• ergenlerin bunalım sebeplerinden en başta geleni. ahmaklıktır, beyinsizliktir.
  • "ben neden mutlu olamıyorum" yazdıktan hemen sonra "ne ara 22 oldum" diye mesaj atan kardeşimin içinde olduğunu düşündüğüm kriz. 29'u doldurmasına 1 ay kalmış beni güldürmüştür.

    ben varoluşsal krizlerimi tam aşabildiğime inanamasam da yaşamımın kendimce anlamını sezmeye başladığımı ve bir dinginliğe ulaştığımı hissediyorum. ben geç kalmış bile olabilirim; çünkü arkadaşlarım böyle şeyleri çoktan aşmış gibiler. en azından öyle görünüyorlar. yaşamın anlamı ve varoluş üzerine oturup konuşmuyoruz her gün. hatta her gün görüşemiyoruz bile.

    yaşam kaygısı, geçim kaygısı, hayatta kalma kaygısı, günü çıkarma ve yarını nasıl geçireceğini düşünme kaygısı içindeki insanların böyle krizleri yaşamak için fırsatları ve zamanları olduğunu düşünmüyorum. bunlar sosyoekonomik düzeyi daha yüksek insanların deneyimleyeceği krizler gibi geliyor bana. gerçi zenginler böyle krizleri yaşıyor gibi görünmüyorlar. bir okumak gerek neymiş ne değilmiş diye. okuyayım da bu hafta, buraya da yazarım.
  • zengin krizidir. fakir ve orta sınıfın böyle krizler için ayıracak vaktini geçtim aklına bile gelmez.
  • heidegger, varlık ve zaman'da dasein'ın sürekli olarak, kendi sahici imkanlarına, heidegger'in deyimiyle, ''en derinindeki varlık-potansiyeli''ne yabancılaşma tehdidi altında olduğu ontolojik bir durumu tasvir eder. bu yabancılaşma, dasein'ın ''düşüş'' olarak nitelemesinin sonucudur. insanın tanrı'dan ilk yabancılaşmasını çağrıştıran (ve bu arada, heidegger'in hristiyan teolojisne olan büyük borcunun da altını çizen) bir terimdir ''düşüş''. heidegger tabii ki ''onlar'ın gündelik kamusallığı.. bütün o barizliğiyle dasein'ın ortalama gündelikliğine sukunet verici bir özgüven -''evde oluş'' getirir. der. bunu daha yalın bir dile çevirecek olursak, en geniş anlamda dışarıda ''kamuyla karşı karşıyayken'' sürdürdüğümüz banal ve yüzeysel hayat, yabancılaşmış varlıklar olduğumuz bilgisini bizden gizler ve dünyada kendimizi ''evde'' hissetmemizi sağlar, demektedir heiddeger.

    ama bu his tamamıyla aldatıcıdır ve dasein'ın gerçek durumu kendini bir endişe hali içinde bulduğu zaman daha net açığa çıkar. dasein endişeliyken kendini ''unheimlich'' hisseder: bu sözcük normalde ''tedirgin'' ya da ''tekinsiz'' anlamına gelir ama düz anlamı ''eve-benzemeyen''dir. heidegger sözcüğün düz anlamına güçlü bir vurgu yaparak şöyle der: ''unheimlichkeit'' aynı zamanda evdeolmama anlamına da gelir. ''-onlar alanı-nda dasein kendisine tam bir sükunet veren bir his, ''evde'' olduğu hissi duyarken, endişe ortaya çıktığında bu his ortadan kalkar ve dasein'ın ''içeride-oluş''u ''varoluşsal evde-olmama'' tarzına girer''. dahası, unheimlichkeit ile dasein'a gündelikliği içinde damgasını vuran sükunet verici durum arasında bulunan ''evde olmama''ya ''varoluşsal-ontolojik bir bakış açısı''ndan ''daha asli bir fenomen'' olarak bakılmalıdır.

    heidegger, burada tasvir ettiği varoluşsal-ontolojik durumun, önceki insanlardan ayrı olarak sadece ''modern'' insanın tabi olduğu bir şey olarak iddia etmez. heidegger'in dasein'a damgasını vuran şeyin, ''varlığın kendisine yönelik sahici potansiyeli''nden uzağa, dünya'ya düşmek olduğu yolundaki fikri tarihsel olarak yorumlanmalıdır. bütün dasein'lar, tüm zamanlarda böylesi bir düşmüşlük sergilerler. burada ''endişe çağı'' gibi bir kavrayıştan söz edilmez.

    heidegger'in kararlılık tartışması da benzer bir biçimde ''dönüş'' motifini izler. mesela, sahiden kararlı modunda dasein ''kendine geleceksel olarak öyle bir biçimde yaklaşır ki, geri gelir'' der. ''insanın en yüksek ve en kendine ait imkanına yönelik beklenti, insanın en kendine ait ''idim''ine anlayışla geri dönmektir. keza endişe durumunda ''dasein ta en baştaki çıplak tekinsizliğine geri götürülür ve bu tekinsizlik onu büyüler'' daha genel bir düzlemde, dasein'ı dünyaya ''fırlatılmışlığı'' içinde, ''kendisinin-ilerisindeki varlık'' olarak nitelendirmesi, dasein'ın sürekli olarak en kendine ait varlık-potansiyeline geri dönmeye çalıştığı gibi bir içerimi de beraberinde getirir. ( s. 210-212-215)

    ----
    ''kriz'' denince, aklıma geldi ve yazdım.

    nietzsche'nin işaret ettiği gibi iki tür nihilizm vardır. bir yanda n'nin dünyanın hükümsüzlüğünün sunduğu fırsat olarak gördüğü şeye cevap vermeye başaramayan bir nihilizm vardır. bu nihilizm mevcut bütün değerlerin değersizleşmesini ezici ve sıkıntı verici bir şey olarak görür. boşluğa bakar, ürperir ve geri çekiliriz. krizin gerçekliğini yumuşatmaya çalışır, hiçbir şey olmamış gib,i dünya hala ekseni üzerinde dönüyormuş gibi yaparız. kısacası, pasif, estetik olmayan bir tavır alırı.

    öte yandan ise aktif, estetik bir nihilizm vardır. nietzsche bu nihilizmi modern ve postmodern varoluşa uygun bir tavır olarak salık verir. boşluktan korkuyla geri çekilmek yerine, onun üzerinde dans ederiz. kendi varlığımıza uygun bir dünya yok diye sızlanacağımız yerde bir dünya icat ederiz. doğal sınırlar tarafından engellenmeksizin kendi varoluşumuzun sanatçıları oluruz. n, nachlass'da şunları söylerken aklında bu vardır: ''nihilizmin en aşırı biçimi'', ''gerçek bir dünya'' olmadığı ve bu yüzden de her şeyin ''kökeni bizde olan perspektifsel bir görünüş'' olduğu görüşü. bu görüşü kabul edersek, yalanların zorunlu olduğunu görürüz; yalanların zorunlu olduğunu kabul edersek, kutsal -yani, yaratıcı- bir düşünce yoluna gireriz. (s.76) *

    bu ''kökeni bizde olan perspektifsel bir görünüş'' olduğu görüşü önemli. şu yy.'da arzu, tanınma temelinden hakikat üretmek, metin ile oynayarak retoriğe boğmak ve kendini ötekinden geriye dönüşle ''biricik'' yaratmak şimdinin ''kökeni bizde olan perspektifsel görüşü'' demek mümkün sanırım. ''yaratıcı'' bir düşünce de oldukça revaçta olan spiritüel eğilimlere tekabül edebilir.

    kriz için şu ana dair şöyle ufak bir evrensel meramım var: doğada, doğa ile kendinin farkına varmak gibi bir durum söz konusu iken, şehir, kendine varmanın yegane ve biricik yolunu öznelerarasılıkta kesin kılıyor. tabi bu çok kısır ve açılması gereken bir düşünce. bazen ne yazacak mecali oluyor insanın -ki yukarıdaki alıntıyı yazmak da yordu- ne düşünce dile geliyor. öyle bir an.
  • varoluşsal krizin altında yatan sebep, yaşamın anlamsızlığı veya ölümlülük bilinci değildir aslında.

    sebep, hayatta yapmaktan gerçek mânâda zevk alınan hiçbir şey yokken, gün boyunca insanoğlunun yarattığı mantıksız kurallar ve angaryalarla başbaşa bırakılmaktır.

    bir tür cost-benefit tutarsızlığıdır bu.

    çocuk yaşta başlar kriz. o sevmediğiniz dersi dinlerken. o sevmediğiniz arkadaşlarınızla o sevmediğiniz oyunları oynarken. eve geldiğinizde anne ve babanızın o sevmediğiniz tartışmalarını dinlerken başlar.

    yaş büyüdükçe problemler de büyür. olaylar gelişir, hayat daha çekilmez bir hâl alır, fakat karşılığında size hiçbir haz sunmaz. diğer insanların nasıl her gün trash tv izleyerek, oradan oraya gezip tozarak, seks yapacak birilerini arayarak, boş kariyer hedefleri için kendilerini yıpratarak, ihtiyaçları olmayan eşyalar satın alarak mutlu olabildiklerini merak edersiniz. bunların hiçbiri, bu saçma sapan dünya'da var olmak için yeteri kadar tatmin edici bir sebep olamaz çünkü.

    yaşamanızın tek nedeni, o yenemediğiniz ilkel hayatta kalma içgüdünüzün kölesi olmanızdır. uzaydan düşmüş bir robot gibi izlersiniz dünya'yı, bazen de ay'ı ve yıldızları. merak edersiniz evrenin uzak köşelerinde varoluşun daha çekilebilir kılındığı başka medeniyetlerin mümkün olup olmadığını.

    arkadaşlarınız size haftasonlarının nasıl geçtiğini heyecanla anlatırlar, dinliyormuş gibi yapıp kafa sallarsınız, sonra elinize aldığınız bir dergide eritre'de açlıktan ölen çocuklara dair bir makale görür, içtiğiniz şaraplar için kendinizi suçlu hissedersiniz.

    dünya'dan tiksinirsiniz. kendinizden tiksinirsiniz. haftasonunu hâlâ ısrarla anlatmakta olan arkadaşınızdan, akşam buluşmak isteyen sevgilinizden, aramadığınız için darılan annenizden ve babanızdan. herşeyden.

    sonra "değer mi?" sorusu yine aklınıza geliverir, ve siz, en mantıklı cevabı içten içe biliyorsunuzdur zaten. sadece itiraf etmesi zordur kendinize her sabah ve her gece.

    bomboş kalır içiniz. ne günler derman olur bu boşluğa, ne aylar ne de yıllar.
  • gözümde göklere çıkardığım insanların aslında hiç öyle yüce varlıklar olmadığını anladığımda beynimin içinde patlayıp, yavaş yavaş bütün hücrelerimi kaplayan sessiz bir çığlığın tetiklenmesini sağlayan o muhteşem belirsizliktir.

    celine gibi gecenin sonuna akışımız , piyer gibi vurdumduymazlığımız, yedigey gibi delirmemiz, martin eden gibi dibe batışımız, beşir fuad gibi kanımızla oynamamız hep bundandır.

    cogito ergo sum şiarıyla her yeni öğrendiğimiz bilginin bizi biraz daha belirsizliğe itmesi, si vis pacem para iustitiam şiarıyla erdemli olmaya çalışarak sezarın hakkını sezara, yiğidin hakkını yiğide, dedenin hakkınıysa torununa vermeye çalışmamızın bizi garip bir hüzne itmesi , erudimini qui judicatis terram şiarıyla hareket etmememizin bizi adeta birer bostan korkuluğuna çevirmesi...

    bütün bunların varlığı ve yokluğu ama özellikle yokluğu içimdeki şeytanın gece karanlığında beni ve düşüncelerimi yorganları ısırmaya teşvik etmesi...

    kafanıza kadar çektiğiniz yorganı önce ısırıp ardından korkuyla hüzün arasındaki o dengesiz ruh halinizle varlığınızı neye armağan etmek istediğinizi tekrar tekrar ve tekrar düşünmek zorunda kalmanız sizi tek bir noktaya getirecek.

    ölüm

    türkler henüz ölümü keşfedemedi demişti pamuk. yalan ! hem de külliyen yalan! bizler ölümü daha ölüm bizi fark etmeden dalga geçe geçe, eze eze, gözümüzde değerini bitire bitire keşfettik. fakat ölümü değersizleştirirken çok büyük bir şeyi de onunla birlikte öldürdük, perişan ettik, sulandırdık , rezil ettik. bizler ölümü öldürürken hayatımızı zehrettik kendimize. değerini bilemedik. boşa akıttık beynimizi, boşa akıttık öpücüklerimizi, boşa akıttık gücümüzü, irfanımızı, sevabımızı, günahımızı.

    söz bitti. artık icraat vakti artık yaşamın bedelini ödeme vakti. kaldırın ulan sancakları ! kaldırın ulan göklere kadar ! inletin meydanları " vive l'empereur!!!" diye, inletin ulan yıldızlara kadar "onurum için" diye, inletin ulan yedi kat semaya kadar derken.. bütün gerçekliğin suratına bir kartopu gibi çarpmasıyla kaçış yolunu uyku üzerine kurmak zorunda kalıp insanın kendi acizliğini günün sonunda bir kez daha hatırlaması varoluşsal krizin son aşamasıdır.
  • (bkz: krizdeyim cunku varim)

    caresi yok olmaktir.
  • keşke şu an kalkıp bir hastaneye, yani daha samimi ifadesiyle bir tımarhaneye gitsem ve 'beni buraya yatırın bundan sonraki hayatımı burada yaşayacağım' desem, keşke böyle bir tercih hakkım olsa diye düşüne düşüne, vardığım kavram. bu seviyeye kadar düşünebiliyorum. bakabildiğin yere kadar düşünürsün ancak.

    bana kalırsa insan, kendi içinde bakabildiği en derin yere kadar bakabilen ve orada bir şey görebilen varlığa deniyor. o en derinde gördüğü şeyin iyi ya da kötü olması değil varoluşsal krizin meselesi. gördüğü şey ile yaşadığı gerçeklik arasındaki uçurum ne kadar büyükse, o kadar büyük bir kriz var ortada.

    yani ben ne yazık ki, bugün derindeki düzlemde, aslında ne yaşadığıma baktığımda, şu anın içinde, tımarhanedeki birini gördüm. tamamen izole halde ve son derece katatonik bir şekilde duran, kimseye zarar vermeyen biri. sadece bundan sonra, burada duracağına, orada duracak. bir şey 'var', bari tamamen olsun. bari neyse, o olsun. ancak bu şekilde, kimseye zarar vermeyecek. kalkıp gitme arzusu gerçeklikle içsel dünya arasındaki uçurumu kapatma arzusu gibi ortaya çıkmış aslında. varoluşsal krize son vermek istemişim.

    felsefi temelli bir bilgiye dayanarak filan yazmadım. tamamen kendi deneyimimden yola çıkarak, kendi akıl yürütmem. akıl kaldıysa tabi. kimbilir, belki de küçük bir psikotik atak geçiriyorumdur. bahsettiğim deneyimin temas ettiği herhangi bir şey varsa, beni de bilgilendirin. 'şerefsizim aklıma gelmişti' der ve kendimi yalnız hissetmem belki.
hesabın var mı? giriş yap