uncut gems iyi film ama büyük bir zafer değil bana göre. neden değiline gelirsek; bu tip filmleri doğal olarak kendi görmüşlüğü çevresinden okuyana göre etkisi farklı bir film. mesela bana sorarsanız uncut gems bizim mahalleden nihat abimizin filmi. bu tip üçkağıtçı, tehlikeli, sınırda karakterlere iliştirilen tanıdık manzarayla özdeşlik kurulup anlamı olumlu ya da olumsuz manada büyüyen bir film uncut gems çünkü.
ben filmdeki karakterin yaptığı hiçbir şeye şaşırmadım mesela. yaptıklarından, karakter olarak inşa ettiği, sirayet ettiği, merkezinden ya da berisinden karıştığı olaylar silsilesinin geriliminden, gelişme ve sonucundan etkilenmedim. çünkü bu adamın türkiye şubesi olarak üstüne çıkacak en az 3-5 adam tanıdım. işte nihat abi bunların atasıydı. her yanlış kararını başka bir yanlış kararla perçinleyen, bundan daha fazlasını yapamaz, artık uslanmıştır dediğiniz her durumu katmerli bir şaşkınlık senfonise çeviren adamlardandı nihat abi.
mesela ben de mahallenin okuyan, zeki, meraklı karakteri olarak bu adamların paçasına tutunup, yanlarında savrulurken beni pavyona götürürlerdi. bilenler bilir bu tipler aynı mekanlara giderler. o mekanlarda hem sevilir hem nefret edilir bu tiplerden ama esasen hep bir sempati vardır bu tiplere. çünkü bu herifler tüm arızalıklarına rağmen şiddet düşkünü tipler değildir. ama sizi her zaman bir üçkağıda getirebilirler. mesela nihat abi pavyondaki yavuklusuyla önce güzel güzel içer, sarhoşluk seviyesi arttıkça sözde kıskançlık krizlerine girer ve olay çıkarırdı gecenin sonunda. elbet tüm paraları saçtıktan sonra. çünkü öncelikle cebindeki paranın özgüveniyle girerdi mekana. parası suyunu çekene, sarhoşluk katsayısı artana kadar orada saygı göreceğini bilir bu adamlar. ama ne zaman para biter ve sarhoşluğun bastırılmış kaygıları, kompleksileri ayyuka çıkar o zaman işler değişirdi. ben mesela her an kıyamet kopacağını düşünürdüm orada. kaygılı kaygılı ne olacağını bekler, bir taraftan kendimce ortamı sakinleştirmeye çalışırdım. garsonlardan, fedaiden, sahibine kadar adamlar masaya gelir, tam ortam tatlıya bağlandı derken nihat abi son şutunu çeker, ateşi yeniden harlardı ortamda. ama mesela bir kere bile dayak yemedi oralarda. hırpalanır, dışarı atılırdı, sahibi ‘bir daha gelme lan buraya, sikerim senin gelmişini geçmişi vs’’ diye bir sürü küfür kıyametle kovardı bizimkini ama bizimki birkaç gün sonra cebinde parası ve tüm sevimliliğiyle oraya damlardı. mesela gecenin sonunda pavyondan çıkarken (bir ritüel olarak) masadaki bardakları, küllükleri, çatalları cebine koyardı nihat abi. herkes bunu bilir, kimse ses etmezdi. yolluk rakı dolu bardağı ceketinin iç cebine koyar, eline sıkıştırdığı tuzlu leblebisiyle taksiye biner, evine gitmek yerine her zaman yedekte tuttuğu ve sadece çok sıkışınca borç yazdırarak oturduğu birahaneye yollanırdı.
mesela nihat abi evliyken eşinden ayrılmanın eşiğinde, para için, borcu olduğu adamlara kendi evini soydurmaya çalışıp, komşular karısına ‘’evinize birileri girmiş hatçe’’ diye haber verdiğinde ve karısı onu arayıp ‘’nihat, birileri evimizi soyuyormuş’ dediğinde başı belaya girmesin diye o adamları ‘evimizi soyuyorlar’ diye polise ihbar edip bir taşta iki kuşu vuran adamdır. hiç hesapta olmayan bir fırsatı görüp, belki de evveliyatında o meseleye uyanmayıp aniden gelişen durumla karşısında çıkan fırsatı hiçbir ahlaki çatışma olmadan lehine çevirmeyi seven adamdır. ha adamlar yakalanıp, içeri alınınca bunlardan kendisi değil de karısının şikayetçi olmasını sağlayıp, paçayı kurtarabileceğini düşünecek kadar da aklı evveldir. adamların akrabaları buna çullanınca, karısını şikayetten vazgeçirmek için yine o tefeci adamlardan borç alarak karısına altın bilezik yapan, şikayeti geri çektirip, yine adamların kucağına kalan adamdır. tabii çözümü karısına yaptırdığı bileziği, benzeri taklit bir altın bilezikle değiştirerek bulan, bozdurduğu bileziğin parasını tefecilere ödemek yerine pavyona gidip yiyen adamdır nihat abi.
mesela bir gün beni arayıp; ‘’abicim yozgat’ta domuz avına gidiyoruz, sen de gel’ demesi günlük rutininde basit bir şeydir. ‘ne alaka nihat abi?’ diye sorduğumda muhteşem dehasıyla; ‘aga millet yozgat’ta domuz vurup tansaşlara, migroslara satıyormuş, paranın amına koyuyormuş, biz niye yapmayalım!’ diyecek kadar pragmatik bir adamdır. ben tabii gitmedim yozgat’a ama nihat abi yanına aldığı iki kafadarla o gece izmir’den yozgat’a hareket edip, orada dağları bayırları domuz vurucam diye arşınlayıp, vuracak hiçbir şey bulamayınca oradaki bir köyden evli bir kadınla izmir’ e kaçan adamıdır. kadın mı nihat abiyi ikna ediyor, bizim ki kadını bilmiyorum ama kadının ailesi bizimkinin peşine düşüyor bir süre sonra. nihat’ın umuru değil tabii tüm bunlar. kahveye gelip okey oynamaya, maceralarını anlatmaya devam ediyor normalmiş gibi. birkaç gün sonra kadın, nihat abinin iş yerinden başka bir adamla istanbul’a kaçıyor. kadının kocası nihat abiyi buluyor. haliyle herkes nihat’ı öldürecek diye beklerken gecenin sonunda kadının kocası ve nihat abi pavyonda kader yoldaşı, kalbi kırık iki bahtsı aşık gibi arkadaş oluyor. nihat abi sabah adamın cebine otobüs parasını koyup istanbul’a yolluyor. öylede cömert, diğerkamdır.
bu iki hikayenin ayrıntılarını yazmadım size. nihat abinin başına (elbet kendi eliyle) gelen her olayda dumura uğrayacağınız öyle ayrıntılar var ki; çoğuna şahit olmadan inanmaz, kurgu olduğunu düşünürsüz. ama öyle değil. mesela kendi babasını, kardeşi osman’ı kredi kartı dolandırıcılığında kullanır, hapse girer çıkar nihat abi. hele efes tombul şişeden bir bira içişi vardır ki, ben ömrü hayatımda o şişeden böyle şehvetle, şişenin ağzıyla sevişircesine bira içen birini görmedim. 3 birasının yanında yarım kilo peynir yer mesela. histerik kahkahaları, bir rivayet göre araba kazasında, diğerine göre tefeciler tarafından dövülerek kırılmış, baya yüzünün soluna yatmış garip burnu, hiç kimseye benzemeyen vücut diliyle bir abidedir nihat abi. benim de şu yaşama dair biriktirdiğim hikayelerde bambaşka bir bakış açısı kazanmamı sağlamıştır.
tüm bunları anlattım çünkü uncut gems’in ana karakterinin manzarasında bana yabancı, şaşırtıcı gelen hiçbir şey yok. o yüzden de genel anlamda insanların, karaktere, filmin finaline, ritmine duydukları heyecanı duymadım ben. ama onların bu heyecanı neden duyduğunu anlıyorum. bu adamların benzeri olan en az 3-5 adam gördüm hayatımda ki bazılarını hala görüyorum. nihayetinde filmler, kitaplar ve genel olarak tüm sanat yapıtları öncelikle bir sözleşmedir seyircisiyle. önden belirli kabul, yasa ve pratiklerle adı konmuş belirli esaslara dayalı bir anlaşmadır bu. ve genel olarak özelde seyirci,dinleyici, okuyucu olarak belirli yapıtlara duyduğumuz hayranlığın ya da nefretin temelinde hem o pratikten beslenen, aşinalık hem de yabancılık yatar. eğer yapıtla özdeşim olumlu olursa o filmler, kitaplar yücelir bizler için. olmazsa da yabancılıkla ve elbet o pratik edimin manasına dair tecrübesizlikle aramız mesafe koyarız. tabii hiç görmediği bir dünyanın keşfi de insanı hem dehşete sürükler bazen, bazen o yabancılıkla kurulmuş hayranlık dolu keşif yüceltilir ve benzersizliğinin ilk kez deneyimleniyor oluşu, yaşamında henüz buna dair bir pratik olmaması doğal olarak o yapıtı olumlu ya da olumsuz manada deneyimleyen için unutulmaz kılar. benim de bazı film,kitaplara karşı içine düştüğüm dehşet denizleri az değildir hani. insanların seyirci ya da okuyucu olarak seçimlerine tesir eden en etkin, belirleyici yasa da budur.
uncut gems esasında her şeyiyle ana şablonuyla tanıdık bir film. fakat yönetmenler ayrıntıda ölümcül belirlemeler yaparak, filmlerini ve elbet ana karakterlerini farklı kılmayı başarıyor. bunu nasıl yapıyorlar derseniz; ben yaptıkları şeyin öyle inanılma bir sihir olduğunu düşünmüyorum işte. yaptıkları şey amerikan sinemasının pratiklerini az buçuk sarsmak. mesela finalde gerçekleşen şeyin barizliğini bunca gözümüze sokup yine de buradan bir dehşet duygusu, şaşkınlık çıkarabilmekte marifetleri. işte burada birçok amerikalı sinemacıdan ayrılıyorlar. mesela üçkağıtçı arketipini merkeze alan neredeyse tüm suç filmlerinde karakterler üçkağıtçılık özellikleri bir yana başka niteliklerle de özelleştirilir amerikan sinemasında. üçkağıtçı adamlar aynı zamanda çok zekidirler mesela. ya da çok cool karakterlerdir. mesela hitabet yetenekleri çok iyidir. adeta platon’a dönüşürler konuşurken ve karşısındaki insanları kolaylıkla manipüle ederler. mesela yaptıkları üçkağıt gerçekliğin tüm sınırlarını zorlayan bir zeka ve kurgunun ürünüdür. işte uncut gems’si diğerlerinden net bir şekilde ayıran mesele bu. buradaki ana karakter o saydığımız özelliklerin hiçbirine sahip değil neredeyse. karakterin biricik özelliği hep dalavere peşinde koşması ve üçkağıtçılığı dışında onu moral, toplumsal, kişisel değerler açısından özelleştiren başka bir nitelemeye sahip değil. ama sadece bu vasfı aynı zamanda onu her şeyiyle karakter kılacak kadar çok materyal, zenginlik ve ayrıntı sunuyor seyircisine. işte yönetmenleri ve filmlerini özel kılan şey burada. birçoklarının gelişinin bariz olduğunu gördükleri finalle ilgili şaşkınlığa düştükleri hile tam da burada yatıyor ki bu da önemli ve özel bir dokunuş elbet. yani yönetmenler klasik bir amerikan usçuluğuyla kötü ya da tehdit unsuru olan adamları önüne geleni vuran, organize mafya bağlantıları olan karakterler olarak göstermiyorlar. evet adım adım tırmanan bir gerilim var fakat ana karakterin durum karşısındaki (öyle ya da böyle) sakinlik ya da pervasızlığıyla tehdit unsuru olan adamların yaratacağı gerilim, çatışma, şiddet bir şekilde bastırılıyor ve finalde normal şartlarda bu tip adamlardan beklenecek hamle izleyiciyi dehşete düşürüyor. esasında beklenen, fazlasıyla tipik ve 3. sayfa haberlerinde neredeyse sürekli gördüğümüz bir durum; ana karakterin nefis ayrıntılandırıldığı seçimlerle tüm o basitlik ve sadelik içinde unutulmaz dehşetini hazırlıyor yine tüm sadeliğiyle. işte 3. sayfa haberinden iyi bir hikaye çıkmaz diyorsanız bir daha düşünün derim.
safdie biraderlerin sinemasını son 2 filmde değerli kılan şey tam burada yatıyor anlayabilene. bilinen, binlerce kere tekrar edilmiş, tembel klişelerin arasını iyi doldurdukları bir gözlem yetenekleri var. ama yukarıda en başta belirttiğim gibi bu dokunuş bana bir zafer olarak geçmiyor. okuduğum, anladığım, yaşadığım yerden yaptıkları hiçbir şey beni şaşırtmıyor ya da dehşete düşürmüyor. filminin sevenin neden bu kadar dehşetli bir şekilde sevdiğini de, sevmeyenin de neden sevmediğini anlıyorum kendi adıma. ben gördüğüm manzaranın burnumun ucunda biten tanıdıklığı adına ortada bir yerde duruyorum. safdie biraderlerin amerikan sinemasının milyon kere tekrar edilmiş tembel klişelerinden ayrıntılarla çıkardıkları yani bir bakıma sineğin yağını süzdükleri gayretlerine şapka çıkarmakla birlikte, genel manada durduğum, baktığım yerden okuduğum manzaraya ilişen çok yeni bir şey olmadığı hususundan kelli de bir hayranlık duyamıyorum. ama elbette bu film geçen senenin en iyi 10 filmi arasındadır açık ara bana göre de.
mesela nihat abiyi en az 10 yıldır görmüyorum. şu 10 yılda biriktirdiği o kadar dehşetli hikayeleri vardır ki, değil safdie biraderler, kralı gelse bu adamın yaşamın neredeyse tüm sinirlerine dokunmuş deneyimlerinin kıyısına yaklaşamaz. işte belki de birilerinin iyi sanatçı olmasını sağlayan şeyin bedelini ya da koşullarını nihat abi gibi adamların hikayeleri hazırlıyor, çoğunluğun hem toplumsal, hem ahlaki, hem bireysel açıdan kıyısından bile geçemeyeceği bir dehşetin kucağında, günlerini alelade bir şekilde geçirerek. o yüzden uncut gems hiç kimsenin değilse bile nihat abi gibilerin filmdir bana göre.