• joachim trier'in yazıp yönettiği film, norveç'in 94. oscar ödül töreni için de adayı olarak belirlendi.

    --- spoiler ---

    norway has chosen joachim trier’s cannes 2021 competition title the worst person ın the world as its entry for the best international feature award at the 2022 oscars.

    the film was chosen by the eight-person norwegian oscar committee, ahead of eirik svensson’s betrayed and yngvild sve flikke’s ninjababy.

    renate reinsve won the best actress award in cannes for her performance as a young woman navigating the troubled waters of her love life and her struggles to find a career path.

    reinsve has also been tipped for recognition in acting categories at awards ceremonies throughout the season.

    “the journey the film has made from the main competition in cannes, with the actress award, festival participation and sales all over the world meaning that this year we believe the committee has a unique opportunity to reach all the way to an oscar for best international film,” said kjersti mo, leader of the committee and director of the norwegian film ınstitute.

    “many thanks to the norwegian oscar committee for the trust they have shown in us. we are ready to fight for a nomination. who knows where this could end up?” said trier, on behalf of the film team.

    the worst person ın the world was released on october 15 in norway, achieving 85,000 admissions in less than two weeks; with 100,000 over a similar period in france.

    --- spoiler ---
  • izlemeden önce film hakkında "erken yetişkinliğin çelişkili özlemlerine ve dürtülerine zengin katmanlı bir bakış" girizgahıyla başlayan bir yazı okumuştum. izledikten sonra ise "erken yetişkinliğini" yaşayan bir birey olarak filmdeki karakterlerle alakalı hiçbir benzerliğim bulunmasa da; hayatımda bizzat yaşadığım birkaç konuya dair şok edici benzerlikte şeylerin olduğunu gördüm.

    nitekim filmi de çok beğendim. son 20 dakikası biraz durağanlaştıysa da renate reinsve'nin coşkulu performansı, senaryonun dinamikleri ve filmin hayata dair söyledikleri sıkılmanızın önüne set çekiyor. gayet güzel kotarılmış, her türlü övgüyü hak eden bir film. akademi'nin en iyi yabancı film kategorisinde kendine yer bulacağına eminim ama umarım reinsve de kendine oyuncu kategorilerinde yer bulabilir.

    bir de ufak spoiler vereyim. sanırım pandemi sürecinin yer aldığı ilk yapımı da izlemiş oldum. filmin son sahnelerinde insanlar maske takıyordu.
  • şu an yaşadığım otuz yaş sendromlarımın filmini çekmişler. kendi hayatımı, sancılarımı, aşklarımı, heyecanlarımı, umutsuzluklarımı izledim sanki.
  • joachim trier ve eskil vogt ikilisinin çok iyi yaptığı bir şey var, insan olanın sert karnını (hayır, yumuşak değil) bilerek, oraya durmadan ve farklı biçimlerde dokunuyorlar. ama vuruyorlar, ama gıdıklıyorlar, ama yakıyorlar, ama kaşıyorlar... sonra film bitiyor, film gerçekten bitiyor, ama ben onu taşımaya devam ediyorum. dürtmeye korktuğum yerlerde artık ağrılar var. her hareketimle bana kendini hatırlatan ağrılar... varolduğunu bile bilmediğim kaslarımı hissediyorum. unutmuşum çünkü kullanmayalı uzun zaman olmuş... bu süper ikilinin yarattığı bütün filmleri izlemiş kahrolası bir melankolik olarak, bu etkiye bayılıyorum.

    verdens verste menneske (aka "dünyanın en kötü insanı"), “oslo üçleme”sinin üçüncü filmi (diğer iki film: reprise/@dolls ve oslo 31. august/@dolls). hiçbir film birbirinin devamı veya öncesi niteliğinde değil, ama sessizce birbirlerini çağırıyorlar.

    “dünyanın en kötü insanı”, prolog, 12 bölüm ve epilog’dan oluşuyor. en özet haliyle, dünyadaki yerini bulmaya çalışan julie’nin hikayesine, giriş- gelişme- sonuç akışıyla eşlik ediyoruz yani.

    julie bir sahnede diyor ki; “hiçbir şeyin sonunu getiremedim, sürekli bir şeyden diğerine atladım durdum”. sonunu getiremediği şeylerse, bize atalarımız ve toplum aracılığıyla dayatılan şeyler aslında: tek bir hayatın var ve o hayata tek bir eğitim hayatı, tek bir meslek, tek bir evlilik, tek bir aile, tek bir eş, bir veya birkaç çocuk, belki bir köpek veya kedi seç, koy. diğer ihtimalleri bir kenara bırak, seçtiklerinle devam et, sonunu görene kadar onlarla hayatını geçir... bu yolu böyle gitmeyi istememek julie’yi dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede diyor ki; “bazen yeni şarkılar dinliyorum, daha önce hiç dinlemediğim şarkılar. sonra bakıyorum, hepsi gençliğimden. o zaman dinlemediğim veya karşılaşmadığım şarkılar sadece. aslında yine eski şarkılar dinliyorum.” umutla bekleyeceği, türlü türlü hayaller kuracağı bir gelecek olmadığını kabullenince, aksel’in geçmişine dönmesi, oraya sığınması, saklanması, orayı tekrar keşfe çıkması, sadece orada yaşamak istemesi, “sanatım aracılığıyla hatırlanmak istemiyorum, hayali bir yüz olmak istemiyorum, sadece evimde yaşamak istiyorum” demesi, aksel’i dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede julie’ye diyor ki; “senin hakkında, senin bile unuttuğun şeyler biliyorum, öldüğümde hepsi yok olacak”. biraz sonra ekliyor; “ sen hayatımın aşkısın”. aksel’in çabasını görebiliyorum. julie’ye, kendisiyle ilgili önemli bir şey vermek istiyor. julie yaşadıkça bu cümleyi saklasın, böylelikle aksel de bu cümle aracılığıyla unutulmasın, yok olmasın istiyor.

    çünkü bu dünyada kendine bir yer bulabilmek, bir iz bırakabilmek, “ben de buradan geçtim” diyebilmek çabası var... bunu yapmaya çabalayan herkesin yolu başka. kimimiz aksel gibi sonunu getiriyor, kimimiz julie gibi bir yerden diğerine atlayıp duruyor. julie gibilere özenen bir sabitsevici olarak; onu deneseydim, o adımı atsaydım, o kapıyı açsaydım veya tam tersi kapatsaydım, neler olurdu?... diye her zaman merak edeceğim. dünyadaki yerimi -henüz- bulamadım, üstelik bulmak için ne aksel kadar yaşadım ne de julie kadar cesurum. peki bu beni dünyanın en kötü insanı yapar mı?
  • dün akşam kadıköy sinemasında izlediğim film.
    entry'nin devamında filmi anlatacağım için spoiler istemeyen okumasın.

    şimdi başroldeki kardeşimizle benzer durumlar içerisindeyiz. ben de 31 yaşına gelmiş, hayatına giren insanlarla benzer kavgaları etmiş, çocuk konusunda benzer ikilemlere sahip biriyim.

    hoş, türkiye'de öyle önüne gelenle yatıp kalkıp hovarda bir yaşam sürmek pek mümkün olmuyor; olsa bile kimse "sen beni üzersin" temalı konuşmalar yapan, ruhsal buhranlarımızı sineye çekecek, "senden çocuk istiyorum" diyen adam yok.* * dolayısıyla tam bir özdeşlik kurduğumu söylemek benim adıma zor. ayrıca, karakterimiz bana extrovertlikte aşmış gibi gelse de babasıyla yaşadığı değersizlik hissinin ve bu hissin getirdiği yetinme kabiliyetinden yoksun olma halinin de işaret ettiği narsizm kokusu burunlarımıza gelmedi diyemeyiz. kaldı ki film başta yazıldığı üzere bir prolog, 12 bölüm ve bir epilog'dan oluşuyordu. bölümlerden birinin adı da "narsist sirk" idi.

    benim film ile alakalı en çok sevdiğim şey, konunun gerçekten bir kadın kahramana sahip olmasıydı. kamera çekimleri bu noktada en çok dikkatimi çeken şey oldu zira kadının her sevişmesinde kameranın baktığı açı, biz kadınların aslında gördüğü açıydı. mesela eivind ile sevişirken erkeğin o esnadaki kalça hareketlerini julie'nın bakış açısından görebildik (kadınlar o sırada bazen yapacak bir şey olmayınca g.tünüze bakıp tahrik oluyor arkadaşlar*). son dönemde erkek egemen porno endüstrisi içinde "for women" diye sattıkları şeyler bile yine eril bakış açısı içeriyordu. özellikle yine o narsist sirk bölümünde kafayı bulup babasının suratına tampon atması, yüzüne adet kanını savaşçı gibi sürmesi hem olaya bir absürdlük katıyor, hem de bugüne kadar eril babanın bazen fazla müdahaleci olarak bazen de -tıpkı bu filmdeki gibi- aslında var olmayarak başımıza açtığı nanelere güzel bir protesto havası katıyordu.

    en güzel kısmı bence, kadın kahraman yapıcaz diye birtakım sjw işlerine düşülmemiş. filmden çıktığımda kadın olarak julie'ya yakın hissetsem de karakter olarak kendisinden hiç haz etmiyordum (güzelim aksel'i harcadı). keza aksel noel ropörtajında kadınlarla karşı karşıya geldiğinde iki tarafın da birbirini anlamaktan ne derece uzak olduğunu görüyoruz. keza yoga yapıcam ayağına sürekli göt meme açan instagramdaki kadınlara da hicivle biraz dokundurulmuş. kimseye yerli-yersiz sempati ya da nefret beslemek zorunda kalmadık. bence filmin en iyi kotardığı kısım burasıydı.

    tek sorun, önceki entrylerde de yazıldığı üzere son 20 dakikanın, filmin genel temposunun baya gerisine düşmesi. kanser bugünler de yine kişisel bir mesele halini almışken benim için oturup bunu düşünmek istemedim ama julie'nın hayatında önemli bir yer kaplayan bir kişinin ölümle yüzleşmek zorunda kalması, son derece önemliydi.

    burada asıl meseleme geçiyorum. ölüm dedik, kadınlık dedik. buradan sonra hâlâ okuyan varsa, özellikle bacılarıma seslenerek devam ediyorum.

    julie ile özdeşlik kurmamın sebebi, hayatı ile ilgili ne yapacağını bilemiyor olmasıydı. bunun bir karakter yanında bir kadınlık meselesi olarak sunulması ayrıca hoşuma gitti çünkü bence kadınlar olarak son dönemde ele avuca sığmaz hale gelmemizin, mutsuz ilişkilerimizin, hayattan zevk almayıp sürekli isyan etmeye meylimizin sebebi, elimizde yeni yeni elde edebildiğimiz ve bir yandan da kaybetmekten ödümüzün koptuğu bu özgürlük ile ne yapacağımızı bilemiyor olmamız. aksel ile ettiği "kendi hayatımı yaşamıyorum, seninkine dahil oluyorum" kavgasını aslında içten içe kendiyle ediyor. aksel'i sepetleyip, başka bir yere geçip yeniden başlama hevesi de bu yüzden. eğer julie ne istediği konusunda başında net bir insan olsaydı ve mevcut hayatında kendisiyle barışık olabilseydi aksel ile ilişkisi bitmeyecekti. bitmesinin asıl sebebi, elindeki özgürlüğü ile ne yapacağına bir türlü karar veremiyor olması.

    burada çocuk meselesine geliyorum çünkü çocuk, hayat demektir, devamlılığı simgeler. öleceğinin farkında olan belki de tek canlı olarak bizlerin bu travmaya karşı geliştirdiği birtakım savunmalar var, bence günümüzde çocuk yapmayı hâlâ rasyonalize ediyor olmamızın sebebi de tam olarak bu. julie'ya gelirsek kendisi işe yarar bir şeyler yapmanın derdinde. normalde kadına annelik rolü biçilir; aslında bu sizi bir ömür ayakta tutmaya yetecek ve "bir şeyler yapıyorum" hissiyatını yaşatacak, gerekli motivasyonu verecek, ulaşabileceğiniz en kolay araçtır.

    julie ise ben ve diğer "modern" kadınlar gibi bu kolaycılığın onun kimliğini sömürmesinden korkuyor ki haksız değil. çocuk, aslında hayatı devam ettirmeye çalışırken kendinizden vererek bedel ödemek zorunda olduğunuz bir mefhum. bir nevi şeytana ruhunu satmak gibi, bir bedel ödüyorsunuz. düğünde yapılan bebek maması muhabbeti de tam olarak bu noktaya temas ediyordu. julie'nın da kaçmaya çalıştığı şey tam olarak bu. ama işin ucunda bu dünyada kendiyle tatmin olmadan, aksel'in korktuğu gibi bir "iz" bırakıp gitmiş olmadan ölüp gitmek var. çocuk doğurup hayata anlam katmak ve ölümden kaçmak kolay gibi görünüyor ama kendinizden ödün vermeniz gerek.
    kendinden ödün vermeden hayata farklı anlamlar katmaya çalışıp kendini keşfetmek zor çünkü kadınlar kendi bireylikleriyle ilk kez yüzleşiyorlar. zira deneyim aktarımı yok.

    işte işe yaramak-hayatın anlamı-kişiliği oturtma-kadın olma-ölüm gibi temalar, akıcı ve eğlenceli bir uslüp ile çok güzel aktarılmış.

    yine eşşek kadar yazdım ama buraya kadar okuyan varsa sevgiler. filmi ayrıca tartışmak isterim. *

    edit: kadınlık pratikleri üzerinden kendi açımdan önemli bulduğum başka bir yazıya da buradan referans vermek istedim: #137427925. bence 3. dünya ülkesinde yaşayan kadınlar olarak kadın olma pratiğinde işin bir de bu yüzü var. sevgiler.*
  • 31 yaşına gelmiş ve ne işte ne de aşkta aradığını henüz bulamayan bir kadın olarak çok etkilendiğim bir film oldu. hem eğlenceli hem de dokunaklı bir filmdi. sevmeyi sevilmeyi ne kadar özlediğimi hissettirdi. her kadının içinde bir julie var ama onun kadar özgür yaşamak maalesef bu ülkede mümkün görünmüyor.
  • resmen yumuşak karnıma vurdu. hiç beklemediğim bir anda fena etkilendim filmden. trier'e ufak bir miktar önyargılıydım nedense, tüm önyargımı parçaladı. üzerine, bu aralar yine sinemanın büyüsü denen şeye inancımı yitirmiştim. bazen öyle oluyor. sonra böyle bir film çıkıyor ve birkaç hokus pokusla aklınızı alıp büyü diye bir şey varmış, dedirtiyor.
  • dancasi verdens værste menneske olan cumle. filmi izlemedim sadece sol frame'de danca bir baslik gorunce ilgimi cekti. ana dilim olur sonucta.

    neyse danca konusan norvecliler o kadar cok imla hatasi yapiyormuslar ki, en sonunda "bari bu ozgun bir dilmis gibi davranalim kimse cakmaz" diyip norsk diye bir dil uydurmuslar. en gevezesi gunde 8-10 cumle kullanan, onu da yanlis kullanan bu egitilemesi imkansiz primitiv hanzolar, konustuklari bozuk danca'yi iyice bozmuslar. zaten bir kere alismislar artik gotten dil uydurmaya, dururlar mi? konustuklari dilimsi seye bu sefer de nynorsk demeye baslamislar. petrol bulup ac karinlarini doyurabilmeye baslayinca iclerinde biraz egitim gormus olanlar edebiyat islerine merak salmis. haliyle biraz daha ozenli yazip cizmeye baslamislar. bu ozenli(!) dilin adi da bokmål olmus. peki norvec edebiyatini tavsiye eder miyim? valla adi ustunde iste. bokmål. ona gore seyapin.
  • frances ha'yı izleyip beğendiniz mi?
    bir de bunu izleyin de görün ebenizinkini...

    atilla dorsay olsaydım bu film için hazırladığım köşe yazısını gazeteye böyle gönderir, böyle yayınlanması için de baskı yapardım.

    niye ebemizinkini görüyoruz?
    çünkü hayatımız içine düştüğümüz bir bok çukuru. bizler de bu çukurda debelenip kurtulmaya çalışıyoruz. kurtuluş ölümde. yaşamak da kurtuluşa erene kadarki debelenmelerimiz demek.

    bu noktada çıkışı bulana kadar her yolu denemek mübah değil mi? kendimize bir kurtuluş yolu seçmişsek bunu deneyip tatmin olmadığımızda yolumuzu değiştiremez miyiz?
    yola "sadık" kalmamak, çaresizce çırpınmak bizi kötü biri mi yapar?

    tüm film boyunca içinde bulunduğumuz bok çukurunu düşündüm. bok çukuru üzerine bir sürü güzel an izletti film. insanın kendini "alive" hissettiği bir sürü güzel an...
    sonra bu anları yaşamak için ne kadar çırpındığımızı, bu uğurda neleri feda ettiğimizi, neleri göze aldığımızı fark ettirdi. hepsi ölüp gidene kadar birbirinden "hoş" çırpınışlar.

    standart akışlı bir film olarak değil de, farklı sekanslarda geçen olaylar olarak anlatması başta kolaya kaçmış gibi gösteriyor yönetmeni; en azından teknik olarak. ama şekille uğraşmayıp anlatımını güçlendirmesi açısından en isabetli yol olmuş.
    hayat da böyle değil mi zaten, peşi sıra olan bir dizi olaydan ziyade bölük pörçük yaşadığımız önemli anlar. gerisi filler...
  • joachim trier'in bu hafta gösterime giren son filmi. reprise ve oslo 31 august'la başlayan oslo üçlemesinin de son filmi aynı zamanda.

    bu yıl izlediğim en iyi filmlerden biri olabilir. renate reinsve de muhteşem ve doğal oyunculuğu ile cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. bence film çok daha fazla ödülü hak ediyordu. film, norveç'in bu yılki oscar adayı aynı zamanda. oradan ödülle dönse ne güzel olur. bekleyip göreceğiz artık.

    joachim trier genç bir kadının hislerini, yaşadıklarını, kararsızlıklarını öyle ince ince işlemiş ki içiniz hep buruk izliyorsunuz film boyunca. julie üzerinden hep daha iyisine ulaşmaya çalışan, mutlu olmayan doyumsuz modern insanı eleştirmiş aslında.

    karikatürist aksel de yönetmenin karaktere bürünmüş haliydi. 90'ları görmüş her birey filmi izleyince geçmişe dönüp özlem duyacaktır yine. yogacı sevgili üzerinden yapılan sosyal medya, gösteriş meraklılığı, ilgi budalılığı, popüler aktivistlik, sjw'lik vs eleştirileri de çok yerinde. yeni dönemle birlikte değişen hayatlar, insanlar hepimizin sorunu aslında.

    hassas ve zeki insanlar için hayat her zamankinden daha da zor artık. mutlaka izleyin.
hesabın var mı? giriş yap