• varoluş sancısı, okuyan, araştıran, öğrenmeye meraklı, yaşamı sadece insan üzerinden değil, tüm canlılar hatta cansız varlıkları üzerinden anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, taşı toprağı, denizi balığı, böceği çimeni merak edip düşünen, empati yapabilen, sorgulayan bünyelerde zuhur eder.
    belli bir bilinç düzeyine ulaşan, belli derecede ekonomik refaha kavuşmuş olan ve bilincini (genelde ruh yerine kullanırım) bilgi gıdası ile besleyen kimselerde bu sancı, standart donanım paketinde gelir.
    genelde bu sancı, yalnız kalındığı zaman ya da başınızı yastığa koyduğunuzda, denizin ya da bir kanyonun azametine bakarken, açık havalarda gökyüzünü ve yıldızları izlerken, bir belgesel seyrederken yalnız ve sonsuz gibi görülen bir savanın ortasında yırtıcı bir canlının diğerini avlayıp beslenirken izlediğinizde ya da insanoğlunun vahşiliğine tanık olduğunuz bir haberde, tezahür edebilir. (sartre, kafka, nietzsche, camus, beckett okuyanları saymıyorum bile) böylece varoluşa ilişkin anlam arayışı ve bilinmezlik en neşeli anınızda bile birden bire bir karabulut gibi üzerinize çökebilir, hayat enerjinizi söndürebilir, kişiyi tutup hiçliğin ortasına savurabilir.

    düşünen bir canlının kendi varoluşunun nedenini düşünmemesi zaten olası değildir. bu gayriihtiyari ancak olağan bir durumdur. insanoğlu binlerce yıldır bu sancının üstesinden gelebilmek anlamsızlığı anlamlandırabilmek için kendine gerekçeler uydurmuş durmuştur. ve bu sonsuza kadar sürecektir.
    başta söylediğim gibi kişinin varoluş sancısı çekmesi için belli ölçüde kendini gerçekleştirmiş olması, her şeyden önce kendini bir "canlı" olarak sayması "birey" olduğunun farkına varması gerekir.
    bütün bunları başaramamış kendini keşfedememiş insan günübirlik yaşam gailesi içinde, geçim gibi, anne babalık gibi, dini-kültürel motiflere beslenen aidiyetler gibi, dünyayı tanımadan, hayatı, kendi ailesi, kendi mahallesi, kendi köyü, kendi şehri, kendi siyasi ideolojisindan mürekkebse elbette böyle bir sancıyı tanımayacak çoğu zaman bunları düşünmeye fırsat dahi bulamadan göçüp gidecektir.
    çünkü hiç tanımadığın bir şeyin yoksunluğunu hissetmen mümkün değildir.
    varoluş sancısı bu nedenle belli bir bilinç düzeyine erişebilmiş kişilerde zuhur eder ancak bunu avantaja dönüştürmek pek tabii mümkündür. varoluş sancısını kişi kendisi açısından bir "gelişim" olarak değerlendirip de entelektüel bilinç düzeyinde level atlamak için aşılması gereken basamak olarak görürse bu sorunun üstesinden gelmiş olur ve bu olguyu da diğer bilgiler gibi her daim aklının bir köşesinde tutarak yaşam serüveninde yeni rotalar çizmesinde bir araç olarak olarak kullanır. mutlu mesut ve elbette bilinçli bir yaşam elde edebilir.
    aksi şekilde kişi kendini, varoluşun manasız derinliklerinde, dipsiz karanlık dehlizlerinde kaybederse bu manasızlıkla başedemez nafile ve çetrefilli bir sancının ağlarında kısacık olan yaşamı da hüzün ve ızdırap deryasında yiter gider.

    oysa yaşam öyle midir?
    yaşam kendine özgü metaforları olan, sürprizlerle dolu ve her zaman spontane takılan bir olgudur. o halde kendini bir kazığa bağlayıp sonrasında hareket alanının kısıtlandığından etrafı göremediğinden dert yanmak anlamsızdır. kişi bu sancıyı yenebilmek için alabildiğine dolu dolu yaşamalı, nefes aldığı her anın keyfini çıkarmalı, canlılık tarihinin geçmişinden geleceğine kadar her neyi deneyimledi, neyi öğrendi ise hepsine vakıf olmak gayretinde olmalıdır. işte o zaman ne sancı kalır, ne hüzün, ne de bir dert.
    ne demiş üstad nef-i hazretleri ;

    "gam çekme hakîkatde eğer ârif isen
    farz eyle ki el'ân yine âlem yoğ imiş..."

    bugüne değin varoluş ve varlık-hiçlik felsefesi üzerine oldukça fazla okuma yaptığım halde oblomov - ivan aleksandroviç gonçarov'daki kadar, varoluş sancısını adı konulmadan bu kadar basit, bu kadar net, bu kadar açık koyabilmiş bir esere rastlamadım.

    varoluş sancısı çeken olga'nın bu durumu stoltz'a anlattığı ve stoltz'un olga'ya söyledikleri sizin için geliyor;

    "- ah! prometheus'un ateşini insan böyle ödüyor işte! bu sıkıntıya katlanmakla kalmayacak, onu seveceksin; içinde doğan kuşkulara, sorulara saygı göstereceksin. bunlar hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleridir; en çok da mutluluğun en son sınırına vardığı, bayağı isteklerin sona erdiği zaman ortaya çıkarlar; sıradan bir hayat içinde doğmazlar. ihtiyaç ve dert içindeki insanlar onlarla baş edemezler. halk yığın yığın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı bilmez. fakat zamanında cevap arayanlar için bu sorular bir yük değil, tersine bir nimettir." alıntı: oblomov- türkiye iş bankası kültür yayınları, xı. baskı, syf. 581

    o halde varoluş sancısını, elbette agafya matveyevna çekecek değildi (o sadece doğum sancıları çekecekti), elbette olga çekecekti...

    edit: isimlerde yapılan yanlış yazımlar, wittgensteininkendisi rumuzlu nazik ve duyarlı yazarın uyarıları neticesinde düzeltildi.
  • kafayı yedirtir.
    gerçek ne? ben neyim? neden buradayım? bu dünya; adil bir dünya değil? suçum olmadan geldiğim bu dünyaya, neden uğradım? sorular sorular sorular.
  • bazen öyle ağır vuruyor ki bu sancı beni...
    nasıl tarif etsem;
    varoluşumun hiçbir faydası ve katkısının olmadığı şu dünyaya hiç gelmemiş olmayı diliyorum.
    bazıları ölmekten bahsediyor, hayır ben yok olmak istiyorum.çünkü biliyorum ki ölmek yalnızca benim için çözüm. beni sevenler için zulüm. bu yüzden hiç varolmamış, zihinlerde hiç yer etmemiş gibi ve evrende bir izim kalmadan silinmek ve hiçliğe karışmak istiyorum.
    edit: ve farkettim ki bu isteklerimin gerçekleşemeyecek olması varoluş sancılarımı azdırıyor. çünkü olan oldu biten bitti. dünyadan bir cossackbey geçti.
  • "her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çabalar. "

    spinoza.
  • acaba sadece varken mi olan sancı? düşünsene yok olunca da devam ediyormuş. yani sen artık yoksun ama bir zamanlar var olmuş olmanın sancısı devam ediyor. ne kırlara çıkıp varlığı güzelleyerek, ne yüksekten atlayıp varlığı öteleyerek kurtulamıyorsun bu kez. bir zaman sonra bununla da mutlu olmayı öğrenir, varlığımıza delalet sayıp alışırız muhtemelen. sancı çekiyorsak varız deriz bence kesin. düşünmek de öyle değil mi?
  • paul tillich insanın üç temel kaygısından söz eder:

    -ölüm
    -anlamsızlık
    -suçluluk ve kendini ayıplama.

    ona göre söz konusu kaygıların hepsi aslında var olmama korkusunun farklı ifadeleridir. insanın var oluşunu doğrulayamamasına sebep olan faktörlerden ölüm korkusu, ontik; anlamsızlık, tinsel; suçluluk ve kendini ayıplama ise ahlaki bağlamdaki tehditlerdir. insan bu kaygılar karşısında çoğunlukla pür kabullenme ya da pür kaçınmayı tercih etmektedir. örneğin ölüm korkusunda ya aşırı kaderci olmakta ya da ölümsüzlük hissine kapılmakta; anlamsızlıkta ya tamamen boşluk hissine boğulmakta ya da fanatikliğe düşmekte; kendini ayıplamada ise ya sadece kendini suçlamakta ya da başkaldırı ve aşırı sertliğe yönelmektedir. tillich, bu tehditlerin üstesinden gelmenin tek yolu olarak kaçınılmazlıklarıyla yüzleşme gereğinden bahsetmektedir. insan, kaçınılmazlıkları kabul edip nihai olana aktif olarak uzanmalıdır. nihai olandan kasıt ise geleneksel bağlamdaki tanrı değil, varoluşun, varlığın tamamıdır.

    tillich özünde varoluşu kaygı, cesaret ve inanç kavramları üzerinden açıklamaktadır. var olmama ihtimalinin farkına varmak kaygıyı, kaygı ise cesaret oluşturur. fakat cesaret tek başına kaygıyı yenmede yetersiz kalır. çünkü kaygı ve cesaret iki kutup olarak birbirini sürekli beslemektedir. inanç ve yüzleşme kaygıyı azaltırken, kaygıdan kaçmak ve kaygı içinde kaybolmak ise umutsuzluğu beslemektedir. tillich son tahlilde kendi ifadesi ile şunu söylemektedir:

    “birinin temel varlığının arzulara ve kaygılara rağmen doğrulanması neşeyi yaratandır”
  • kıytırık insanların kıytırık hayatlarındaki kıytırık problemleri çözecek beceriyi gösterememesi ve yaşadıkları sorunlarda paylarına düşen sorumluluğu alamaması neticesinde içinde debelenmeye mahkum oldukları kıytırık dünyalarının suçlusu ve sebebi ilan ettikleri sancıdır.

    esasen bu kavram vardır ve gerçektir; karakter olarak yatkın olduğumuz ölçüde hepimizi az ya da çok etkiler. yukarıdaki paragrafta bahsettiğim ise bu değil. eline üç kuruş para, yanına bir koca, altına bir araba versek sancısı falan kalmayacak tipler, uyduruk acılarını rasyonalize etmek ve tamamen kendi tembellik/beceriksizlikleri nedeniyle yaşadıkları günlük dertlerini çözecek zeka/gayreti göstermekten yoksun oldukları için utanmazca bu kavramı kullanmaktalar. ağzını yayarak hakkında hiçbir gerçekçi fikri olmayan bu kavramı kullanmakla her şeyin yükünü omzundan atmak varken, bununla olmayan zekasını var gibi gösterebilirken, yaşadığı her olumsuzluğun sebebini doğmuş olmasına / ebeveynlerine / çocukluk travmalarına bağlayabilirken; neden mızmızlanmayı kesip uğraşsın ki problemlerini çözmekle? nasıl olsa her salağın bir alıcısı, pohpohlayanı var.

    ben aslında onları da anlıyorum, o dakikaya kadar etraflarında bir istenc olmamış ki gerçeği söylesin, "evladım senin o varoluş sancısı sandığın şey tamamen kendi geri zekalılığın" desin. siz de beni anlayın lütfen, herkese yetişmem mümkün değil neticede. elimden geleni yapıyorum.

    sancısına sıçtığımın salakları.
  • "changing the extreme suffering of the neurotic into the normal misery of human existence."

    iste freud'a gore “basarili bir psikoterapinin” amacı.

    güler misin ağlar misin hahah.

    batı'nın önce extremely acı çeken nevrotik insan diye bir modelin doğmasına sebep olacak bir medeniyetleşmeye gidip, sonra onu fabrika ayarlarına (normal acı çeken insan) döndürmeye çalışması ne ironik.

    en güzeli bati'nin mekanik, insana sadece gelişmiş hayvan gözüyle bakan, pozitivist perspektifindense, dogu'nun -seans parası bile istemeyen- kucaklayıcı, fark ettirici ve hafifletici mistisizmine gönül vermek. özellikle de yapısal olarak “monk” bir modelsen.

    mistisizmde en azından “misery human existence”ini kabul edip sevmeyi öğretiyorlar, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi ondan ilaçla filan kurtulmaya çalışmanı değil. öylelikle sancı da kalmıyor. çünkü sancının elin kolun gibi organik, doğal, normal bir parçan olduğunu anlıyorsun.

    ilaca, bilime karşı değiliz. bilirsin, kimi sancılar ilaçla geçmez; sıcak bir su torbası, mırıldayan sıcak bir tüy yumağı, sıcak bir limonlu adaçayı ya da sıcak bir çift el, söz gerekir. mesela ben geçen fincanıma adaçayı koyup limon sıkma ve koklama gafletinde bulundum. gözyaşlarım pıt pıt akmaya başladı. başta gaflet sandım, değilmiş. annemi özlemişim, onu boşaltmam gerekiyormuş göz yaşlarımla. burda kokunun duygusal olarak hafifletici, sana el uzatan yönünü keşfettiğinde, ağlayarak iyileşmek eylemini seanslarda değil oracıkta gerçekleştirmiş oluyorsun işte. doğu ağlar, akıtır; batı susturur, önünü keser. allah korusun acıdan kederden değil ama, ağlamanın yollarını tıkamayın, iyileşirsiniz.
  • bazı arkadaşlar yaşadığı depresyon benzeri hissiyatı yazmış bu başlığa fakat bende daha farklı oluyor bu.

    sabah güneşin doğuşuna karşı bir sigara yakmış izliyordum. ve yine aklıma o malum soru düştü. neden ?

    neden buradayız ? neden hissediyoruz ? hangi amaç uğruna böyle bir şey içerisindeyiz ? nasıl oluyor da yok iken birden var olmuşuz ve böyle yaşıyoruz ? o kadar açıklanamaz ve saçma ki, bu düşünce beynime girdiğinde hasta gibi gülmekten kendimi alamıyorum.

    ne evrim ne yaratılış, hiç bir cevap beni tatmin etmiyor. normal insanlara göre bu soruya verilen cevap, benim için asıl soruyu oluşturuyor. big bang ise big-bang öncesi ne oldu ? tanrı ise tanrı öncesi ne oldu ? tanrı ebedi ise niye ebedi ?

    kendimizi zeki sanıyoruz ama gerçekten zeka insanoğlu arasında bir ölçü birimi. kozmik olayları anlayacak bir zeka kırıntımız dahi yok. çok üzücü.

    bunu düşünmeden öylece hayatıma devam ederken birden kendi beynimde kendime yukardan bakıyorum ve burada ne yaptığımı düşünüyorum.

    yaşam gerçekten muazzam bir şekilde saçma.
  • her daim yaşadığımdır.

    "insan öleceğini fark etmiyorsa, varoluşunu da yaşayamaz."

    jostein gaarder - sofie'nin dünyası

    varoluş sancısından şikayetçi değilim çünkü bir gün ikimizde olmayacağız.
hesabın var mı? giriş yap