamanlıların kendilerini şah veya sultan olarak adlandırması ne kadar absürt kaçabilir? tarih kitaplarında veya osmanlılarca kayda alınan arşivlerde buna ne kadar denk geliyoruz ki? burada da tarihin kazananlarca yazılması veya kazananların gözüyle incelenmesi devreye giriyor.

    - kaç tane hristiyan olan osmanlı şehzadesi duydunuz? evet bunlardan birçok var ama bir tanesine göz atalım. öncelikle yıldırım bayezit'in 10'dan fazla çocuğu vardır. bunlardan birisi de yusuf çelebi'dir. kendisi bizans başkentinde hayata gözlerini yummuştur. artık oraya mı kaçtı yoksa bebeyken mi verildi bilinmez. ki kaçtığını sanmıyorum zira bizans'a rehine olarak o dönemlerde verilen pek çok şehzade mevcut. zira ağabeyi süleyman çelebi, geçiş için bizans'a farklı kaynaklardan gördüğüm üzere iki erkek bir de kız kardeşini rehin vermiş, mehmet çelebi bizans imparatoruna pederim diye hitap etmiş ve ölmeden önce iki oğlunu da yine bizans'a rehine olarak vermeyi düşünmüştür. neyse ki bu durum oğlu ikinci murad tarafından engellenmiştir. neyse, ne diyorduk? yusuf çelebi. evet. şehzade yusuf istanbul'da bir veba salgınında ölmüştür ancak ölüm döşeğinde vaftiz olarak hayata gözlerini yummuştur. hatta adının demetrios olduğu söyleniyor.

    - birçok kişi düşünmüştür elbette, yahu osmanlı'da o kadar taht kavgası var ama bir tanesi bile kazanıp da başa geçememiş diye. ancak bu kanı zannımca yanlıştır. örneğin fetret devrini ele alalım. süleyman çelebi 1402 ile 1411 yılları arasında ülkenin o dönem başkenti olan edirne'de sultanlık yapmıştır ancak bugün kronolojide padişahlar arasında yer almaz. zira iç savaşı kazanan ve bir şekilde abileriyle kardeşlerini ortadan kaldıran veya ölmelerini sağlayan ve bu bağlamda tek sultan olan çelebi mehmet 5. padişah sayılır. şimdi bir an için yaşananın aksine, süleyman çelebi'nin mehmet çelebi'yi ortadan kaldırarak tek sultan olduğunu düşünelim. o zaman tarih, mehmet çelebi'yi amasya ve etrafında bir süre hüküm süren isyancı bir şehzade olarak yazmaz mıydı? diğer birçok şehzade gibi. mesela ii. bayezid'in oğlu şehzade ahmet gibi. ancak taht savaşını çelebi mehmet kazandı ve tarih böyle yazıldı.

    - üçüncü osmanlı padişahı murad hüdavendigar, bizans'ı vasalı yapmıştır ve vasalı yaptığı bizans imparatorunu ordusuna katıp sefere çıkmıştır. bizans imparatorunun oğlu andronikos istanbul'da, osmanlı padişahı murad'ın oğlu savcı bey ise bursa'da bırakılmıştır. bu dönemde rum ve türk halklarının kaynaştığı kadar elbette saraylarla birbiriyle kaynaşmış haldedir. yani beraber büyüyen birçok şehzade ve prensin olması bir yana, bu isimler çoğu zaman birbirini tanımaktadır. misal, bizans ve selçuklu saray ilişkileri de iyidir. öyle ki, bizans'tan sürgün bir soylu selçuklu sarayına, selçuklu'dan sürgün bir hanedan üyesi istanbul'a kaçmaktadır. hatta hristiyan olan selçuklu hanedan üyesi dahi vardır. neyse, andronikos ve savcı olarak bildiğimiz bu iki isim birlikte 1373 yılında isyan etmiştir. ancak yenilgiye uğramışlardır.

    - dulkadiroğulları diye bir beylik yoktur. aslı zülkadiroğulları demektir. zülkadir ise itibar sahibi anlamına gelmektedir. böyle bir isim hatasının ortaya çıkması, tarih yazımındaki bir hatadan kaynaklanmaktadır. dâl harfi ile zâl harfi karıştırılmıştır. bu hatadan dolayı da ortaya dulkadir ne yaa ehe ehe diye espriler meydana çıkmıştır.

    - yine tarih yazımında bir başka taraflılık. fetret devri'nde şehzadeler timur'dan berat almışlar ve tahtta da bu şekilde hak iddia etmişlerdir, çelebi mehmet tek sultan olunca da ülke bütünlüğü sağlanmıştır. ancak timur devleti'ne bağımlılık bitmiş midir? hayır. örnek olarak mehmet çelebi'den sonra tahta çıkan ikinci murat'ı verebiliriz. onun döneminde osmanlıların timurlulardan hala çekindiği açıktır. öyle ki, osmanlı anadolu'da çok da büyük bir ilerleme kaydedememiştir. zira beylikler hala timurlular tarafından korunmaktadır. ikinci murad da şahruh'tan çekinmektedir. bir nevi vasal halindedir. ancak tarih yazımında hiç böyle bir şeye denk geldiniz mi? koskoca osmanlı hiç kimseye bağlı olabilir mi? evet olabilir. öyle ki, şahruh, murad'a hilat göndermiştir. kaftan olarak bildiğimiz bu nesne bağlılık bildirme aracıdır. murad da bu hilati giymiştir.

    - çelebi mehmet'in fetret devri döneminde ve sonrasında bizans ile ilişkileri oldukça iyidir. hatta kendisinin, yukarıda belirttiğim üzere, bizans imparatoru ikinci manuel'e baba/peder diye hitap etmesi ayrıca ilginç bir anekdot.
hesabın var mı? giriş yap