• çorapla uyumaya benziyor, sıcacık ama rahatsız edici.
  • üniversite okurken aile ile yaşamayı savunanları keriz olarak nitelendirenleri görünce şaşırıyorum, ne kadar empati yoksunu olduklarına.

    bir öğrencinin ailesi evladını başka bir şehirde okutmaya yetecek maddi güce sahip olmayabilir.

    bir öğrenci yaşadığı şehirdeki üniversiteyi kazanmış olabilir.

    bir öğrenci hasta olabilir, annesinin babasının içi rahat etmiyordur evladını yalnız bırakamıyorlardır.

    bir öğrenci ailesini çok seviyordur, onlardan ayrılmak istemez. herkes annesine babasına sabredemeyip, ailesiyle saçma nedenlerden kavga edecek diye bir şey yok.

    burada kendini övüp, yetmezmiş gibi sözlüğü ilan sitesi gibi kullanıp sikko tespitlerle insanlara hakaret eden insanların söylediklerini takmayınız. aile ile yaşamak gayet güzeldir. annenizin babanızın değerini geç anlayıp pişman olmayın.

    hadi iyi günler.
  • babacığım, haftalığıma istediğim cüzi bir zammı "napacaksın lan parayı, evdesin zaten yeter bu para sana" diyerek reddettiğinde üniversitede okurken aile ile yaşamanın aslında kötü bir şey olduğunu fark etmiştim. zamanında anacığım "gitme, bak burada yemeğini yapan, çamaşırını yıkayan olacak hem" diyerek beni kandırmış, babamsa "öğrenci evlerinde, yurtlarda telef olamaz benim aslan evladım" cümlesiyle tartışmaya noktayı koymuştu.

    akşam üzeri, koltuğumun altında eşşek ölüsü ağırlığında bir ders kitabıyla ağır ağır, hatta mümkün olduğunca geciktirmeye çalışarak eve doğru yürüyordum. kitap fizikokimya mıydı neydi. aslında benim bu kitapla işim yoktu, bizim bölümün dersi de değildi zaten. birkaç aydır harçlığıma yapılmayan zamdan dolayı bir tür dolandırıcıya dönüşmüştüm, bu kitabı evdekilere "ders kitabı aldım, 50 liraymış" diye yutturacak ve anamı babamı elli lira çarpıp ertesi gün kitabı ödünç aldığım arkadaşa iade edecektim.

    "şehir dışında okusaydım çok giderim olurdu :(" diyerek bu gider fazlasının en azından bir bölümünün haftalığıma zam olarak eklenmesi gerektiğine dair taleplerim reddedilmese, cebime otobüs parası ve öğlenleri birkaç lokma yemeğe ancak yetecek kadar para konmasaydı inanın ki böyle bir şey yapmazdım. paramız da yok değildi, mamafih babam serserilik etmeyeyim, içkiye karıya kıza para harcamayayım diye böyle tedbirler almıştı, ben de elimden geldiğince hayatta kalmaya uğraşıyordum işte.

    eve geldim. annem evdeydi, kitabı gösterip annemden para aldım. çok para değildi elbette ama en azından barda birkaç bira içebilirdim. anneme "ben dışarı çıkacağım" dedim. bir kere dahi sorgusuzca "güle güle" demeyen anacığım beni şaşırtmayarak "nereye?" diye sordu. "bara gidiyorum" diyemezdim, bar ve bir öğrenci adam onlara göre aynı cümle içinde geçmemesi gereken şeylerdi, annem beni konsomatrislere para yediren ya da körpe etini feleğin çemberinden geçmiş kadınlara sunan birisi zannederdi. anneme göre barlar, yetmişlerde seksenlerde çevrilen filmlerde ne gördü ise oydu, içkilere ilaç atılan, gençlerin eroine alıştırıldığı polislerin bastığı günah yuvalarıydı yani, bu konuda tartışmak imkansızdı. "arkadaşlarla buluşacağım ya" dedim, "boşver şimdi arkadaşlarını, birazdan baban gelir, ailecek yemek yeriz, sen de git odana ders çalış" dedi.

    yapabileceğim bir şey yoktu. odama gittim. kimi insanlar izahat çerçevemizin pek dışındadır, öyle ki baştan yenilgiyi kabul etmemiz bile erdem sayılabilir onlara karşı. fizikokimya kitabına biraz göz gezdirdim. odamda televizyon da yoktu, ders çalışırken gözüm kayar diye almıyorlardı. camdan dışarı baktım. ne güzel bir akşamdı oysa ki, dışarıda durmak, hani bir yere oturmak da değil, sokaklarda yürümek bile ne cazipti. okula gidiş ve okuldan geliş saatlerimi bir şekilde öğrendikleri için biraz dolanayım desem telefonlar başlıyordu, "neredesin", "nerede kaldın", "yemeğe gelmeyecek misin", "baban nerede kaldı bu diyor" gibi cümlelere defalarca arka arkaya maruz kalmak ayrı yoruyordu, arkadaşlarınla otururken telefonunun susmaması ve arayanın da sevgilin falan değil, ananın babanın olması apayrı yoruyordu. görmezden gelmeye çalışırsan bu sefer de benden bir şekilde aldıkları arkadaşlarımın numaralarını arıyorlardı, "alo, ben x in annesiyim, x orada mı, verir misin telefona". utanıyordum.

    babam geldi, hemen sofraya oturduk. basitleştirilmiş hayatım onların anlayacağı seviyede kaldığı için mesutlardı, karşılıklı yemek yiyorduk mesela şimdi, "okul nasıl" diye soruyorlardı, ben de okuldan sanki bir insanmışçasına bahsederek "iyi" diyordum. kötüydü ama iyi diyordum, kötü desem sorun ne diye soracaklardı. sorun ne bilmiyordum, zaman zaman kötü giden dersler bir sorun muydu bunu da bilmiyordum. bildiğim şey benim bir şeyi kendi kendime halledemeyecek oluşuma inanmaları ve buna beni de sonunda inandırmalarıydı. sorunu kendileri çözmek isteyeceklerdi, belki bilen birisini bulup bana özel ders aldıracaklardı matematik falan, ya da babam okula gidip hocalarla konuşacaktı. annem "sizin okulda veli toplantısı yapmıyorlar mı, yoksa sen mi bize haber vermiyorsun" demişti bir keresinde. gülüp geçerim diye düşünmüştüm önce, sonra bir baktığımda kendimi annemi böyle bir şeyin olmadığına ikna ederken bulmuştum.

    yemekten sonra biraz televizyon seyrettik ailece, salak salak güldük hatta. canım artık dışarı çıkmak da istemiyordu. "ben odama gidiyorum ders çalışacağım" dedim. bunu demesem "napıyor bu" diyerek odama baskın düzenleyebilirlerdi. odama gittim, masaya göstermelik bir iki kitap defter açtım. sonra da geçen günlerde aldığım biraları sakladığım yerden çıkararak sıcak sıcak içmeye başladım, buzdolabına koyamıyordum çünkü. hasanlar, muratlar şimdi ne yapıyordu acaba, onlar bu saatte eve gitmezdi. ortamdalardı kesin, belki nargile içiyorlardı, belki bardalardı. kızlar da vardı belki yanlarında. beni artık çağırmıyorlardı bile, bir keresinde eve alkollü gelince bizimkilerle kavga etmiştim, o günden beri davetleri reddediyordum, onlar da alışmıştı aynı cevabı almaya, bırakmışlardı beni. benim de burnumdan geliyordu zaten, eve gelince kimlerleydin, neler yaptınız, onlar aileleriyle mi kalıyorlar, nerede kalıyorlar, senin orada ne işin vardı gibi sorular aldığım zevki burnumdan getiriyordu. kavga ede ede belki alıştırabilirdim bizimkileri de o gücümü de almışlardı ki elimden benim.

    ayak sesi duyunca birayı sakladım. annem gelmişti, elinde meyve tabağı vardı. canım annem benim, oğlunu meyvesiz bırakmıyordu. bira kokusunu almadı, tabağı bıraktı gitti. elma kemirmeye başladım, bir maymunun iştahıyla her şeyi yedim. hava kararmıştı, perdeyi çektim. öğrenci evinde perde çekiliyor muydu acaba? biraya devam ettim. belki selin de dışarıdaydı. birkaç kız tanıyordum okulda, arkadaşlarla derslerden sonra bazen birlikte bir cafeye oturuyorduk kızlı erkekli grup olarak. orada kalabildiğim bir iki saat boyunca mutlu oluyordum. hasanlar muratlar benim gibi erkenden kalkmıyorlardı, bara da gidiyorlardı, konsere de gidiyorlardı. sonra evlerine de çağırabiliyorlardı kızları, kızlar onlara yemek yapıyordu mesela. bir kezinde anneme arkadaşlarımdan bahsetmeye çalışmıştım, hiç beğenmemişti bu durumu, yani kızların tanımadıkları erkeklerin evlerine gitmesini. içten içe kendisini tebrik ettiğini hissetmiştim, oğlunu başka bir şehirde öğrenci evinde yaşatmadığı için.

    cılız bir başkaldırı geldi içimden. selimler evlerine üçüncü istiyorlardı. bizimkileri ikna etme ihtimalim çok zayıftı ama olsun, sadece şansımı deneyecektim. içimden komik konuşmalar kurguladım ve güldüm, "anne, ben selimlerin evine çıkmak istiyorum, çünkü geçen gün buzdolaplarında unuttukları iki haftalık makarna konuşmaya başlamış", "baba, taşınacağım evde içerken ilk sızan bir hafta boyunca bulaşıkları yıkıyormuş". anlamazlardı, o makarna onlar için sadece iğrenilecek bir şeydi, çöpe atılması gerekiyordu, daha başka bir şey düşünemezlerdi bu konuda mesela.

    kapı açıldı. annem gelmişti, gülümsedim, "yav anne, ben diyorum ki bizim selimlerin evlerine ortak çıkabilir miyim? okula da yakın evleri, ha ne dersin?", aklıma selin gelmişti, biz sadece makarna ve yumurta yediğimizden bize acımış, mutfakta bize yemek yapıyordu. pilavın dibi tutuyordu ama kimsenin umurunda değildi, yemek tuzsuz oluyordu ama sorun etmiyorduk, biz tuz ekiyorduk, kola açıyorduk, muhabbet ediyorduk, müzik açıyorduk, yemekten sonra bira açıyorduk birer tane.

    "ne o önündeki, bira mı içiyorsun sen?" dedi annem. utanmamam gerektiğini biliyordum ama utanmayı öğrenmiştim, far görmüş tavşan gibi kalakaldım öylece, selinin yemekleri gitti annemin yemekleri geldi hemen. sinirli sinirli baktı annem, çıktı. babama bir şeyler söylediğini duydum "bizimki içerde bira içiyormuş". babam geldi bu sefer kapıya, "alkolik mi olacan lan bu yaşta, ne zıkkımlanıyorsun böyle tek başına" diye azarladı. "alkolik olacaksan dolaptaki rakıyı açayım sana, karşılıklı içelim" dedi. samimi değildi, meydan okuyordu, içeceksem bile gözünün önünde içmem gerektiğini vurguluyordu sanki. selimler, muratlar falan içer, kusardı, ben bu evdeyken, hiçbir zaman kusana kadar içmek nedir bilmeme imkan yoktu.

    sesimi çıkarmadım, babam da söylenerek kapıyı çarptı ve gitti. bira şişesine de dokunmak istemiyordum artık. bilgisayarı açtım, biraz vakit öldürdüm, utancımla bir isyan duygusu boğazlaşıyordu. mutfağa gittim. rakıyı çıkardım, odaya götürdüm. bir bardağa koyup susuz fondipledim. gözlerim yaşarmıştı. birkaç kadehi daha hızlıca yuttum. kapı açıktı, annem ve babam hayret içerisinde beni seyrediyorlardı. yokmuşlar gibi davrandım, bir kadehi daha yuvarladım. konuşmuyorlardı, "ne halt ediyorsun?" diye bile sormuyorlardı, ben de konuşmuyordum.

    önlerinde soyundum, pantolonumu gömleğimi giyindim sonra. "ben dışarı çıkıyorum" dedim. şaşkınlıkla kalakaldılar. ayakkabılarımı da giydim. annemin aklına "nereye gidiyorsun" diye sormak geldi nihayet. "seline gidiyorum" dedim sertçe. sustular babama baktım. bir şey söylemek zorunda hissetti kendini, "harçlık lazım mı oğlum" dedi, "istemez" dedim, cebimde elli liram vardı hala, param varken para istemezdim, bizimkileri dolandırmazdım da. "selin kim, kız arkadaşın falan mı" diye sordu annem bu sefer, "sen tanımazsın" diye tersledim, "bir şeyi de bilme, tanıma be" dedim, vurdum kapıyı çıktım.

    selin kim ben de tanımıyordum zaten, ama dışarılarda bir yerlerdeydi.
  • eylemi yapanın koşullarına göre değişen bir deneyimdir.

    ben de bunu yapanlardan biriyim. babam vefat edeli 15 sene oldu. annem, kız kardeşim ve ben yaşıyoruz o zamandan beri. istanbul'da bir özel üniversitede okurken kalktım tekrar öss'ye girdim. dokuz eylül'ü kazandım. baktım hayat daha ucuz. e bi öğretmen mayışıyla da ev zar zor geçiniyor. gelin yahu dedim bi ev tutalım burada. gül gibi geçinir gideriz.

    geldiler. gül gibi geçinip gittik. biraz da üniversiteye uzak bi yerde ev tuttuk. yol falan sıkıntı olsa bile eve dönünce yemek hazırdı. yaşadığımız yer de nezihti. sağolsun valide hatun da çamaşırı bulaşığı yıkar. biz de ona yardım ederiz elimizden geldiğince. yeri gelir yemeği ben yaparım, yeri gelir yer siler, temizlik yapar, cam silerim. hayat müşterek. öğrenci evinden biraz daha hallice bir hayat, daha temiz daha düzenli bir ev. daha uygun yaşam koşulları ve en önemlisi öğrenci evinde olunsa çalışılmayacak dersler aile ile yaşanırken çabuk çabuk geçiliyor, gidiyor.

    sonuç ?
    mezuniyet sonrası izmir'de yaşamaya devam şimdilik.

    genel anlamda sonuç ?
    hiç de öyle sıkıntılı bir olay değildir. yaşayın kardeşim. kaçmak için üniversite yazmayın. yeri gelir kaçarsınız gene ama kaçmak tek sebep olmamalı üniversite yazarken.

    edit: biz çekirdek ailemize daha çok bağlandık. bir de yaş ilerledikçe ailenin önemi daha iyi kavranır ya, o mesele..
  • lisede, dershanede ve üniversitede aynı otobüsü* kullandığım için canımı sıkan bir durum. bunu son senemde anladım. en sıkıcı durumsa; bavulunuz olmaz. şu yaşa kadar ne bir bavulum, ne de büyük bir çantam oldu mesela. otobüs, uçak yolculuğu da yapamazsınız. en son, üç buçuk sene önce, memlekete tatile giderken otobüse binmiştim. çekçekli bavulunu otogarda tır tır tır süren üniversitelilere çok özeniyorum. okulum da evimize çok yakın. hatta akşam eve geç kalınca, annem okulun bahçesine sopayla gelip döve döve eve getirecek diye ödüm kopuyor.
  • eve geldiğinizde yüzünü görmeye tahammül etmek zorunda kaldığınız ev arkadaşınızı değil kardeşinizi görürsünüz o an iyi ki dersiniz...
  • olm, mükemmel bi$eydir lan bu.
    hiç girmiyorum temizlik yemek bilmemneye. çıkarlarınızı dü$ünmeyin lan hep.
    olm, aile önemlidir lan. supernatural izleyin lan azcık. femili biznıs.
    ulan koskoca dean winchester a mı inanırsınız, ta$ak kokulu evlerindeki sikimsonik olayları "acayip öğrenci evi olayları" ba$lığında anlatan 3 dallamaya mı?
    sikerim hayata atılmayı. siz atlayın önden kerizler.
  • kesinlikle tercih dışı tutulması gereken bir durum eğer kişinin elinde ise. aile çok karışmıyor olsa da ebeveyn yapısı kendini bik bik konuşmaktan alamaz, sorular sorar, sallamazsınız, yine de sorarlar. en kötü yanları eve arkadaşları toplayamamak, kimseye "bu gece bana gidelim mi" gibisinden sorular yöneltememek, evin istenilen bir bölümünde sigara ya da alkol alamamak, gece müziği hayvan gibi açamamak, evde çıplak gezememek, evi gönlün elverdiğince dağıtamamak, ebeveynler ile etkileşim halinde olmak ve benzerleridir. tabi ki burda esas olan yalnız yaşama isteğinden gelir. üniversite yıllarını, gençliğin en güzel zamanlarını zehir eden durumdur. diyeceğim odur ki siz siz olun mümkünse şehir dışında okuyun.

    (seneler sonra gelen edit: üniversite bitti, iş hayatına atıldık ama hala ailemizle kalıyoruz... daha ne diyeyim.)

    (daha çok seneler sonra gelen edit: 30'u görmeden sonunda ayrı evde yaşamaya başladık. hayırlısı.)
  • o eski halinizden eser bırakmayan tercihtir. aman derim, ailenin "yanımızda okursun eve vereceğin parayı cebine koyarsın, kursa gidersin, araba alırsın hede yaparsın höde takarsın" diye devam eden marketing'ine siz siz olun kanmayın. gerekirse başka bir şekilde sefillik çekmek, her gece çocukluğunu geçirdiğin odana dönmekten kat kat iyidir.
    mazoşizme övgü demeden önce dinleyin abilerim ablalarım. lisedeki delişmen, tuttuğunu koparan, atak, biraz da isyankar modunuza farewell eylemek aslında öyle çok da ahım şahım bir şey değil, yıllar geçip de üniversiteyi bitirdiğinizde, yani ailenizin ve fakültenizin dışında da bir hayat olduğunu fark ettiğinizde eskiden sizi başarılı kılan, dik durmanızı sağlayan, fırsat ve seçenekleri önünüze seren özgüven size lazım olduğunda nasıl da yitip gittiğini görmeniz hiç de küçük bir olasılık değil. 5 sene önce bir yaz tatili içinde iki kere kendi çalışmanız ve başarınızla farklı ülkelere gidip gelebilirken okul bittiğinde yüksek lisansa başvurmak için tek başınıza ankara'ya gitmekten tırsmanız sizi şaşırtmasın. konformizm dostlarım, o rehavet insanı küçük çapta bir aristokrata çeviriyor, felç ediyor, toplumdaki gerçek yerinizi ve yapmanız gerekenleri gördüğünüzde hasiktir diyorsunuz, hasiktir.. kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş eski arkadaşlarınızla görüştüğünüzde sanki alnınızda "ben daha elektrik faturası nereye ödenir onu bilmiyorum" yazdığını hissediyorsunuz. kimsenin görmediği ama sizin içinizi kemiren bir tamamlanmamışlık hissi, hala akraba ziyaretlerine sepet gibi taşınıyor olmanın dayanılmaz hafifliği ruhunuza rutubet gibi siniyor. kurtulmak tabii ki mümkün, aklınız başınıza geldikten sonra açılmak için çaba göstermeniz gerek, şartlara uyum sağlamayı öğrenmek, derinizi kalınlaştırmak biraz zaman alıyor ama oluyor. ama durumu fark ettiğinizde yaşadığınız endişe ve aldatılmışlık hissi.. paha biçilemez. o yüzden gençler, aksi iddia edilebilir fakat ben derim ki üniversite aile yanında yaşama yeri değildir. go get a life.
  • iki bira içip eve gelindiğinde "vay başımaaa kızım ayyaş alkolik keş olmuş" diyen bir anne ilen karşılaşmaktır..
hesabın var mı? giriş yap