• balkonda sigara içerken boş gözlerle çevreye bakıyorum. içimde tek bir his yok gibi, sadece yorgunum.
    oğlumu yatırdım ama muhtemelen uyumadı diye aklımdan geçiriyorum, sabah eğitime gidicez. uykusunu alamazsa bir sürü huysuzluk yapacak.

    oğlumu düşünüyorum sonra. önce şikayetleri diziliyor önüme.

    "eğitime ne kadar gidecek, farklılıkları farkedilmez hale gelip topluma karışacak mı? tekrarlayan davranışları biter mi? atipik otizim diyorlar belki ilerde normalleşir diyorlar acaba doğru mu? gelecek ay okulu açarlar mı, daha konuların bayağa gerisinde? dördüncü sınıf zor mu ki? vakalar artıyor, özel eğitim kapanmasa bari." içimi bir sıkıntı kaplıyor, sevimsiz bir his. düşünme bunları diyorum kendime, her şey olacağına varır.

    sonra gayri ihtiyari gökyüzüne bakıyorum. birkaç yıldız var. onları görünce içimdeki bulutlar dağılıyor. düşünceler yavaşça şekil değiştiriyor.

    "doktoru 15 yaşında anlaşılmayacak bile durumu demişti, 9 yaşında şimdi. hem eğitimleri sıkı tutuyoruz, belki daha erken güzel gelişmeler olur. hocalar çok memnun gidişatından. çabalıyor oğlum, hem de çok. ben de elimden geleni yapıyorum zaten. destekleyen insanlar var. her sorun çözülür, hem diyelim olmadı. o benim oğlum, ben onu zaten olduğu gibi seviyorum. tek istediğim sağlıklı ve mutlu bir insan olması."

    hissettiğim şey umut olmalı. umudum olmasaydı napardım?
    iç sesim bile daha sakin ve yumuşak bir tonda.
    içeri giriyorum, oğlumun üstünü örtüp yanağına öpücük konduruyorum. uyumuş.

    içimdeki umudun peşinden gitmek için sabah erken uyanmam lazım diyerek, başımı yastığa koyuyorum ve bunları yazıyorum.

    umut dünyanın en güzel hissi.
  • amerikalı psikobiyoloji uzmanı dr.curt richter 1957 senesinde john hopkins üniversitesinde bulunan laboratuvarında asistanlarıyla beraber ilginç bir deney üzerinde çalışıyordu. deneyin amacı su sıcaklığındaki değişimlerin canlıların vücut dirençleri üzerindeki etkisini ölçmekti.

    deney için bir grup deney faresi içinden tırmanıp kaçamayacakları uzunluktaki cam tüpler içine yerleştiriliyor ve suyun üstünde ne kadar süre yüzebilecekleri ölçülüyordu. farelerin su üstünde hareketsiz kalıp dinlenmelerine engel olmak için durdukları zaman üzerlerine su sıkan ve yeniden yüzmeye başlamalarını sağlayan özel bir mekanizma da geliştirilmişti.

    deneye maruz bırakılan farelerin su üstünde kalma süreleri incelendiğinde dr.richter’in ilgisini çeken garip bir durum ortaya çıktı. buna göre farelerin büyük çoğunluğu on beş dakika kadar su üstünde kalmaya çabaladıktan sonra pes ediyorlar ve kendilerini suyun içine bırakarak batıyorlardı. dikkat çekici olan azınlıkta kalan bir grup fareydi. bu fareler bırakın on beş dakika dayanmayı tam altmış saat boyunca olabilecek tüm güçleriyle suyla mücadele ediyorlar ve ancak tüm güçlerini tükettiken sonra suya batıyorlardı.

    büyük bir kısım fare on beş dakika bile suyun üzerinde kalmakta zorlanırken az sayıda farenin tam altmış saat boyunca su üstünde kalmayı başarması son derece merak uyandırıcıydı. dr.richter bunun sebeplerini araştırmaya başladı. her iki grup farenin içinde bulunduğu deney şartları tamamen aynıydı. farelerin biyolojik özellikleri de tamamen birbirine benziyordu. bütün bu benzerliğe rağmen iki grup farenin aralarındaki performans farkı inanılmaz ölçüdeydi.

    dr.richter bu ilginç problem üzerinde çalışırken asistanlarının birinin aklına deneyin yapılış şeklinde ufak bir değişiklik yapmak geldi. buna göre fareler iki gruba ayrıldı. birinci grup daha önce yapıldığı şekilde kafeslerinden çıkarılır çıkartılmaz su dolu tüplerin içine atıldı. ikinci grup farelerse kafeslerinden çıkarılıp bir anda su dolu tüplerin içine atılmak yerine önce büyükçe bir kutunun içinde bir araya kondular. bu kutunun içinde bir süre bekletildikten sonra su dolu tüplerin içine atıldılar. tüplerin içinde beş dakika bırakılan fareler daha sonra çıkartılarak tekrar kutunun içine kondular. burada bir süre bekletildikten sonra tekrar tüplerin içine atıldılar. bu işlem birkaç kere tekrar edildikten sonra tüplerin içine son kez atıldılar ve artık sudan çıkartılmadılar.

    deneyin sonuçları son derece ilginçti. buna göre kafeslerinden çıkarıldıktan sonra hemen suya atılan birinci fare grubunun büyük çoğunluğu daha önce olduğu gibi en fazla on beş dakika dayanabilmişler ve ancak birkaç tanesi uzun süre suyun üstünde kalmayı becerebilmişti. kafeslerinden çıkarıldıktan sonra hemen suya atılmayıp bir kutunun içinde bekletilen ve daha sonra atıldıkları suyun içinden çıkartılan ve bu işlem birkaç kere tekrarlandıktan sonra suyun içine tamamen bırakılan farelerin hepsi de maksimum altmış saat rekoruna ulaşmayı başarmıştı. bu farelerin içinden bir tanesi bile pes etmemiş ve tüm güçlerini tüketene kadar saatlerce suyun üzerinde çırpınmışlardı.

    dr.richter bu deneyi defalarca tekrarlamasına rağmen hep aynı sonuç ortaya çıkıyordu. suya hemen atılan farelerin çoğunluğu kısa zaman içinde pes ediyorlar ancak suya hemen atılmayıp birkaç kere sokup çıkartılan farelerin hepsi de son güçlerine kadar saatlerce suyun üzerinde kalıyorlardı. deneyin büyük bir açıklıkla ortaya koyduğu gerçek şuydu. birinci gruptaki fareler suyun içine atıldıktan sonra oradan çıkabilme umutları olmadığı için kısa zamanda pes ediyorlardı. ikinci grup fare ise daha önce suyun içinden birkaç kere çıkartılıp kurtarılma deneyimi yaşadıkları için kendilerinin gene kurtulacağını “umut ediyorlar” ve sonuna kadar direniyorlardı.

    kısacası mücadele gücü ve tam performansı kullanmanın ana faktörü umut etmekti.

    bu deneyin bizler için anlamı büyüktür. eğer yaşanılan zorluklar ve karşılaşılan engeller karşısında bu olumsuz durumları aşacağımız konusunda kendimize inancımız varsa ve içinde bulunduğumuz olumsuz şartların değişeceğine dair umudumuz bulunmaktaysa başarı oranımız yükselmekte ve güçlerimizin tamamını kullanarak mücadele etme azmimiz artmaktadır. eğer zorluklar ve engelleri aşamayacağımızı düşünüyorsak ve içinde bulunduğunuz kötü şartların hiçbir zaman düzelmeyeceğine inanıyorsak kısa sürede pes ediyor ve aynen suyun dibine kendisini bırakarak pes eden fareler gibi kaybediyoruz.

    kendimize ve geleceğe dair umutlu bir tutum içinde olmak başarının en büyük sırlarından birisidir.
  • "küçükken kızınca sofradan kalkıp odaya gidince, annenin 'gel yemeğini ye' demesini beklemektir, umut."
  • annemdeki rezervi muazzam.
    37 yaşında hiç evlenmemiş bir kız kardeşim var, tek başına yaşıyor. kod adı müzeyyen olsun diyelim. annemle yaklaşık olarak her sabah aramızda şöyle bir diyalog yaşanıyor:

    -sadeli günaydın.
    -günaydın annecik.
    -müzeyyen evlenmiyor mu?
    -bugünlük öyle bi şey yok.
    -tamam.

    konuşma burada bitiyor. her sabah ya. anne bir günde ne değişmiş olabilir ki diyemiyorum, çünkü fevkalede küskün bir anne, hemen triplenir. evet annemin de en sözlük yazarı özelliği belli oldu: 35 yaş üstü bekar kadın fobisi.
  • bugün oğlum ilk karnesini aldı. henüz anne değilken bile bu anları merak ederdim, nasıl olacak diye senaryolar yazardım. öğretmen çocuğu olunca karne günlerinin ayrı bir anlamı oluyor, ondan sanırım.
    sonra işte hayaller hayatlar...

    saklamaya çalıştığım, öyle değilmiş gibi yaptığım bir gerçek var ki o da bizim yolumuzun farklı olduğu.
    yine de bir yerlere sıkıştırıyorsun o umut denilen ışığı. belki bir şey olur, belki hepsi kötü bir rüyadır, sevimsiz bir arkadaşımın yaptığı eşek şakasıdır, tıp dünyası yüzyılın buluşunu yapar bu sabah her şey yoluna girmiş uyanırım diye cebine koyuyorsun o ışığı. yeri geliyor koynuna alıp yatıyor, yeri geliyor ağlayarak sarılıyorsun.
    alışamıyorsun ama mecbur olduğunu da biliyorsun. yaşamaya, yaşatmaya mecbursun.

    her sabah çabamı alıyorum kolumun altına, yanında yoldaşı umut, yeniden denemeye, çoğu zaman güzelce yenilmeye, zaman zaman gülmeye, bazen sürprizlere günaydın diyorum.
    ama bugün boğazımda bir yumruyla uyandım, aklım dağılsın diye yaptığım şeyleri anlatmaya utanıyorum, gün bir şekilde bitsin istedim. oğlum uyuyana kadar bakmadım karneye.
    az önce ev sessizleşip sakinleyince aldım o mor ışıltılı zarfı, üstümde gri bir battaniye, elimde geceyi atlatmama yardımcı bir kadeh, açtım isteksizce karneyi.

    standart “çok iyi” notlarına şöyle bir baktım, tam kenara bırakacakken öğretmenlerinin öğrencisi hakkındaki görüşleri bölümünü gördüm. şöyle yazmışlar:
    “...önümüzde uzun zamanlarımız var. sevimli yüzün ve bizimle kurmaya çalıştığın ilişki birlikte bir yol bulmamıza yardımcı olacak. güzel şeyler yapacağız seninle. seviyoruz seni.” *

    canım oğlum, kime ait olduğunu bilmediğim üç kısa satır var kafamda.
    “orada bekle köprü
    gelip geçmese de yar,
    umudum var.”
    diye yankılanıyor.

    bir yol arayanlar, bu yolda bizimle olanlar ve orada son güne kadar bekleyecek bir köprü var bebeğim. beni zaten hiç arama, baktığın yerdeyim.
    o umut sensin.

    bu güzel ilk karne için teşekkür ederim.
  • "bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun küçük adam?
    başlangıçta kartal, yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. bir de bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağı umuduna sarılır bu kez. ama civcivler büyüyüp büyüyüp birer tavuk haline gelmektedir. kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisi duyar. onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur: bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook çok yükseklerdeki yuvasından bakıp uzaklıkları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur işte.

    tavuklara ve civcivlere gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta ve karınlarını doyurmaktadırlar. yağmur yağdığında ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. kartalsa kimsenin yardımı olmadan kendi gövdesini fırtınaya siper etmektedir. daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal önce bu tavukları parçalama isteği duyar. ama düşünür, onlara acımaya başlar. belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen tavuklar arasından kartal gibi olma yetisine sahip bir yaratık çıkar.

    kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir…" *
  • insanların çaresiz kaldığı anda sığındıkları tek şey olan, umut kavramına gerçekçi, etkileyici, sade ve çarpıcı şekilde değinen bir yılmaz güney filmidir umut. umut, türk sineması ve yılmaz güney sineması için herkesin de hemfikir olduğu gibi dönüm noktasıdır. bundan önceki tüm filmlerde melodramlar, içinde aşk ilişkisi de bulunan filmler yapılmasına rağmen güney, bu filmde abartıya ve gösterişe kaçmadan özgün bir sinema diliyle umut'u anlatmıştır. her şey çok sadedir. kendisi define ararken istese evdekilerin durumunu da göstererek daha da vurucu hale getirebilirdi filmi. fakat güney, böyle bir şey yapmamış, duygu sömürüsüne gitmemiş; ailesinin halini, izleyicinin hayal etmesini tercih etmiştir. açlığın gölgesinde, yaşayamayan insanların, toplumda gücü ve parası (az da olsa) olanlar tarafından ezildiğini etkileyici bir sinema diliyle anlatan güney, karakoldaki komiser karakteriyle devletin de bu sınıfsal ayrıma göz yumduğu, katıldığı gerçeğini iç burkan bir sahneyle anlatmıştır ki bu sahne, gerçekten etkileyicidir. atın ölümüne sebep olan adamın pişkin pişkin oturması, cabbar'ın ayakta tüm masumiyetiyle beklemesi, odada bulunan üç kişinin ayran içerken, onun öylece durması, "ama komiser bey, benim atım öldü" demesi, insanın içine işliyor.
    en başta soyguncu olmadıklarını söyleyen, hasan ve cabbar'ın, çaresizliklerinin doruk noktasında soyguna teşebbüs etmeleri, insanların bir kurtuluş için her şeyi deneyeceklerinin göstergesidir. canım kardeşim adlı filmde de iki karakterin çaresiz kaldıkları anda kanlarını satmaları, televizyon alacak paraları olmadığı için onu çalmaları, bu kurtuluşa bir diğer örnektir.
    sonuç olarak, yılmaz güney, daha sonra yol ve sürü filmleriyle de toplumun yanlış olan, aksayan yönüne, insanların kötülüklerine, bencilliklerine sert bir dille eleştiri getirmiştir fakat o filmlerden yıllar önce böyle bir film yapması, onun ne denli iyi bir sinema sanatçısı olduğunun en belirgin kanıtıdır.

    tuncel kurtiz'in* filmdeki unutulmaz repliği (tiratı);

    "iyi at, iyi araba para işi gardaş. paran olunca her bir iş iyi olur. paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen, iyi yataklarda yatarsın. parası olunca adam kuvvetli olur. parası olunca adamın evi, avradı olur, evinde tenceresi kaynar, çocukları olur. paran olmadı mı iyi değil, dünyada senden kötüsü yoktur, senden pisi yoktur, her yerden kovarlar seni. fakirin yüzü soğuktur. niye soğuktur cabbar gardaş? parası yoktur da ondan. mesela kış gününde, en soğuk vaktinde, cebinde paran olsa üşümezsin; hamamdaymış gibi terlersin. amma velakin para olmadı mı yaz gününde üşürsün. neden? çünkü para adamı sıcak tutar; sıcahhh. senin bu atlar paran olsa iyi yem yerler. paran yok, gariplerin iskeleti çıkmış. açlıklarından ölecekler..."
  • aman unutmayalım, fazlasıyla spoiler içirmektedir…

    “umut” filmi için, bekleyişin öyküsüdür diyor yılmaz güney ve film tam da söylediği gibi; sabah gelecek trenden inecek yolcuları garın önünde geceden bekleyen faytoncuların görüntüleriyle başlıyor. trenden inen yolcuların hiçbiri cabbar’ın eskimiş, kötü durumdaki faytonunu tercih etmez. onun dışındaki bütün arabacılar yolcularını alıp gitmişken umudunu kesen cabbar, en geride kalmış beş çocuklu, bol valizli bir ailenin gardan çıktığını fark eder. yükü ağır bu aile, geceden beri orada bekleyen cabbar’ın son şansıdır. garın önünde bekleyen tek arabacı olan cabbar da aile için son şanstır. ne var ki aile, cabbar’ın önünden geçip giderken durumun hiç de öyle olmadığını anlarız; çünkü ailenin cabbar’a verebileceği makul bir parası yoktur. bu yüzden ailenin reisi durumundaki adam, umutsuz ve umursamaz bir şekilde, kendilerini çok uzak bir noktaya götürmesi için kabul edilemeyecek miktarda bir para önerir cabbar’a. oyunculukları ve mizansenleriyle son derece yalın çekilmiş bu muhteşem sahne ne denli iyi bir filmle karşı karşıya olduğumuzu müjdeler.

    güney’in neo-realist diye tanımlanan bu filminde italyan yeni gerçekçilik akımından yoğun bir şekilde etkilendiği söylenir. oysaki film, 25. dakikadan sonra cesare zavattini ve de sica’nın benzer durumdaki filmlerinin aksine daha sert bir biçeme dönüşerek italyan yeni gerçekçilik akımından uzaklaşır. filmin ilk bölümünde bu akım kadar, senegalli yönetmen osman sembene’nin “ borom sarret” adlı kısa filminin de etkileri yoğun bir şekilde hissedilmektedir. sembene ülkemizde çok tanınmadığından, filminin “umut” üzerindeki etkisine şimdiye kadar değinilmemiştir. bir söyleşisinde osman sembene’yi çok beğendiğini ifade eden güney’in dünya sinemasına gösterdiği bu ilgisi, içinde bulunduğu ağır şartlar (cezaevleri, ticari filmlerden ötürü kaynaklanan yoğun iş temposu) ve film dolaşımının o dönemki zorlukları göz önünde bulundurulduğunda, onun görmezden gelinen entelektüel yönünü göstermektedir. bu noktada güney’in kurucularından olduğu sinematek’i de anmadan geçmemek gerekiyor.

    filmin öyküsü, sanayileşme sürecine girmiş bir toplumda sıska atları ve külüstür körüğüyle faytonculuk yapan bir emekçinin trajik hikayesi etrafında döner. anadolu’da makineleşmenin gündelik hayatı ele geçirmeye başladığı 60’lı yılların sonunda, motorize taşıtlarla rekabete giren ve bunun sonucunda daha da yoksullaşan cabbar, içinde bulunduğu durumu kavrayabilecek bilince de sahip değildir. arabacıların yaptığı yürüyüşe bayrağıyla dışarıdan katılıp çıkması da bundandır. filmin bu sahnesinde ele alınan politik yaklaşım eksik gibi görünse de, yılmaz güney sorunu işaret edip durmakla yetinerek bence doğru bir yaklaşım sergilemiştir.

    güney, ele aldığı olayları en iyi şekilde aktarabilmek için çekim yeri olarak çok iyi tanıdığı adana’yı seçmiştir. cabbar’ın evi olarak kullanılan mekan, kendisine küçük de bir rol verdiği babasının evidir. nasıl konuştuklarını, nasıl oturup kalktıklarını en ince detaylarına varana dek bildiği o insanların, içinde bulundukları sefaleti geniş planlarla resmetmiştir. tek bir flütle elde edilen sade müzikle beslediği ve kimi zaman belgesel tadı veren bu bitmez tükenmez geniş planların bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. güney, bu rejisiyle cabbar’ın yoksulluğundan hareketle bir sınıfın ve hatta yer yer bir şehrin yoksulluğuna ulaşmıştır. ayrıca yakın planlardan kaçınması, ona, son derece sert bir görümüme sahip yüz hatlarının, çökük cabbar karakteriyle yaratacağı tezattan da kurtulma şansı sunmuştur. çocukların leğende yıkanması gibi cabbar’ın evindeki gündelik yaşamı gösteren sahneler de belgesel tadındadır. bunlar ancak bir yaşanmışlığın, tanıklığın sonucunda başarılı bir şekilde aktarılabilecek detaylardır. keza, karısına çocuklara kızmaması için bağırmaya başlayıp öfke nöbetine tutulan cabbar, bunun sonucunda çocuklarını ve karısını dövmeye başlar. neredeyse bir dakika önce karşı çıktığı bir şeyi, abartarak yapan adam aslında kendi çaresizliğiyle debelenmektedir.

    güney, insanın inanmadığı, hatta karşı çıktığı şeyleri yapmak zorunda kalışını soygun sahnesiyle resmetmeyi sürdürür. meyhanede gasp işini anlatan arkadaşını yadsıyan hamal hasan (tuncel kurtiz), filmin ilerleyen bölümlerinde cabbar’ı ikna ederek onunla birlikte bu eyleme kalkışır. şehrin merkezinde iş tutmaya çıkan cabbar’ın atına çarpıp öldüren otomobil sürücüsü, onu bu raddeye getiren olayların başlamasına neden olur. meşhur karakol sahnesinde zengin – fakir ayrımcılığının yanı sıra, şehrin merkezinde istenmemeleri de alt metinde izleyiciye sunulmuştur. ki, filmin başında ve ortalarında bir yerde nizami bir şekilde her sabah sulanarak yıkandığını gördüğümüz şehir merkezinde yoksullara yer yoktur. cabbar’ın borç istediği varlıklı adamlardan birinin “ … ben mi sana şehre git dedim. şehirde adamın adı da ölür, her şeyi de….” sözleri yine aynı durumu işaret etmektedir.

    ölü atın boş araziye atıldığı sahne eisenstein resimleri kıvamındadır. güney’in "seyithan"la başlayıp “umut”la gelişmeye başlayan sonrasında “sürü”,” yol” ve “duvar” filmleriyle belirginleşen bu görsel imgeler üzerine kurulu anlatım dili, ona auter yönetmen sıfatını kazandıracaktır. filmin başındaki banka reklam panoları üzerinden yapılan göndermeler de dilini oluşturamaya çalışan bir yönetmenin ilk örnekleri olarak kabul edilebilir.

    cabbar cebindeki parayı çalmak üzereyken kıskıvrak yakaladığı yankesiciyi bi güzel benzetir, çünkü gücü ve öfkesi ancak kendisinden daha fakir bir adama yeter. güney bu sahnedeki yankesicinin elinden tuttuğu ve onun gözünden çektiği planda, kamerayla birlikte kendi ekseninde döner. steady cam’in ülkemizin topraklarına henüz girmediği, belki de güney de dahil sinemacılarımızın varlığından dahi haberdar olmadığı o tarihlerde bu sahneyi çekebilmek için yılmaz güney, kameramanın beline halat bağlamıştır. yan kesicinin eli diye halatın ucunu tutan güney, kendi ekseninde dönerken aynı şekilde kameramanı da kendisiyle birlikte döndürmüştür. yeşilçam’da “yılmaz güney teknikleri” diye adlandırılanlar bu tür buluşları rejisörlüğünü üstlendiği hemen hemen her filminde kullanmıştır.

    cabbar’ın onlara olan borcunu ödeyemeyeceğini anlayan faizcilerle alacaklılar, tam da bulundukları sınıfa uygun bir davranışla, onun tek üretim aracı olan arabasına el koyarlar. bu sekansın başındaki “atı ölmüş bir arabacı borcunu ödeyemez arkadaşlar. atı ölmüş bir arabacı kolu kesilmiş bir adama benzer. şimdi cabbar ne yapar. parası yok ki yeni bir at alsın.” repliği, yalnızca türkiye sineması tarihine değil; dünya sinema tarihine de geçecek kalitededir. paris’te bulunan ünlü chaillot sarayı’ndaki sinema müzesine alınan tek türk filminin “umut” olması da bu kaliteden ötürü olsa gerek.

    borçlar ve geçim sıkıntısı cabbar’ı film boyunca inanmadığını ifade ettiği bir başka şeye; define aramaya iter. cabbar’ın bu çaresizliği filmin sonunda delirmesine yol açacaktır. güney filmin bu bölümünde, cabbar’ın geride kalan ailesini bir daha göstermeyerek paralel kurgudan vazgeçip klasik dramatik yapının dışına çıkar. filme dair o dönem yapılan bazı kritiklerde, bu yapıdan ötürü filmin birbirinden bağımsız iki bölümden oluştuğu dile getirilmiştir. bu yanılsamanın nedeni türkiye’de böylesi bir örneğin “umut”a kadar var olmamasından kaynaklanıyor olabilir. keza, güney’in kurgu üzerine sürekli kafa yorduğunu ve bu bağlamda da kendisini geliştirdiğini, yıllar sonra “yol” filmindek ortaya koyduğu dramatik kurguda daha net bir örnekle göreceğiz.

    sonuç itibariyle önümüzdeki yıl 40. yılını dolduracak olan “umut” filmi, türkiye’de “iyi filmler” yapmak isteyen sinemacılar için hala bir umut niteliğindedir.
  • işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar doğar güneş doğarken
    ve güneş doğarken çöp kamyonları
    ölüleri toplar kaldırımlardan
    işsiz ölüleri aç ölüleri

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken köylü aile
    erkek kadın eşek ve karasaban
    saban koşulu eşekle kadın
    toprağı sürerler toprak bir avuç

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken ölür bir çocuk
    ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
    on iki yaşında ve numaralı
    ve ne boğmacadan ne menenjitten
    ölür bin dokuzyüz elli sekiz de
    ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
    dokuzyüz kırkbeş te doğduğu için

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken tombul bir adam
    yatağından çıkar dalgın giyinir
    'bugün kimi kime gammazlamalı,
    amirin gözüne nasıl girmeli'

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken zenci şoförü
    ağaca asarlar yol kıyısında
    gazyağına bulayarak yakarlar
    sonra kimi kahve içmeye gider
    kimi saç tıraşı olur berberde
    kimi dükkanını açar erkenden
    kimi genç kızını öper alnından

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken mahpus kadını
    kolları masaya bağlı sırtüstü
    çıplak memeleri al kan içinde
    sorguya çekilir bir bodrumda
    sorguya çekenler cigara içer
    biri yirmisinde altmışlık biri
    gömlekleri terli kollar sıvalı
    ve kum torbaları elektrodlar

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneşdoğarken gülyaprağına
    uçak alanından sessiz pilotlar
    'h' bombası yükler tepkililere
    ve güneş doğarken güneş doğarken
    otomatik silahlarla biçilir üniversitelilerle işçiler
    akasya ağaçları bulvarın
    pencereler balkondaki saksılar
    ve güneş doğarken devlet adamı
    konağına döner bir ziyafetten
    ve güneş doğarken kuşlar ötüşür
    ve güneş doğarken güneş doğarken
    genç bir ana bebesini emzirir

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken ben bir geceyi
    bir uzun geceyi gene uykusuz
    ağrılar içinde geçirmişimdir
    düşünmüşümdür hasretliği ölümü
    seni memleketi düşünmüşümdür
    seni memleketi dünyamızı.

    işler atom reaktörleri işler
    yapma aylar geçer güneş doğarken
    ve güneş doğarken hiç umut yokmu
    umut umut umut........... umut insanda.

    (bkz: nazım hikmet ran)
  • bu, kendime bir nottur.
    ***
    dun bir akademik dergiden makalemin kabul aldigini soyleyen bir e-posta aldim. e-postayi acamadim bir sure. red almaya hazirlikliydim; cunku ilk gonderisimde hakem bazi yerlerini yetersiz bulmus, duzeltme vermis ve derginin bir sonraki yayinina gondermek istiyorsam duzeltmeleri yapip haziran ortasina kadar yeniden yollamam gerektigini soylemisti. bir dergiye ilk kez makale gonderdigim icin surecin nasil isledigini bilmiyordum. zaten aylar once gonderdigim bir makaleydi ve surec uzadikca geriliyordum.

    bana geribildirim veren hakem “birinden gorus al, yardim alarak duzelt.” diye not dusmutu. danismanimla ve makalede adi yer alan diger arastirmaciyla durumu paylastigimda bana “sen duzeltmeleri yapip gonder.” demekle yetindiler. bekledigim bir yanitti. zaten isin tamamini ben yapmistim. yine yapardim. duzeltmeleri aglaya aglaya yaptim. gercekten aglaya aglaya yaptim. pek umutlu degildim; ama vazgecmedim ve gonderdim.

    o sirada baska bir makaleyi de yetistirmekle ugrastigim icin yogun bir stres altindaydim. ise baslayali birkac ay olmustu ve yeni isimde bir arastirma onerisi yazmam ve arastirmaya bir an once baslamam bekleniyordu. haftaicleri ise gidip geliyor, aksamlari donuste tez yaziyor, onun icinden de bir makale cikarmaya calisiyordum. arada yarim gunluk yillik izinler alip eve donup makaleyle ugrastigim da oluyordu. hicbir seye yetemiyor, hicbir seyi duzgun yapamadigimi dusunuyor, gerizekali oldugumdan emin bir halde her seyi birakip gitmek istiyordum. japonca, ingilizce ve turkce arasinda gidip gelen beynim islemekte zorlaniyordu. kimseden yardim istemiyordum; oyle bir beklentim yoktu. tek istedigim, birinin bana sarilmasiydi. tek basima yasadigim evimde karanlik bastirirken kendimi yitirmis gibi is yetistirmeye calismayi daha fazla kaldiramadim.

    cokusum de bu siralara denk geliyor iste.

    durumumdan genel olarak memnunum. sikayet etmiyorum; ama ekonomik olarak cok yuksek kaygilar tasidigim bir donemden cikip geldim. disaridan bakildiginda nasil gorundugunu bilmiyorum; ama japonya’da doktora yapmak ve bu ulkede yasamak dusundugumden cok daha zorlayici gecti/geciyor. inanin ki asil mesele doktorada neyi nasil ve ne zaman yapacagimi kendim ogrenmek durumunda kalmis olmam degil. doktorayi uzattigim icin bursum kesildi ve ben tasidigim maddi kaygilarin stresi altinda neredeyse aklimi kaciriyordum. keske doktorayi ben de zamaninda bitirebilmis olsaydim. yapamadim. bu surecte benim de hatalarim oldu; ama bu konuda yalnizca kendimi suclamayi biraktim; cunku bu surecte yeterli rehberlik aldigimi dusunmuyorum; ama yapacak bir sey yok. hem kimsede bir suc bulmuyorum artik ve suc ifadesini de uygun bulmuyorum, aslina bakarsaniz. olanlari kabul etmeye ve yasananlardan ders cikarmaya calisiyorum. bence hem dogrusu bu hem de akil sagligi icin boylesi bir yaklasim daha yararli. her seye karsin danismanimi seviyorum. iyi, anlayisli, hosgorulu ve destekleyici biri oldugunu dusunuyorum; ama keske yazdiklarimi okusa. tezimi okudugumdan kuskuluyum. belki okuyordur; ama bana duzeltme vermiyor. evet, o bir japon. bense tezimi ingilizce yaziyorum. her neyse. doktorada her seyi, ama her seyi kendi cabamla, oturup kitaplari ve makaleleri, yazilmis tezleri bastan sona okuyarak ve ne yapmam gerektigini anlamaya calisarak ogrendim/ogreniyorum. tez ve makale yazmam gerektiginde yazilmis ornekleri onume actim ve nasil yazmam gerektigini formatlari inceleyerek ogrendim. zaten olmasi gereken de buydu aslinda (cunku doktoranin asil urunu tez degil arastirmacinin kendisidir bana kalirsa) ve bunun bana kazandirmis oldugu ozguveni baska hicbir sey kazandiramazdi; ama zaman da yitirdim. zaman benim icin para demekti; cunku ailemin durumu belli ve onlardan para isteyemezdim. kisacasi, elinde egitimden baska paraya cevirebilecegi hicbir sermayesi olmayan, turkiye gibi aksamdan sabah her seyin degisebildigi bir ulkenin orta sinifindan gelen sade bir insanim ve benim bu doktoraya gereksinimim vardi; birakamazdim. ben de birakmadim. biraz da denk gelmesiyle, birkac ay once ise girdim. (yoksa yurtdisinda kalisimi ve doktorayi ekonomik olarak karsilayamayacak ve turkiye'ye donecektim buyuk olasilikla.) nisan basindan beri bir isim var ve beni isten cikarmasinlar diye elimden geldigince cok calismaya calisiyorum. onumuzdeki yil eylul ayinda bir konferansa katilip sunumunu yapabilecegim bir arastirmaya bir an once baslamam bekleniyor. hemen her seyi bu hafta belirginlestirecegim. ekim sonuna kalmadan baslayacagimi umuyorum.

    aslinda yazdiklarimin bu kadar stresli olmamasi, daha neseli olmasi gerekiyordu. ben yalnizca demek istiyordum ki 2020 yazi benim icin rezalet gecti. tum isleri zamaninda ve eksiksiz yetistirmeye calisirken ve tum bu sureci tek basima goturmeye ugrasirken daha fazla dayanamadim ve coktum. evet bir isim vardi; ama derine islemis ekonomik kaygilarim ve gelecegime iliskin belirsizlik de beni eziyordu. yetersizlik hissiyle birlikte parasiz ve issiz kalma dusuncesi cok korkutucuydu benim icin. yalnizca agliyordum. tek basimayken yalnizca agliyordum. oylesine tukenmisti ki umudum, kendimi yok etmenin kiyisindan dondum. o kadar, ama o kadar kotuydu ki… hic bu kadar kotu olmamis, hic bu kadar yaklasmamistim. simdi animsadigimda bile gozlerim doluyor.

    ama vazgecmedim. nasil vazgecmedigimi bilmiyorum; ama onca kaygiya, korkuya, strese, yetersizlik hissine, yalnizliga, tum yaptiklarimin bosa oldugu dusuncesine, gerizekali oldugum inancina karsin kendimi yok etmedim. oylesine karanlikti ki hic aydinlanmayacak gibi geliyordu; ama aydinlanacagini da biliyordum; cunku ben hicbir cabanin bosa cikmadigini gordum. hicbir cabanin karsiliksiz kalmadigini deneyimledim.

    bir makale alt tarafi. insanlik icin kucuk, benim icinse kocaman bir adim. insanlar neler neler basariyorlar; benimki nedir ki onlarin yaninda? ama bu makale benim icin bir umut; temelini kendim attigim bir ozguven. benim icin her seyin anlamini yitirdigi bir donemden sonra bunlarin anlami benim icin cok buyuk.

    “hicbir sey olmayacak.” diye umutlarim tukenirken bir sey oluveriyor iste. oluyor; ama cabalamayi birakmamak gerekiyor. bir sey oluyor iste. hicbir caba karsiliksiz kalmiyor.

    karanlik da surmuyor; o da bitiyor. aydinlik basliyor.

    not: yalnizca su var ki “beni artik hicbir firtina alabora edemez.” dedigim bilmem kacinci firtinadan sonra da bir firtinaya tutulup alabora olabildigimi gordum. beni baska bir firtinanin da alabora edebilecegini bilerek yoluma devam ediyorum. simdilik hava acik; deniz gayet sakin. benim nesem yerinde. bir sonraki firtinayi da geldiginde dusunurum artik.
hesabın var mı? giriş yap