• isteyememektir.
    gönül iştahının kapanmasıdır.
  • "sonu gelmeyen bir üzüntü hiç kimsede acıma doğurmaz."

    l'arret de mort
  • üzüntü yarının sıkıntısından birşey eksiltmez, sadece bugünün gücünü tüketir.
    (a. j. cronin)
  • bir renk olsa sarı olurdu.
    beyaz kağıt üzerinde açık çay lekesi gibi. asla limon sarısı gibi parlak ve hareketli değil, ama sonbahar yaprakları gibi solgun. gözyaşlarından sırılsıklam olmuş bir mendil, arabanın ön camına sıçrayıp kurumuş kum taneleri gibi. ağlamaktan tıkanmış burundan alamadığım nefes, sandıktan çıkarılmış beyaz tülbent üzerindeki naftalin izi, güneşin kavurduğu çatlak toprakların kabuğu gibi. hep bir oldubittinin, bir 'geçmiş ola'nın sonundaki o hüzünlü bakış gibi. hayatın bir köşeciğinde hep var olan bir renk işte. sapsarı.
  • hani bazen evde bir odaya girersin, “ne arıyordum lan ben?” diye düşünürsün. birçok duygu böyledir: kendilerini başlatan şey yokolduğunda ya da unutulmasıma rağmen duygu kalır, hatta bazen onu başka şeylere bağlarız. üzüntü de böyledir. üzüntünün sebebini aramak zaman, emek ve tabii cesaret ister.
  • "insanı kendi üzüntüsü kadar yenilgiye uğratan başka bir şey yoktur." der edip cansever gerçekten de böyledir.
  • galiba insanın kendi için yapabileceği en özel şeylerden biri üzüntüsüyle uğraşması. verimsiz, üzerinde canlı yetişmeyen bir alan olduğu için terkedilmiş toprakları andıran bu üzüntü kurduğumuz her türden ilişkinin içinde o ya da bu şekillerde içimize yerleşmiş ve ilişki kurma becerimizi baltayabilecek ya da tek tipleştirebilecek denli şiddetli etkilere sahip olabiliyorsa, galiba yapılabilecek en doğru şey bu üzüntünün içimizdeki payını ve yerini kabul ederek ona kulak vermek. çünkü üzüntünün ruhsal coğrafyamızdaki yeri verimsiz olduğu için terkedilmiş toprakların durumundan çok daha farklı: insanın kendi ruhundan göç ederek başka bir ruha yerleşmesi gibi bir durumun imkansızlığı üzüntüden yüz çevirmeyi de imkansızlaştıran şey. nereden geldiği, nasıl olup da serpildiği, neden bu denli ısrarcı olduğunu anlamakta zorlandığımız bu üzüntü var ve kendisiyle ilgilenmemizi talep ediyor. üzüntüyü başkalarına yansıtmak, kendi acımızdaki payı başkalarına devretmeye çalışmak ya da daha fazla üzülmemek için yaşamımızdan birşeyleri feda etmek, olabildiğince görmezden gelmek... tüm bunlar üzüntü karşısında takındığımız ve ne denli işe yaradıkları şüpheli olan tavırlar.

    insanın kendi üzüntüsüyle nasıl uğraşabileceğini bilmiyorum. bunu kendi başına başarıp başaramayacağından da emin değilim çünkü yaşamımızın her anı ötekilerle kurduğumuz ilişkilerle gelişiyor ve üzüntüler yumağı da bu ilişkilerde yanlış giden şeylerin etkileri olarak ortaya çıkıyorsa galiba üzüntünün çözünüdürülmesi konusunda da tek başımıza yetersiz varlıklarız. ne yapılabileceğini bilmiyorsam da yapılması bir işe yaramayacak, hatalı diyebileceğim çözümlerden biri insanın üzülmemek için kendini dış dünyaya kapatması. ara ara pek çoğumuzun denediği ve geçici sürelerle iyileştirici etkilere sahip bu çözümün kalıcılığına inanmıyorum çünkü üzüntü eğer ki bir ilişkinin neticesi olarak ortaya çıkıyorsa, ilişkileri gözden geçirmek yerine ilişki kurmamayı tercih etmek üzüntünün yanı sıra pek çok başka duyguyu da yok edecektir.

    bir üzüntü var ve onunla ne yapabileceğimizi bilmiyoruz. kurtulmaya çalışmakta aceleci olduğumuzda geri tepiyor ve daha yakıcı bir üzüntü olarak gösteriyor kendini. basit yollara saptığımız her seferinde ruhumuzdaki yerini çok kolayca hatırlatıyor. daha fazla yayılmasın diye ilişkilerden uzaklaştığımızda da belki üzüntüyü görünmez kılıyoruz ama bu seferde yaşam karşısında sakatlanıyoruz. üzüntü insan için büyük bilinmezlerden biridir belki de; varlığındaki ısrarla, etkilerindeki şiddetle ve ondan kolayca kurtulmanın mümkün olmayışıyla anlayamadığımız ama acısını hissettiğimiz bir bilinmez.

    eğer üzüntü insanın derisi gibiyse, insani varlığımızdan soyunmadan bu üzüntüden de kurtulamıyorsak ne yapılabilir? tüm bilinmezliğiyle son derece önemli bir sorun olarak duruyor üzüntü karşımızda. atılması imkansız olan bu sevimsizlik karşısında nasıl tavır almalıyız?

    ruhsallığımızın içindeki üzüntü topraklarına geri dönmeyi denemek bir yol olabilir. madem ki kendi ruhumuzdan göç edemiyoruz ve üzüntü de yakamızdan düşmüyor, bunları kabullendikten ve bu kabullenişle yeteri kadar süre geçirdikten sonra belki de onu keşfetmeye, anlamaya çalışabiliriz. belki de ilk kez bu üzüntülerin nereden geldiğini merak etmeye başlayabilir, çözümler konusunda aceleci olmamayı göze alarak onun zaten var olan payını aktif olarak düşünmeye başlayabiliriz. son derece sevimsiz bir düşünceler silsilesi duruyor olsa da karşımızda, üzüntüye kulak veremediğimiz sürece orası ruhumuzda bir yabancı ya da bilinmezlik olarak kalmaya devam edecek ve bunun tedirgin edici etkileri de her an bizimle birlikte olacak.

    insan üzüntüsünü anlamaya çalışmakla, ona kulak vermekle gerçekten başarılı olabilir mi bilmiyorum. bu çabanın sonunda üzüntünün yerini başka bir şeyin alıp almayacağı hakkında da bir fikrim yok. üzüntülerinden tamamen kurtulmuş bir insanın varlığı fikrini ütopik buluyorum. ancak şöyle bir ihtimal var ki, belki bu çabanın sonunda üzüntüler birbirinden ayrışabilir ve üzüntü yumağı formu dağılabilir. tek bir üzüntüyle uğraşmaktansa irili ufaklı üzüntülerle uğraşmak daha yenilir yutulur bir sorun olsa gerek. nihayet üzüntü yumağını dağıtıp irili ufaklı üzüntülere ayrıştırabildiğimizde belki bu üzüntüler daha çözümlenebilir, katlanabilir olmaya başlar ve hatta bir kısmı gerçekten de kaybolabilir. oldukça uğraş isteyen ve yorucu olacağı kesin olan bu çabanın başarıya ulaşması halinde üzüntüden açılan boşluğa başka duygular girip çıkabilir ve böylece üzüntünün egemenliğinin yerini ruhsal bir çeşitlilik alabilir.
  • batida noktalarini kaybedip anlamsizlasan bir kelime daha. batidaki bir doguluda da kaybolsa keske.
    alfebe gibi olsaydi ruh hallerimiz, batiya yol aldikca noktalarla beraber duygulari da azaltabilirdik. üzüntü o zaman, anlamsiz bir kelime olarak* hayatimizdan cikip gidebilirdi.
  • tamamlanmış mutsuzluk. bu duyguya kapıldıktan sonra insanın toparlanması baya bir zamanını alıyor. içinde biriken şeyleri atmadıktan sonra, zehri dışarıya çıkarmadıktan sonra süresi de baya uzuyor. kendi kendine konuşmak bile fayda vermez bu durumlarda. insanın bağlandığı şeyleri yeniden sorgulamasını sağlar ve sadece mutsuzluk kalır gerlye. saçma sapan işlere sürükler; eski sevgiliyi aramak, arkadaşlardan medet ummak, anne baba ile konuşmaya çalışmak, dostlardan yardım beklemek gibi...

    bunların hiç birisi tam olarak çare değildir. suda yüzmek gibi, sadece bırakmak lazım kendini. o ne zaman dineceğini kendisi bilir. geçmeyen bir başağrısı gibi, sadece zehrini boşaltır. belki de onu dinlemek lazım, belki de onu anlamak lazım, tanımlayamasak da. işleri çeterfilli olduğu dönemlerde daha fazla karşımıza çıkar. yüzleşmek gerekir. yüzleştikçe daha fazla acıtır, daha fazla kanatır. derinlere inen kurşun gibi acıyı çıktığı yeri parçalayarak oluştur.

    koşmak gibidir. koştukça koşası gelir ya insanın... eninde sonunda dinecektir. sadece onun benliğinin tamamını kaplamasına izin vermek ve kanatmasına yer açmak lazım. bırak insin daha da derinlere. bırak acıtsın daha fazla. bırak öyle kalsın, daha fazla dokunma. umut etmenin ikiz kardeşi gibi, tam tersi istikamette yara açıyor. bazen derinleştikçe kapanması uzuyor, bazen yıllarca kapanmıyor. belki sadece o, sadece onun varlığı bunu dindirecek. "o" bunu anlıyor mu?
  • tamir edilmez can kırığı
hesabın var mı? giriş yap