• tamamı şu şekilde olan edip cansever şiiri:

    i

    biliyorsunuz parkların
    sizi çağıran tarafları
    insanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
    orada saklanıyor onlar
    çünkü her türlü saklanıyorlar orada
    bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
    dağınık mavisiyle gözlerinin
    sevgi vermez kadın uçlarıyla
    korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
    eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
    yalvaran bakışlarıyla - nasıl da sevimsiz -
    en kötüsü, belki de en kötüsü
    bir duygu açlığıyla soluyarak
    parklara yerleşiyorlar, parkların
    onları çağıran köşelerine
    bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
    bacak aralarından
    çömelmiş, öyle sakin
    selamlıyorlar
    "günaydın" diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
    kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
    birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
    acılar alıp veriyor dünyadan
    dillerini gösteriyorlar, dizkapaklarını
    bir sıkıntı şiiri gibi
    sıkıntı
    işte
    tam orada duruyorlar.

    ii

    bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde
    her cümlede iki tek göz, bu kimin
    ya da kim korkuttu bu kadar sizi
    bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı
    ya da tam tersine
    boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
    sulardan ürpermek gibi dokununca,
    ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
    kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
    denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
    iş edinmişim öyle kimsesizliği
    kendimi saymazsam - hem niye sayacakmışım kendimi -
    çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
    konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
    süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.

    ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla
    unutmak, belki de unutmak olsun diye mi?
    onu da tatmak gibi
    oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek
    ama gitmenin saati geldi
    kirli bir gömleği çıkarıp asmak
    yıkayıp kurutmak ister ellerimi
    su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da
    açınca camları - diyelim camları açtık ya sonra? -
    sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim
    bilirim ama çok bilirim kapadığımı
    öyle iş olsun diye mi, hayır
    bilirim içerde kendimi bulacağımı
    dışarda görüldüysem inattan başka değil
    evet, çünkü bu karanlık işime en geleni
    kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi
    oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum
    ve açıyorum bütün muslukları
    diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı
    ne geldiği, ne de gittiği yer belli
    olmuyor, gene kendimi düşünüyorum
    alıştım istemiyorum.

    iii

    binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
    bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
    insan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
    kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
    çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
    öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
    anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
    evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
    değişmek
    biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
    bana kızıyorlar sonra, anısızın bana
    kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
    oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
    ve geçilmiyor ki benim
    duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

    bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
    erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
    ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
    o yapayalnız olmaktaki kendimi
    böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
    sanki ben upuzun bir hikâye
    en okunmadık yerlerimle
    yok artık sıkılıyorum.

    iv

    biliyorsunuz, size geldim sadece
    kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden
    peki bu sevinmek niye?
    girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
    ve işte giyiniyordunuz yıllarca
    bir mısır, bir roma, belki de bir yunan elleriyle
    eski bir insandınız merdivenler gıcırdıyordu
    her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
    otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
    sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
    bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
    düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
    olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
    biliyorsunuz olmazdı
    ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
    yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
    bir kumru bir kumruyu tamamlasın
    bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
    sadece bu.

    bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
    nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
    yeniden yeniden yeniden
    yeniden hazırlanıyoruz
    sanki bir güzelliği ödüyoruz
    belki bir güzelliği ödüyoruz.

    v

    biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz - böyle
    nereden geldiniz, tam sizi soracaktım - böyle
    biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
    yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
    çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
    güneşler girer çıkar ellerinize
    biriyle konuşursunuz, olmayan biriyle, hadi sevinin
    kim bilir, belki de buluşursunuz
    söz verip sizi bekletenlerle
    sonra da çıkarız - niye olmasın - bahçeye çıkarız birlikte
    otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
    biraz da susmalıyız. insan bir şeyler aramalı kendinde.

    dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
    durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
    bilmem ki, bilmiyorum da, belki de benim annem yok
    belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe.

    nereye gidiyorsunuz ama nereye
    sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
    ya da çok kuşkuluyuz - böyle.

    vi

    yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?
    elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?
    siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum
    belki de kim diye sorsalar beni
    güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi
    belki de alıp başımı gideceğim
    biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
    nereye, ama nereye olursa gitmenin
    hüzünle karışık bir ağrısı.

    işte bir denizdeyim, dalgalar ortasında
    kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana
    adımı bilmeden der, adımı bilmeden
    şafaklar kadar güzel adımı
    o zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım
    ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının
    sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi
    nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar
    insanı, o kayalar gibi sert insanı
    bekledikleri kadar.

    bir ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi
    varınca kıyıya birden
    değilsin artık gemici.

    vii

    bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
    bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
    doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
    ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
    öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    o gün bugündür işte - ben mesela
    çok usta bir avcının gözleri karşısında
    bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
    ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
    ki birdenbire açılan kucaklarında
    bitmedi, ama bitmedi şaşkinliğimiz.

    bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün - o beyaz
    bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
    tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
    odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
    kapımı çaldıklarında - bunu size söylüyorum anladınız
    kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların
    kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
    bitmedi, daha bitmedi şaşkinliğimiz.

    üstelik bitecek gibi değil
    biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
    sımsıkı tuttuğu dönerken köşeyi
    elinde bir bıçakla
    ve öldürmek isterken - kimiyse kimi
    gülünç, sebepsiz, bilinçaltı
    ama tutalım, koyvermeyelim
    tutalım koyvermeyelim bırakın kibarlığı
    yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
    içtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
    biri mi öldüydü ne, selviler, mezar taşları, kalabalık
    ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal
    kimbilir n'olduydu gene
    işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
    apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
    saatin kaç olduğu - üstelik sorulmaz ki
    sabaha kadar sabaha
    uyuyup uyandığımız
    bitmedi, diyorum bitmedi şaşkinliğimiz.

    evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
    ve konuşmalarımız, öylebüyüdüler ki peşi sıra
    hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
    kahveden, meydandan, sokak içlerinden
    bulup da çıkardığımız
    konuşmalar:
    - biri geliyor sözü değiştirelim
    - yürüsek açılırdık
    - bu ne uzun bakmak kendinize
    - ağzım mı kokuyor ne, yaa!... çok kötü bir günümdeyim
    - akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
    - annem mi, çok sevinecek..
    , belki de sinemaya gideriz..
    - bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
    - siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
    - bana kalırsa..
    - evet size kalırsa
    - bana kalırsa şimdiden eğlenelim
    - sus!
    - biri geliyor
    - biri geliyormuş sözü değiştirelim..

    yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
    masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
    kalmadı adım atacak yer bu yüzden
    oğuza söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
    lale de saçlarını kestirmeli
    sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
    örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
    bana kalırsa babamın mineli saati
    tek bşaına bütün bir odayı dolduruyor
    hele annemin güneş gözlükleri
    yarından tezi yok, çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
    aaaa! kitaplarınız
    bitmedi, daha bitmedi şaşkinliğimiz.

    üstelik bitecek gibi değil
    çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor - düpedüz ilgisizlik
    bisiklet yarışları, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
    bir hırsız giriyor ellerinize polisler hırsızı kovalıyor
    daha akşama çok var - olsun - biri sizi öpmeye hazırlanıyor
    bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
    üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
    balıkları nereden geliyor soframızın hele
    yıllardır ama, yıllardır neyi koysalar önümüze
    alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.

    işte biz böyle yapıyoruz.

    viii

    insan doğduğu günleri iyi bilmeli
    size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
    korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
    bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
    oooo! demek bütün insanlar çay içecek
    bilmem, çok uzakta biri sevindi
    sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden
    belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına
    sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi
    bir bakış, bir korku, ya da gereksiz bir eşya
    yani ne varsa atılması gereken sırtımda
    önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı
    ve bir ortodoks kabalığınca içten
    soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi
    aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi, gene aklıma
    ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
    bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
    size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için
    gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim
    dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden
    bilmem, çok uzaklarda biri sevindi
    sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı
    ben biraz esmerdim, o kadar
    işlerim kötü gitti
    bilseydim katılırdım savaşlar oldu ötemde
    yaşayanlar güzeldi
    insan doğduğu günleri iyi bilmeli.

    geçen yıl korkulu bir çağda uyandım
    sur sışlarına çıktım, sıcak havaları severdim
    mezarlar gördüm, müzeler daha güzeldi
    annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan
    ben boncuğu hiç sevmem, hele kırmızı hiç sevmem
    demek çok uzaklarda biri sevindi
    sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün
    bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini
    biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten
    biriyse bir köleydi, kâğıtlar kalemler içinde
    akşamlara dek bir masa katılığınca gülen
    ama o gün bugündür ayrılmadım ben
    ayrılmadım işte o
    beklediğim ölüden.

    pek yakınım olacak, karım, ya da kızkardeşim
    belki hiçbiri değil, sadece bir kız
    öyle ki, biralar, yaz günleri onunla biraz güzeldir
    ama çok iyi bir günde çıldırıverdi
    yalnızlıktan
    insan doğduğu günleri iyi bilmeli
    sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum
    dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum
    bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi
    sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım
    kocaman bir adamdı dışardakiler
    bilmem, böylece kaça çıktı beklediğim ölüler
    işte her bakımdan kendini arıyordu biri
    şaşırmış arıyordu - ben miydim neydim -
    yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
    kendini arıyordu, aynı renk, aynı biçimdeki kendini
    insan doğduğu günleri iyi bilmeli.

    koşup duruyorken, önce aşkların peşi sıra
    iyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların
    bu sanki en azından tanrıyla işbirliği
    ya da buluşmak gibi özüyle insanların
    oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye
    yalvaran gözleriyle - açılmış açıldıkları kadar -
    ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği
    - gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri -
    belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında
    belki de yitirilmiş, yok bakacak yeri
    ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri
    size çiçekler aldım, adım yazdım üstüne, iyi bilmeli
    korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
    bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
    oooo! demek bütün insanlar çay içecek
    hayır! çok uzakta biri sevindi.

    ix

    artık ne uyanmak için bu sabahlar
    ne de bekliyoruz, beklemek için değil
    üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi
    ne açıp da ağzımızı tek kelime
    yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece
    durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için
    evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize
    tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak
    biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
    artık adını sürdüremiyoruz gizli kalmanın
    içkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler - hıh sığınmak!
    bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
    belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
    diyoruz, belki de
    en önce isa alışmıştır kendi söylevlerine
    sonra da biz; ya durmak, ya a bir zincirle oynamak bütün gün
    ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe
    korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için
    sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde
    bakınca duvarlara - üstelik böyle de bakmak kendimize
    bir ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
    diyoruz - ve gülünçtür bu - herkesin işi bizi anlamak
    artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.

    karımı soruyordunuz, her zmanki gibi çok geveze
    bir gün onu yaşarken görmüştüm - görmüştünüz
    çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum tutmuştunuz
    yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
    ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.

    karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
    sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
    o kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım
    ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen
    üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden
    konuşup duruyordu gene akşamla dek
    kumarsa kumar, içkiyse içki
    yani bir kedi gelirdi arada bir
    bir köpek siyaha koşardı ellerinden
    bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde
    tırnakları kirli bir oğlanla
    bir gemici durmadan sıkıntıyı anlatır
    şişeleri devirirdi elinin tersiyle.

    karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
    sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
    o kadar kolay ölmüştür ki, elbette anlatırım
    bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben
    elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere
    uyudum uyudum uyudum öylesine
    ve şaşırdım böylece yemek saatlerini
    ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi
    sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri
    koynuma bir bıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken
    geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm, ama döğüştüm
    birinde yaralandım, üç dikiş vurdular göğsüme
    bir gün de peşi sıra gittim bir adamın
    siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli
    adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi
    isteğim kirli işlere karışmaktı, olmadı

    bir gün de bir lokantaya girdin, yanımda biri vardı
    iğrendim, ama susmayı seçtim sadece
    böyleyken garsonun biri elini kesti
    çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne
    masaya geldi derken usulcacık masaya
    geldi: ne içersiniz? sahi biz ne içermişiz?
    şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye
    çıkalım dedim, o yanımdaki kız gibi herife
    başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık
    karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar geliyordu üstümüze
    bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan
    adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize
    hep böyle diyordum işte, çıkalım çıkalım çıkalım
    çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım!
    nereye, ama nereye?

    belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz?
    ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim
    üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz
    bir o kadar da kirliydi ayaklarım
    burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak
    yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda
    üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar
    sabahsa bir karışık şeydi, sanırım peynirler, salamlar kesiyordu adamlar
    en ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri
    alıştım gitti
    sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz
    sonra da bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz?
    doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da
    tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla...
    öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız?
    neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi
    başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara
    ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla
    ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey
    elbette, kim ne der, inanmışım ben
    bir keder, bir susuş ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna
    otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz
    girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda
    otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular
    birden aklıma geldi, dilimi çıkardım onlara
    dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak
    onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da
    sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi
    öyle ya, elimi kestimdi ben - ne yani, deli değilim ya!

    yukarı çıktım, bilseniz çığlıklar içindeydi odam
    yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa
    bardaklar büyümüş - o gün bugündür anlatamam büyümeyi
    çoraplar, gömlekler, kravatlar taşıyordu sokağa
    bir kedi esniyordu - ben gördüm - üstünde şehirlerin
    bir böcek - yetişir be - dünyayı yokluyordu bacaklarıyla
    yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar
    iyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda
    biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin
    ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmağa.

    kalktım bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz?
    doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da
    tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla
    kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak?
    hiiiç!
    alışmak, sadece alışmak.

    ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum
    inanın yattımsa
    ama bilmiyorum.

    x

    "ya ne yapmalı" diyor annem bu geçkin çizgileri
    "yıllardır aynı evdeyiz" bunu ne yapmalı
    babam: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği
    işte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın
    bense ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın
    bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi
    sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar
    ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği
    düşünsek bile şimdiden - düşünemiyoruz ya
    üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamımıza
    hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için
    sanki bir öyküsü bu hayatı süslemenin
    soframız, yatak odalarımız, lambalarımız
    annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri
    kuyular gibi işte, şişeler sarkıttığımız yaz akşamları
    tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın
    kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği
    kavunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı düşündüklerimiz, o
    bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği
    sonra bir bıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların
    babamın kaşları çatık, annemse düşünceli
    kim bilir n'olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği
    belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmak istemiş o kadar
    annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri
    böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz
    sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz

    aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay
    indik, ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz
    işte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam
    annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle
    bizse kısa bir oyun tutturduk, hiç! yetinmek için sadece
    öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi
    sonra bir tramvay daha geldi.

    xi

    size baktığım yol uzamakta
    kendine baktığım yol uzamakta
    yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor
    eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra
    yok eğer uzayıp gidecekse bu iş
    derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa
    çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil
    belki de biri seslenir, güneşler, güneşler tutan uyruğunda
    bir resim görürüm ya da - ortalık inceydi biraz
    ya da bir resim gördüm; köşede, antikacıda
    ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların
    bir uyuşma olacak annemin saçlarıyla da
    ne zaman? elbette sabahları
    sabaha baktığım yol uzamakta
    bilirim, her şey tamam, yemek de yendi kurtuldum
    uykuya baktığım yol uzamakta
    uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum
    iki perde arası soğuk bir limonata
    belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz
    ve taşıtlar beklediğimiz durakta
    birini gördüğümüz ya da, geveze, kaypak, sıkıcı
    bitmesi bir olayın - ölüm mü geliyor aklınıza?
    kim bilir, belki de ölüm
    ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta
    öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların
    ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı
    belki de yürüyorken, iki taşıt arasında
    belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı
    şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada
    dünyaya baktığım yol uzamakta
    ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa
    kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce
    dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya
    oraya baktığım yol uzamakta
    ya da bir bahçedeyiz - üstelik kadınlar vardı
    ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta
    ya da bir toplulukta - iyi yaptınız!
    bu çok hoştur! - size söylüyorum - yaramaz çocuk!
    beni de sandınız! - evde mi? - hayır! limonlukta
    ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası
    ya da aklınız olacak sizi bir yangına yerine bağladı
    kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz
    kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı
    belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları
    gümüş şamdanlar, sabah ışığı, vesaire
    ve sanki he olay, her davranış, ölümün bitişiğinde
    işte evdesiniz, iyi bir yemek, uyumak istiyorsunuz sonra
    istemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz
    açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda:
    aiu, iao, ağ uğ ağ
    ve kahkahalar arasında kahkahalar
    orada, aşağıda
    tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi
    ve kaskatı kesilmiş, beyaz
    sallanıyorsunuz boşlukta.

    xii

    bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi - tak
    bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına
    bilmem ki gelir miydi? - saat üç buçuk - üstelik hava..
    sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak
    bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi - tak
    acaba?
    yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya
    boşandı taptaze üçler halinde bir yağmur
    kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum
    belki de unutmuştur.
    işte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkânda
    herkesin akşamı onu buluyordu
    bir adam sakallarını yokluyordu kasılarak
    sizi bekliyorum - beni bekliyormuş - niye olmasın?
    bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca
    adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey
    ne tuhaf! - ben olsam! - ne çıkar ben olsam da
    gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta
    oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor
    çıkmadı, ama çıkacak - babası sesleniyor
    bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla
    tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalı batıracak
    hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da
    gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyordur olağanüstü
    işte ansızın biri çıkacaktır karşınıza
    hiç yoktan biri çağıracaktır sizi
    ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde
    bir kurşun, bir kurşun daha
    yere serecektir bir serseriyi
    gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi
    bir küfür, bir patırdı ve babası çıkışıyor
    annesi, annesi biliyor başına geleceği
    bahçede bir kız çocuğu erik ağacını sallıyor boyuna
    diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur
    kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda
    bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum
    bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum
    yanmış bir cep saatimi aklımda tutmuştum yıllarca

    gelmedi, ama gelecek, nedense alıştık zamansızlığa
    bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnemedi bak
    demek siz! - koca ihtiyar! - ıslandım işte!
    saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene
    hey tanrım neye yaradı sanki unutulmak
    kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama
    adamsa ayağa kalkıyor ve işte ayağa bakıyordu ustaca
    dışarı çıkıyor, içeri giriyor, üç aşağı beş yukarı
    kadınsa domates doğruyor, yok mu ya bu yaz yağmurları
    evet, sahiden, niye?
    soruyor kadın:
    bu yaz yağmurları..

    xiii

    şimdi her yerden bakıyorlar - demek uykusuzum -
    kral birini çağırıyor uykusu bitmiş olarak
    işte salı, akşama doğruyuz, bay kemik taciri kestiriyor
    vahalam'da, bilmem ki neresidir vahalam
    babamın, ak saçlı babamın açtığı yara
    bir tarla konusu
    oy bre dolduran doldurana boşluğu
    babamın akıttığı kan
    bilmem ki neresiydi, neresidir vahalam
    babamı tanıyorum; çorabı, tütünü, acılarıyla o adam
    eksiği yok küfürden yana
    onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu
    belki de gelenek bu
    al kılçıklarıyla ve hep birden - tamam!
    bilmem ki neresiydi, neresidir vahalam.

    kral birini çağırıyor, basarak parmağını kâğıda
    bay kemik taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak
    hırçın ve kadınsal bir sesle çıkışıyor
    anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu
    bir adam sokağın alt yanını doldurdu
    kırmızı elleriyle
    masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor
    evet, sizi anlıyorum
    yani kendimi
    saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum
    ve işte bilmiyorum katil kim
    bir burgu, gene bir burguyu oyuyor
    ve karım otuzunu dolduruyor bu akşam
    saat beş, diyorum erken dönmeli eve
    kral birini çağırdı ve işte birini kovmak üzere
    gene bir yanlışlık olacak, hadi kazandı bay kemik taciri
    beni bu kemikler öldürecek, yağlı, pis hayvan kemikleri
    olanca aklığıyla, ve hep birden - tamam!
    bilmem ki neresiydim, neresiydi vahalam.

    kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak
    onu selamlıyorum, kapıyorum kapıyı ardından
    saat beş, bakınca camdan onu görüyorum
    camlarda iri bir gölge derinleşiyor, o
    kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklayabilir onu
    bay kemik taciri karşıya geçiyor başarıyla
    ben sadece paltomu giyiyorum

    akşam
    kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap
    oturmuş masaya bay kemik taciri
    karısı ve dört çocuğuyla
    duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor
    tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda
    başkaca bir şey olmuyor
    ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor.

    duvara alıştırıyorum gözlerimi - siz nesiniz duvarlar?
    hiiiç! sadece duvarız biz
    öyleyse bir yarım saat, karım da bekleyebilir
    adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz
    bir şapka gene bir şapkaya asılı
    bir palto gene bir paltoya
    bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda
    evet onu anlıyorum
    - yani kendimi -

    bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor
    bir burgu gene bir gurguyu oyuyor ayrıca
    bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan
    hey tanrım! omuzlu, güçlü, kuvvetli
    kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan.

    gece, saat on, karım otuzunda olmalı diyorum
    bir gidip bir geliyorum karanlıklarda
    çiçekler alıyorum, bitmeyen çiçeklerini gecikmelerin
    ve dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan
    aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmakti vahalam
    kral uyandı, karım iç çekiyor durmadan
    bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor
    kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım
    bir duvar resmi gibi konuşuyor
    kral?
    kral uyandı.

    saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum
    güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum
    ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum
    karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralarından
    ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar
    bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar
    karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor
    diyorum
    kim bilir
    belki de
    tamam!
    orasıydı vahalam.

    xiv

    işte bu boşluk, durmadan bizi çağırıyor
    kremler, pudralar, iç bulantıcı koular gibi
    bir kır bekçisi köpeğini sevdi
    bir çocuk delinmiş bir kovayı sürdü - nereye?
    bir kadın bağırdı bağırdı bağırdı
    tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle.

    çoğullama

    biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
    seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
    bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba
    evet, çok değil, konuşurken düzeltiyoruz
    orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
    ama biliyorsunuz ki gene de
    hepimiz, işte hepimiz
    bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

    gözler mi? tavana dikili, hayır, pencereye
    yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
    çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kap kacak ağızları
    mağralar, denizler, gökyüzleri değil de
    bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
    orman, dağ, kısacası evrenle.

    çoğullama

    biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
    biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz
    bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?
    evet çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
    sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
    bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
    kim bilir, belki de biz
    tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

    bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
    asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
    görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
    doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
    ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
    cansız
    ve gidip geliyoruz dikkatle.

    çoğullama

    biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
    boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
    bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba?
    evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
    biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
    ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
    ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.
  • "ateşten cehennem.

    umutsuzlar parkı'nı ayrı bir bölümde incelemek gerek. edip cansever, yerçekimli karanfil'den uzanan çizgi üstüne açtığı paranteze yerleştirmiş bu kitabı; gerçi burada denediği boşalım sonradan yoğunlaşarak, belirginleşerek, kurallaşarak petrol'e ve nerde antigone'ye kılavuzluk edecektir, ama bence bu parantezi kapayıp, umutsuzlar parkı'nı tragedyalar'ın öndeyişi olarak değerlendirmek daha uygun olur. bu şiirlerde edip cansever, mısradan sapmayı denemiş ama yine de mısraya bağlı görüntü dizelerine yer vermiş diyebiliriz, çünkü şiirler bütünüyle mısra tadında. "süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler"i andıran kişiler, toplum kurallarına uyarak, yani evlenerek, temiz gömlek giyerek, yıldönümlerine çiçek alarak sürdürüyorlar yalnızlıklarını. ne yapsalar suçsuzdurlar bir bakıma; çünkü yokturlar. ne yapsalar da suçludurlar bir bakıma; çünkü çağlarının sorumunu yüklenmişlerdir. dirlik düzenlik'de ipuçlarını veren suçluluk duygusu (bir de utanmak olmasa / dünyayı seviyorum demektir), umutsuzlar parkı'ndan sonra bir varoluş sorunu olarak yeniden ve sık sık ele alınacaktır:

    durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
    gücünüz yok ödemeye.

    albert camus, sisyphe efsanesi'nde şöyle diyor: "... boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük hareketler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı boşu boşuna aradığı o garip ruh hali (ni tanımlayan bir "hiç") uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir."
    edip cansever'in "bir hiçin bir ağızla durmadan kemirildiği" evreninde iğreti bir yüz ediniyor kişi, iğreti konuşmalara giriyor, içki içiyor, iskambil oynuyor ve "o kadar avunuyor ki anlaşmaya başlıyor çaresiz."

    gözlerimizi sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık."**
  • asım bezirci'den, "umutsuzlar parkında bir umutlu ile konuşma":

    "(...)
    asım bezirci: "umutsuzlar parkı"nı günümüzün çoğu mutsuz, bunaltılı, tedirgin insanının serüveni sayıyorum ben. buna kahramanı "çağdaş insan" olan bir öykü de diyebilirim.

    edip cansever: bunaltı, mutsuzluk, tedirginlik sözcükleri tek başına düşünülürse, bir eksikliği, güçsüzlüğü, yüreksizliği işaret ediyor sanki. öyle ya günümüz insanı sadece bu kavramların kölesi midir? rahatlarına düşkün insanların barınağı mıdır dünyamız? buna evet demek zor. yoksa kişinin kötülüğe, baskıya, bağnazlığa karşı duruşunu nasıl yorumlardık. demek hesapta başka şeyler de var. varlığımızın koruyucusu olmaktan vazgeçemiyoruz bir türlü. daha doğrusu bütün yönelişlerimizin, bütün çabalarımızın anlamı bu. bunaltılar, mutsuzluklar, tedirginlikler de aynı oranda artıyor. toplumun zenginliği, japon estampları gibi silik, yaşantısız, rahat insanlar sağlamıyor.
    umutsuzlar parkı'ndaki kişileri umutlarına yön arayan kişiler olarak bellemek daha doğru olur.

    asım bezirci: peki, bizim toplumumuza özgü bir yanı yok mu bu arayışın?

    edip cansever: elbette var. örneğin bizdeki bunalım ekonomik koşullarla birlikte düşünülebilir. batılı insan kendi yarattığı uygarlık içinde, duyarlığını yerleştirecek bir ortam arayabilir. biyolojik bir makine olmaktan kurtulmak onun en doğal hakkıdır. ama bizim toplumumuza gelince öyle mi? önce makineleşmenin sancısını çekiyoruz. bu, aydınlar katında daha da belli ediyor kendini. yani sıkıntımız iki katı bizim.

    asım bezirci: hitabınız "insana saygı ve güvenle" bitiyor. bundan, insanın bir gün -görece de olsa- bir mutlular parkı kuracağına inandığınız sonucu çıkarılabilir mi?

    edip cansever: dedim ya, biz kendimizi yorumlayan henüz bu yorumun sonucuna varmamış bir kuşağız. tuttuğumuz yan kendimizi iyi eleştirmek, durumumuzu tanımak, varlığımızın bilincine ulaşmaktır. şimdilik herkes kendi parkını düşlüyor. bir ehram taşı olmaktan çok, kendi ehramını kurmaya yöneliyor. gelecekteki insanın umudu da, umutsuzluğu da kendine göre olacaktır.

    asım bezirci: "umursuzlar parkı"nda sık sık geçen "penguen" sözcüğü ile neyi anlatmak istiyorsunuz?

    edip cansever: "penguen" sözcüğü daha çok birinci bölümde geçiyor. kararsız, tedirgin bir insanı, amerikan bilardosunun başında çizgilemek istedim. onun, pengueni her nişanlayışında, yerine getirilemeyen isteklerini belirttim.

    asım bezirci: "umutsuzlar parkı"nı önceki kitaplarınızdan ayıran ne? başka türlü sorayım: ne yönden aşıyor onları, ne yönden yaklaşıyor onlara?

    edip cansever: ne aşıyor, ne de yaklaşıyor aslında. aynı çizgi üzerinde "ben"i fazlalaştırmaya çalışıyor. bu, öyle sanıyorum ki ilgiler bakımından bir fazlalık. insanla olan ilgilerimi geliştirip, yoğunlaştırmaya tutuyorum belki.
    (...)"

    gül dönüyor avucumda / adam yayınları / 5.b, aralık 2000 / s.74-75
  • kadıköy kayalıkları. bir diğer adı da cansever oteli imiş. kadıköylü şairler oraya bu adı vermişler.
  • (bkz: edip cansever)'den insanın içini gıdıklayan bir şiir....

    "...
    biliyorsunuz, size geldim sadece
    kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden
    peki bu sevinmek niye?
    girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
    ve işte giyiniyordunuz yıllarca
    bir mısır, bir roma, belki de yunan elleriyle
    eski bir insandınız merdiven gıcırdıyordu
    her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
    otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
    sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
    bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
    düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
    olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
    biliyorsunuz olmazdı
    ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
    yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
    bir kumru bir kumruyu tamamlasın
    bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
    sadece bu

    bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
    nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
    yeniden yeniden yeniden
    yeniden hazırlanıyoruz
    sanki bir güzelliği ödüyoruz
    belki bir güzelliği ödüyoruz
    ..."
  • edip cansever "umutsuzlar parkı'nı yazdığım dönemde içimde hala umut vardı" demiştir bu şiiriyle ilgili olarak.
    bir insanı üzünç kemiğinden yakalayıp iliklerine kadar değiştirmeye muktedir bir şiir. ah!
  • benim için herhangi bir kısmını alıntılamanın imkansız olduğu şiir.
    bütünüyle, tek satırının bile öylesine yazılmadığını bildiğim ama nasıl bildiğimi bilmediğim.

    cansever'i okurken hep acı çekerim, en çok da bu şiiri okurken.
    mideme bir şey oturur, bir çaresizlik hissi...
    hem onun anlattığı karanlığın hissettirdiği çaresizlik, hem de hiçbir zaman onun gibi anlatamamanın.

    nasıl bir insan üstü seziştir bu? nasıl dile geliştir? nasıl bir esrime? ya da nasıl bir... ne?
    ne bu? ben hiç tanımıyorum.
    ad koyamıyorum, sadece çok acı olduğunu biliyorum. nasıl bildiğimi bilmiyorum ama...

    yaşamanın tüm belirsizliklerini, insanın nefesini kesecek kadar acıyla aktarması...
    doruğa çıkıyor sanki bu şiirde.
    şiiri doruğa çıkıyor.
    kendisi de acının doruğuna sanki...

    ne dediğimi bilmiyorum ben artık.
    ama nefes kesici. biliyorum.
  • okumaktan en çok haz aldığım şiir. özellikle 7. bap.

    hani birden gözleriniz daha berrak görmeye başlar, farkındalık hissi gelir ve etrafı sorgulamaya, eleştirmeye başlarsınız. o kadar. işte o kadar.
  • tamamı 14 bölümden oluşan şiirdir, yukarıdaki şiirin 4. bölümüdür.

    i
    "...
    biliyorsunuz parkların
    sizi çağıran tarafları
    insanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
    orada saklanıyor onlar
    çünkü her türlü saklanıyorlar orada
    bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
    dağınık mavisiyle gözlerinin
    sevgi vermez kadın uçlarıyla
    korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
    eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
    yalvaran bakışlarıyla –nasıl da sevimsiz-
    en kötüsü, belki en kötüsü
    bir duygu açlığıyla soluyarak
    parklara yerleşiyorlar, parkların
    onları çağıran köşelerine
    bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
    bacak aralarından
    çömelmiş, öyle sakin
    selamlıyorlar
    “günaydın” diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
    kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
    birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
    acılar alıp veriyor dünyadan
    dillerini gösteriyorlar, diz kapaklarını
    bir sıkıntı şiiri gibi
    sıkıntı
    işte
    tam orada duruyorlar
    ..."
  • ayrica, 1958 tarihli bir edip cansever kitabinin adidir. kitapta 14 parçalik umutsuzlar parki'ndan baska, amerikan bilardosuyla penguen(5 parça) ve çember (6 parça) adli siirler yer alir.
hesabın var mı? giriş yap