• "gazze'de çocuklar için güvenli bir yer yok, her gün 420'den fazla çocuk öldürülüyor, bu bizi derinden sarsması gereken bir sayı" diye açıklama yayınlayan, bağlı olduğu bm'nin gazze'deki çocuklara oyuncak hamburger, oyuncak patates kızartması, oyuncak dondurma gönderdiği, direktörünün catherine m. russell olduğu, catherine m. russell'ın eşinin de ne hikmetse fon aktararak israil'e destek veren silah şirketlerini besleyen blackrock 'ın başındaki thomas e. donilon olduğu kuruluş.

    çocuklar için yardım kuruluşu, yersen.
  • 17 ağustos depremzedesiyim. depremden sonra okula birkaç ay geç başlamıştık, okul binası sağlamdı fakat ilk zamanlar çadırda ders görüyorduk. pek ders görüyor sayılmazdık aslında, yüzden fazla sayıda çocuk aynı çadırda gürültü ediyordu ve başımızdaki öğretmen sınav gözetmeni gibi bir şeydi. zaten bu okula alıştırma süreciydi. her neyse o zamandan itibaren bize her gün bi paket unicef bisküvisi vermeye başlamışlardı. o çadırı ve o içinde 6-8 tane bisküvi olan paketi hatırlıyorum çok net, üzerindeki unicef yazısını. aslında çok da gönüllü olmayan iki rehberlik öğretmeni her gün son ders tüm sınıfa hitaben sorular filan sorup rehabilitasyon-rehberlik çalışması yapıyorlardı. o da unicef bünyesinde gerçekleşen bir etkinlikti sanırım. zira bisküvilerin dağıtımı da aynı saate denk düşüyordu. zülfü livanelinin adını bilmediğim bi eseri eşliğinde oturduğumuz sıralardan el kol hareketleriyle güneşe ışık yollama dansı mıydı artık ne boksa onu yapıyorduk. ve resim. düşüncelerimizi, hislerimizi her gün bize verilen ve geri alınan pastel boyalarla kağıda aktarıyorduk. bir gün sınıftan cin fikirli bir arkadaş resim yoluyla gerçek düşüncemizi aktarma fikri attı ortaya ve hepimiz resimleri yan yana getirince "rehberlik dersi istemiyoruz" gibi bişi yazan bir sanat eseri ortaya koyduk. çocukluk işte... bunlar sanırım depremle ilgili en saçma ve en normal sayılabilecek anılarım. ve bunlar kısmen unicef'in hayatımın bir yerinde yer almışlığına dair sayılabilir. o bir paket bisküvi aslında bi çocuk için çok şey ifade ediyordu. belki benim için o kadar çok şey ifade etmedi ama yine de bir paket bisküviydi. nasıl beceriyorlardı aklım almıyor, bayatlamış oluyorlardı genelde. ama önemli olan bu değil. maddi yeterliliklerle ilgili değildir bir çocuğun bir paket bisküviye sevinmesi. ailesinin durumu ne olursa olsun her çocuk böyle abuk subuk şeylere sevinir, hediyedir çünkü. susuzluk, açlık çekmiş; nereye gideceği, nasıl bir hayat sürdüreceği belirsiz birkaç yıl geçirmiş -dile kolay, kıyameti yaşamış bir çocuk için bir paket bisküvi bile çok önemlidir. bugün açlık, susuzluk, kıyamet yaşayan çocukların büyüklerden ne kadar farklı travmatik vaziyetler içinde olduğunu bildiğimden unicef'in ne mühim şeyler yapabilecek kapasiteye sahip olduğunu da biliyorum ve bu kapasiteyi dolu dolu kullanabilmelerini umuyorum.

    bu çocuğun büyümesine de katkın olduğu için teşekkürler unicef ve ona destek veren herkese.
  • işini gerçekten düzgün yaptığına inandığım 2-3 kurumdan bir tanesi. 17 ağustos sonrası adapazarı'nda ulaşım, enerji, su ve kanalizasyon sistemleri tamamen durdu. ne olduğunu anlamaya çalışan insanların pilli radyolardan haberleri dinlemeye çalıştığını hatırlıyorum. gölcük o kadar kötü durumdaydı ki yollardaki köprüler bile çöktüğünden adapazarı civarına ulaşım dahi sağlanamıyordu. bölgeye gelen ilk kurumlardan birisidir unicef. kızılay gibi çadırımı dağıttım ben giderim de demedi. depremden sonra benim okulumun binası da diğer pek çok okul gibi ağır hasar almıştı. çoğu okul bahçelerdeki çadırlarda derslere devam ediyordu fakat benim okulumun bahçesinde oluşan devasa krater yüzünden bu da mümkün olmadı. önce gözleri önünde aileleri, komşuları ölen çocuklar depremden birkaç ay sonra başlayan okullarında da arkadaşlarının öldüğünü öğrenip tekrar tekrar şok oluyorlardı. işte o çadırlarda da unicef vardı. her gün gönüllüleriyle rehberlik dersleri verir, derslerden sonra da portakallı bisküviler dağıtırlardı. bunun gibi bir şey: http://cdn2-b.examiner.com/…772fa.jpg?itok=wtviht1w

    işte ne zaman 17 ağustos'u duysam ağızıma bu bisküvinin tadı ve unicef gelir. o bir paketlik bisküvi şu an buradaki kimse için bir şey ifade etmeyebilir. bunun bir paket bisküvi alacak paraya sahip olup olamamakla da alakası yok. bisküviyi alacak yer olmadıktan sonra para da bir işe yaramıyor zaten. ama 6 yaşında bir çocuğun yalnız olmadığının sembolü gibiydi o bisküviler. açlığı, susuzluğu yaşamış, binlerce ceset görmüş, kilometrelerce yolu yürürken bedeni olmayan kol ve bacak parçalarını görmüş 6 yaşındaki o çocuklar o bisküvinin kıymetini biliyorlardı.
  • unicef, birleşmiş milletler tarafından ikinci dünya savaşı sonrasında, 11 aralık 1946'da önce avrupa, daha sonraki yıllarda ise ortadoğu ve çin'deki çocukların acil ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulmuştur.

    1950'de örgütün görev alanı genişletilerek, dünyanın gelişmekte olan ülkelerindeki çocuk ve kadınların ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmasına karar verildi.

    yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere 60 senedir ne halt ettiği belli olmayan,yardım ettiği çocukları "dünyanın gelişmekte olan ülkeleri" 'nden seçen,dünyanın geri kalmış ülkelerindeki kendi tabirleriyle üçüncü dünya ülkelerinde ki çocukları kayıp sayan,rwanda , bosna sudan gibi katliamları,soykırımları, üöüncü dünya ülkelerindeki üçüncü türden ölümleri ve savaşları yok sayan birleşmiş milletlerin, tüm bu sayılan yerlerdeki ve çok daha fazlası ülkelerdeki çocukları yok sayan ama yinede pek bir yardım sever hediyelik eşya mağazası..sokak sinyalcisi..
  • united nations children's fund. cok tatli kartlari var, aliyosunuz cocuklara yardim ediyosunuz boylece. tabii o cocuklar biz yardim etmiyoruz diye olmuyolar acliktan, savastan. kapitalizmin komik iyi niyet gosterilerinden biri..
  • sitemin mahvettigi cocuklara yardim ediyormus gibi gorunen, gonullulerini ac ac calistirirken milyon dolarlik evlerde oturup, yuz bin dolarlik arabalara binen yoneticileri olan, sistemin oyununun icinde goz boyamaya calisan, sistemin oyun kurallariyla oynayan, onu guclendiren, o cocuklarin o hale gelmesini saglayan ve buna karsi bir sey yapmaktansa buna parayla "yardim eden", kapitalizmi guclendiren "yardim kuruluslarindan" sadece bir tanesi.

    burda calisan iyi niyetli insanlar, gonulluler gercekten o cocuklara yardim ettigini sanmakta olmasi beni cok uzmekte. o cocuklara yardim etmek icin cok daha iyi yontemler var dostlarim.

    not: bir sureligine gonullu olarak calisaniydim.
  • birçok sivil toplum kuruluşu gibi, yüz yüzecilere sahip olan kurum.

    şimdi, ben buradaki yüz yüzeci arkadaşlarla birçok kez karşı karşıya gelirim. yanıma doğru usul usul yaklaşıp ''merhaba, nasılsınız?'' derler, ben de daha önceden kendilerinin yaptığı işi uzun bir süre greenpeace'te yaptığım için terslememeye çalışır, her zaman dinler ve yaptığı işlere karşı duyduğum saygıyı dile getirir yanlarından uzaklaşırım. öğrenci olduğumdan ve stk'ların samimiyetine karşı zerre inancım olmadığından ötürü bağış da yapmam haliyle.

    bundan birkaç hafta önce, yağmurlu bir günde barbaros'tan aşağı doğru koştur koştur inerken yine buradaki arkadaşlardan biri çevirdi önümü. ben yine dinlemeye başladım yağmurun altında kendisini. sözünü bitirince de her zamanki gibi teşekkürümü edip iyi dileklerimi diledim. ancak karşıdaki hanımkızımızın tepkisi çook acayipti. konu hakkında biraz tartıştıktan sonra, bir şeyler kendisinin zoruna gitmiş olacak ki ''ya biz burda yağmur altında sırf çocuklar için fedakarlık yapıyoruz, çalışıyoruz bir kimse de bizim kadar fedakar olamıyor'' gibisinden bir şey söyledi. o an tartışmayı sürdürmek istemedim zira ıslanıyordum, yoksa sabaha kadar tartışırdım kendisiyle, hiç sorun olmazdı benim için. yürüdüm gittim yoluma.

    3-4 saat insanlarla muhabbet edip, günün sonunda 35tl+10tl ticketi cebe indirerek fedakarlık yapılmaz bi kere arkadaşım. evet yağmur altında ıslanıyorsun ama babanın hayrına da yapmıyorsun bu işi. zaten yoldan çevirip koşullarını saydığında 10 kişinin minimum 6'sının kabul edeceği bir yerde çalışıyorsun. sen olmasan da çook rahat bir şekilde döner yani orası, merak etme. he bu işi yapıp da para almayanı vardır mesela, işte odur fedakarlığı yapan. gidip arkadaşlarına ''ben unicef'te çalışıyorum, çok havalıyım ben, fedakarım, unicef haberlerini de retweet ediyorum, hem iş bilgilerime de unicef ekliyim'' diye hava atarak fedakarlık olmaz.

    bu kurumun bir de ceosu vardı sanırım, bundan birkaç gün önce bir yerde okumuştum. kendisinin yıllık kazancı 12 milyon euroymuş. o da ''sosyal sorumluluk yapıyoruz, taşın altına elimizi sokuyoruz'' diyordu mesela. ne kadar büyük fedakarlık yaptıklarından bahsediyordu. 12 milyon euro alarak, evet. çalışanları da kendisinin izinden gidiyor sanırım.
  • sokakta dolaşıp yardım toplayan "çalışanlarının" arasında çok terbiyesiz ve yüzsüz insanlar varmış, bunu gördüm dün.

    normalde bu unicef ve greenpeace elemanları benim evimin civarında çok sayıda olduğu için her gün yanlarından geçip gidiyorum, aramızda her defasında oldukça normal muhabbetler geçiyor. hatta yazın kiraz filan aldığımda eve dönerken onlara da ikram ediyordum, yanıma gelenlere filan. neyse.

    milletin büyük kısmı bunlara köpek çektiği için ve ben de gülümseyip teşekkür etmekten kimseye zarar gelmeyeceğine inandığım için bana her yanaştıklarında, "teşekkür ediyorum, şu an ilgilenmiyorum, iyi günler/iyi akşamlar," gibisinden karşılıklar veriyorum, onlar da uzatmıyorlar normalde, yollarımıza gidiyoruz.

    dün taksim'de yürürken koluna girdiğim arkadaşıma, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordum ki üstüme doğru bir unicef'çi çocuk yürüdü, ben de yanından dolaşıp (ki yanından dolaşmak zorunda kaldım, alenen üstüme yürüdü çünkü) anlattığım lafı yarıda bırakıp çocuğa, "teşekkür ederiz, sağ olun," dedim gülümseyerek ve konuşmaya tam devam edecektim ki aldığım karşılık şu oldu: "hee hee [bu hee hee kısmı "çok konuşma lan" tavrıyla ve havasıyla söylendi]... erkek arkadaşından yeni ayrıldın di mi."

    tövbe tövbeee deyip yoluma devam ettim, neticede insanlarla tartışıp kavga etmek boşa zaman kaybı.
    fakat çocuk susmadı, arkamdan saydırmaya devam etti, ne dediğini duymadım, duymak da istemedim açıkçası. bana ne. o sırada bir tane daha unicef'çi yaklaşıyordu yanımıza, ona da tüm o sinirli halime rağmen, "sağ olun, iyi günler," dediğim sırada arkadaki çocuk bağırdı: "bırak onları ya, insan değil onlar!" diye.

    sen kimsin çocuk. sokakta insanlardan iyilik yapmalarını istiyorsun, sana güler yüzle teşekkür ediyor yollarına devam ediyorlar, sen "yeni ayrılmış bu erkek arkadaşından" diyebilecek kadar büyük bir terbiyesizlik yapabiliyor, sana "yardımcı olmayan" bir kızı, olsa olsa erkek arkadaşıyla ayrılmıştır diye kafanda yaftalayıp bunu dile getirip densizlikten densizliğe koşabiliyorsun. o kadar oto-kontrolün yok, o kadar beyin aktivitelerine zarar gelmiş.

    bu nasıl bir ahlaksızlık, bu nasıl bir içi kokuşmuşluk, çürümüşlük. neyin peşindesin? hayattaki amacın ne? hayatı çok iyi anladığını mı sanıyorsun? her şeyi çözdün, her şeyin üstündesin ve geriye kalanlar birer böcek mi gözünde nedir?

    yanından gelip geçen ve yardım dilendiğin insanların bir çoğu senin suratına bile bakmıyor ve seni itip kakıp yanından geçip gidiyor. o insanlara laf etmiyorsun da, yüzüne gülücüğünü koyup sana teşekkür eden bir kıza mı sataşıyorsun? amacın ne gerçekten?

    hayatta onu ezenin kulu köpeği olup, ona iyi davranana hayvanlık yapmak ruhuna işlemiş bazılarının, aklım almıyor.
    yalnız şöyle de bir şey var, insanın içindeki huzursuzluk ve nefret ancak o kişiyi yiyip bitirir günün sonunda, umarım bunu fark eder o arkadaş da. kısfmet.
  • destekçi olduğum ve de olunması gerektiğini düşündüğüm sivil toplum örgütlerinden yalnızca biri. içtiğiniz bir biraya 10tl verebiliyorken, her ay sadece bir kez bu paranın cebinizden çıkması ve bir çocuğunun anaokulu giderlerinin karşılanması, destekçi olmak için yeter sebep. geniş de düşünmeyin, dar düşünün, bu bile yeter.
  • birkaç gündür reklam panolarında sanki sözlükçü arkadaşlara mesaj gönderdiğini düşündüğüm kuruluştur:
    "göster okula gidemeyen kızlara sevgini,
    gel bilkent odeon'a, dinle erol evgin'i!"*

    (bkz: haydi kızlar okula)
hesabın var mı? giriş yap