• niye yaşıyoruz boş yaşıyoruz zaten olecegiz gibi sorulara kendini kaptırmakla karakterize felsefi bir depresyon.
  • kişiyi yalnızlığa iten ve kendini herkesten, her şeyden soyutlayan bir depresyon çeşidi. her şeyi fazla düşünmekten kaynaklanıyor. çok sorgulayıp kafa yormak her şeye ve hayatı anlamlandırmaya çalışmak kişiyi varoluşun nedenlerine, amaçlarına ve sonuçlarına götürüyor. bunu çözemeyen bireyde depresyonun bir çeşidi olan varoluşsal depresyon ortaya çıkıyor. yalnızlaştıkça körüklüyor.
  • varoluşsal depresyonda danışanlara ya da hastalara vermeye çalıştığımız en temel iki şey var: birincisi, yaşamın her zaman tutunulması gereken bir şey olduğu. size random bir şekilde gelen bir hastaya tutunacak dallar vermek değil bu ama. kendi kendisini tutundurmak. ikincisi de bununla ilişkili, her ne şart altında olursa olsun, yaşamın bütün zorluklarına insanın aslında tek başına göğüs gerdiği gerçekliğini benimsetmek. benlik saygısını ayakta tutmaya çalışarak, bazen çok zorlanarak bile olsa "evet biraz daha yaşayayım" denilebilmesini sağlamak.

    benimse varoluşsal depresyona karşı olan kişisel yönelimim, bu aralar tamamen şu şekilde: ne olacağına karar veremediğim, öylesine elimde kalmış ama değerlendirilse çok kıymetli olabilecek bir hayat var; ama şimdi ne yapacağım? ne yapmam lazım? ne yapsam daha iyi olur?

    kelin merhemi olsa kendine, gerçekten. ancak beni umutsuzluğa sürükleyen şey de gerçeklerin farkında olmak gibi geliyor. türkiye şartlarında nasıl bir işte çalışılırsa çalışılsın bir iş tatmininin olmayacağı gerçeği, her zaman doyumsuz olacağım gerçeği. ya da ne bileyim, insanları artık tanıyor olma. insanların duygusallık boyutundaki gerçekliği ile yüzleşme. bu beni sinirlendiriyor çünkü hayatım boyunca alternatiflerimin olması için uğraştım ve şartlarımı her zaman zorladım ama bugün, elimde hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum. yaşlandığım zaman bir amaç uğruna yaşlanmış olmak istiyorum, geldiğim noktada elime geçen "ben bu hayatı neden yaşadım?" sorusu olmamalı. hayatım boyunca çok sevmek çok da sevilmek istiyorum ama bu toplum çok sevmeyi ve sevilmeyi kabul edemiyor, mutlu olmayı kabul edemiyor, gülmenizi kabul edemiyor. mutluluğun yayılmacı etkisi bir insandan birkaç santim ileriye bile gidemiyor, çöküp kalıyor içerisine. çok çalışmak istiyorum ama bir şey için çalışmak istiyorum, yani kendim için, son derece motive olmuş bir şekilde bir amaç için. çoğu zaman herhangi bir şeye sıfırdan başlamayı dert etmiyorum, önemli olanın işe başlamak olduğu konusunda hiçbir problemim de yok. ama çevresel etkiler beni doğrudan etkilediği zaman yılıyorum da. aynı anda kontrol etmeye çalıştığım şeylerin sayısı arttıkça enerjim de tükeniyor: hangi şart altında olursa olsun benlik saygımı korumaya çalışmak, ailesel faktörler, maddi zorluklar, güvencesizlik. ama bir yere ayağımı kaptırırsam kurtulamayacağımın da farkında olma. içine girmeden çıkmak istediğim bir döngü ile şimdilik uzaktan uzaktan savaşıyorum. bu durumda olan insanlara neler denileceğini biliyorum mesela ama kendim zaten her şeyin farkındayım: başta da dediğim gibi yaşam zaten çok kıymetli bir şey, ben de tek başıma savaşabilecek güçteyim ama geri kalan tüm "ama"lar da buralarda bir yerlerde bekliyor işte...
  • özellikle toleransının bittiği o dönemlerde başlar. haliyle çoğu iş yolunda gitmemeye ve sorgulamanın verdiği olumsuzluk havası hayatın diğer alanlarına yayılır da yayılır. nerdeyse şaşırtıcı mutlu edici bir duruma zor rastlanır. çünkü artık olumsuz düşünme bir bakış açısı olmuştur. neye elini atsa kurutuyor derler ya veya neye niyetlense hevesi ta şurada kaldığında yine o malum girdabın içinde herkesten uzaklaşıp soyutlanır. mutluluğu hala ister ama bu algının düşmesini icap eder. artık korku doludur. şaşırtılmaya güven duymaya hiç bu kadar ihtiyaç duyulmamıştı. çok ister güzel bir gelişme olsun ve şaşırsın artık gülebilsin. çok yavandır günleri. resmen geçiştirmek için yaşar. sıkılmış bunalmışlığı ne yazık ki fazla gizleyemez. ama insandır işte dengesiz bir insan böyle düşünür çok geçmeden yeniden umut bağlar o anlamsızlığa. çaresizken anlamsızlığın bir önemi var mı ki?
  • ağzıma sıçtı
  • insanın varoluşsal yalnızlığını farketmesi ile birlikte ortaya çıkar.
  • yalnızlık , örselenmişlik yada tercihen çember dışında kalma evresinden sonra bir savunma mekanizması olarak geliştirilen bireysel farkındalık tetikliyor bu olguyu.
    önce akıl ve dualite fenomenleri yüceltiliyor akabinde septik bir zırh bürünüyor birey kendine. ve her olguya karşı düşünüyorum artı sorguluyorum öyleyse postmodern teorisyenim ben hesabı kafalarını yaşıyor .
    bilinç düzeyinde entelektüel bilinçaltında ise bir bağımlıya dönüşüyor insan.
    sorguladıkça şüphe duydukça eriyor , tükeniyor.
    elbette bu evrenin sonlarına doğru aslında sorgulamanın pek de matah bir ruh hali olmadığını seziyor ve bir dünya maneviyat içeriği ile flört ediyor. fakat kasa eski kasa, beyin ve ruh kocaman bir kavanoz acur turşusuna dönüyor neticede.

    sözün özü ; ertafımıza baktığımızda her yerde küçük tümsekler halinde dışkılara rastlayabiliyoruz. bir nevrasteni nöbetinde elimize çomağı alıp dışkıları karıştırıken burnumuza kötü kokular geldiğinde yada akıl neşteri ile diğer varlıkların orasını burasını kestiğimizde yüzümüze sıçrayan kanlara da mesafe alabilmemiz gerekmekte. yoksa ontolojik frustrasyonlar, sabahları terleyerek uyanmalar kaçınılmaz.
  • önce bana bi
    normalin tanımını yapabilirmisiniz
  • varolduğumdan beri içinde olduğumu düşündüğüm deppiressiyoonee türü
  • (bkz: weltschmerz)
hesabın var mı? giriş yap