• her izlediğimde "bu kadar suyun içerisinde bu insanlar nasıl bu kadar kirli olabiliyor" sorusunu aklıma getiriyor. la arkadaş bi elini yüzünü yıka, bi su çarp en azından. iyi film yine de. bir şekilde kendini izlettiriyor.ahan da yine izledim mesela.
  • filmi bir kez görmüş herkes "yaa bir sürü yerinde kara gözüküyordu arkada yelkenliler vardı, çok kötü bir filmdi, zaten zarar etti." diyip durdu. (filmin sadece gişeden elde ettiği kar 85 milyon dolardır) ben dört ya da beş kez izledim. denilenlerin hiç birini görmedim. "kör müyüm lan ben?" dedim, girdim internete baktım. tek bir yerinde kara şöyle bir gözükmüş bir iki devam hatası varmış. ee? bence mad max 1 ve beyond the thunderdome'dan daha başarılı bir filmdir. dennis hopper harika bir villain, mariner karakteri gördüğüm en başarılı post apocalyptic tiplemedir.
  • öncelikle şunu söyleyeyim bu filmi seven tek kişi siz değilsiniz. filmi açık açık aşağılayanların önemli bir bölümünün de bu filmi sevdiğini söyleyebilirim. bunun nedeni açık, film; eğlenceli, akıcı ve güzel.

    peki niye pek çok kişi filmin kötü olduğunu söylüyor? bunun sebebi zamanında yayılan bir haber. filmin maddi beklentileri karşılayamadığı ve yapımcılarından olan kevin costner'ın çok büyük zarar ettiği iddiasıdır. halbuki 175,000,000 dolara mal olan film, dünya çapında sadece gişeden 264,218,220 dolar kazanmıştır.* kaldı ki film tam tersine zarar etmiş olsaydı bile bundan biz izleyicilere ne?! bunun derdi yapımcılara aittir, bize değil. ha gerçi söyle bir durum var filmin

    - zarar etmesinin nedeni zaten yeterince seyirci çekememesi değil mi?
    - tamam da ortalama sinema izleyicisi mi karar veriyor neyin iyi neyin kötü olduğuna? ben gider izlerim filmi beğenirsem beğendiğimi söylerim, beğemesem de beğenmediğimi! bundan kime ne?

    tamam başyapıt değildir ama izlenebilecek derecede iyi ve komik bir filmdir. imdb'de oy verenlerin her dediğine inanmamak lazım.

    (bkz: distopik filmler)
  • babaların ne zaman rastlasa izlediği filmdir.
  • --- spoiler ---

    türkçesiyle "su dünyası", 1995 abd yapımı kıyamet sonrası (post-apokaliptik) tarzdaki bilimkurgu-aksiyon-macera filmi. filmin yönetmeni kevin reynolds olup, senaryo peter rader ve david twohy tarafından beraberce yazılmıştır. film, rader'ın 1986'da yazdığı özgün senaryoya dayanır ve aynı zamanda filmin yapımcısı olan kevin costner yapımda başroldedir. diğer önemli oyuncular ise dennis hopper, jeanne tripplehorn, tina majorino ve michael jeter'dir. film, uzak gelecekte geçmektedir. kesin bir zaman verilmemesine karşın, senaryonun 2500'lü yıllarda geçtiği tahmin edilmektedir. senaryoya göre, kutup buz takkeleri tamamen erimiş ve deniz düzeyi yüzlerce metre yükselerek neredeyse bütün karaları su altında bırakmıştır. senaryo, adsız ve trimaranıyla dünyayı gezen olumsuz bir kahramanın, avare "denizci"nin (costner) etrafında dönmektedir. su dünyası, uluslararası gişelerde orta derecede başarılı olmasına rağmen, genelde olumsuz eleştirilere maruz kalmıştır. ayrıca film için büyük borçlara giren costner, bu film ve the postman faciasından sonra ekonomik olarak bir türlü toparlanamamış, ayrıca aktörlüğü de sıklıkla eleştiri konusu yapılmıştır. bu genel kanıya karşın, filmi çok seven sadık bir hayran kitlesi de vardır ve bu nedenle filme kült film olarak yaklaşan kişiler de bulunmaktadır. zira filmde evrim olgusu, insanların zaman içerisinde suda yaşamaları nedeniyle yüzgeç sahibi olmalarıyla işlenmiştir. filmde jeanne tripplehorn'un güzelliği de dikkat çekicidir. ayrıca alay konusu olmasına karşın, en iyi ses dalında filmin bir oscar adaylığı da bulunmaktadır. son olarak, filmin imdb.com puanı 6,1/10'dur.

    konusu
    dünyanın sular altında kaldığı bir gelecekte, insan ırkı hayatta kalma mücadelesini köhne sandallarda ve geçici, yerleşik olmayan şehirlerde sürdürmektedir. sadece birkaç insan ısrarla “dryland” adı verilen efsanevi bir bölgede yaşamayı sürdürmektedir. bu gizemli bölgenin nerede olduğunu arayan şeytani deacon (dennis hopper), genç enola (tina majorino) ve annesi helen’ın (jeanne tripplehorn) yaşadığı şehre saldırır. onları kurtarabilecek tek kişi ise denizci'dir (kevin costner).

    imdb.com - http://www.imdb.com/title/tt0114898/

    wikipedia - https://en.wikipedia.org/wiki/waterworld

    vikipedi - https://tr.wikipedia.org/wiki/su_dünyası

    trailer - https://www.youtube.com/watch?v=npkbulrb9z8

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    filmin sonunda ulaşılan kara parçası everest'tir.**
    --- spoiler ---
  • kevin costner 'ın belki de en sağlam filmlerinden biri, ortama, manzaraya, hem su altında hem üstünde görselliğe, sonunda çıkılan kuru toprağa / adaya cuk oturan bir hikaye ve göndermeler.. bu filmde daldım gittim uzaklara, kayboldum, kendimden koptum yer yer. evvela bir uyarı yapayım entirim bol bol spoyler içerecek, izlemediyseniz filmi, seyirden önce son bir kez araştırma yapmak maksadıyla nete daldığınızda şu an bu satırlarla karşılaşmışsanız, rica ederim entirimi okumayı kesiniz. film zevkinizi piç etmek istemiyorum.

    özellikle son zamanda, son 6 ayda belki de, ütopya ve distopya konusuna kimi zaman mecburen kimi zaman isteyerek eğildiğimden, mutlu gelecek tasarıları, caesar 'ın bellum civile'de dediği gibi homines id quod volunt credunt yani tümüyle , inanmak istediklerine inandıkları o kurguların en temel çıkış noktasına kuru toprağa duyulan özlemi (aslında bu özlem içinde bir çelişkiyi barındırır. zira terra kavramına bu denli yabancı bir neslin, insanlık aleminin, fazla bir şey bilmedikleri atalarının yaşamlarını sürdürdükleri gibi zemine duydukları özlem, hatta bir cennet tasarımı bana çelişkili gibi geldi.) yerleştirmeleri dikkat çekici. yüzyıllar önce buzların erimesiyle, yalnızca güçlü olabilen ve ayakta kalabilenlerin yaşamlarını sürdürebildiği su üstünde bir dünyanın vatandaşlarının yaşamaları vice versa bir biçimde, yani insanlık tarihinin iki karşıt uç noktasının -bir doğal afet sonucunda- birbirine geçmesiyle, sürüyor. ne kadar ilginç daha ilk sahnede su içebilmek için, çişten içilebilir su üreten ufak çaplı teknoloji harikasından yararlanan kahramanımızın zihin yapısı, insanlığın binlerce yıllık serüveninin her durağından esintileri barındırıyor içinde. aslında bu yaşama biçimi birçok şeyi değiştirse de, jeanne tripplehorn 'un canlandırdığı helen 'in de dediği gibi; elleriyle, ayaklarıyla su üzerinde yaşaması için yaratılmamış olan insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde değişmeyen şeylerden en temeli hiçbir şeyin bedava olmamasıdır. ya da insanları yaşatan temel olgu, ne olursa olsun belli güçler tarafından henüz yok edilmemiş olmalarıdır.

    bizim şu an canlı şahidi ve örneği olduğumuz insanın gelecekte ilkelliğe doğuşunun şöyle de bir manası söz konusu yok değil; bir kere doğanın dengesini onulmaz bir şekile bozan, marinerimizin de dediği gibi, çok konuşmaktan dünyanın sesini duyamaz hale gelen insanın onca gelişmişliğe rağmen düştüğü konum yine ilkellikten başka bir şey olamadı. hatta daha kötüsü; bir amphora toprak parçası çok değerli bu insanlar için ya da küçük tabernada saf su içmek ücrete tabi. ya da bir saksıda domates yetiştirmek mühim bir lüks. hatta aralarında en şansızları, denizin ortasında (aslında her yer su olunca, deniz kavramı da ortadan kalkıyor haliyle. ="yaşadığımız yer, dünya" demeliyiz sanırım= habitat) uzun süre kadın eli değmemişliğin, insan sesi duymamışlığın verdiği çöküntüyle en değerli malı olan, birkaç yüzyıl öncesinden, yani medeniyetten, bizim dünyamızdan kalmış bir parça kağıdını helen'le yarım saat takılabilmek için gözden çıkarabiliyor.

    çok net olan film boyunca, son zamanlarda da her anahaberde bolca işlendiği gibi, dünyanın bir küresel ısınma tehlikesi ve çöplüğe dönme riski işleniyor. bir küp toprağa muhtaç olacağınız günler yakındır denirken, günümüzün 'dünyanın sesini kaybetmiş' ve en nihayetinde kendi sesini de yitirmiş insanlarına bolca mesaj veriyor ama üstü kapalı, ama üstü açık.

    filmde bir şey daha dikkatimi çekmeseydi olmazdı; bir kere mariner aslında bir mutant, yani artık insanlıktan çıkmış durumda, hatta kulaklarının arkasında solungaçları bile çıkmış, ayak parmakları kapanmış neredeyse, yani insanlıktan tümüyle çıkmış. batı felsefesini, düşün dünyasını, çok etkilemiş olan prometheus ve haliyle pandora hikayesi yunan'dan çıkıp, bizlere bu filmde bazı imgelere dönüşerek sırıtmıyor değil. düşünebiliyor musunuz, insan'ın insan olması için tıpkı helen'in dediği gibi, vücuduna ve ruhuna uygun bir yaşama'yı gerçekleştirebileceği suni olmayah, doğal bir toprağa, kara parçasına ihtiyaç vardır. insan toprak için yaratılmıştır, toprakla ilgisi kesildiğinde insanlıktan çıkar, evrim tersine işler, tekrar suya dönerek balıklaşır. insanın insan olması için yunan'da iki temel ölçüt vardı. birincisi hesiodos'un theogonia ve erga kai hemerai 'da üzerinde durduğu, prometheus'un tanrılardan çalarak insan olma yolunda ilerleyen varlıklara verdiği; ateş. ikincisi yine o insanın tümüyle insan olabilmesi için, zıddına kavuşması gerekiyordu ya, o halde tümüyle maskulen bir topluma kadın yani dişi öğe gönderilmeliydi. yani insanın insanlaşması için ikinci öğemiz de kadın oluyordu. ateş ve kadın. dikkat ederseniz, mariner'in yaşamında bu iki kavrama da yer yok. tabi zorlama bir öykündürmeden muzdarip değilim şu an, baktığım zaman görebiliyorum. ateş için temel şey kuruluktur, oysa yaşamı su olmuş hatta hafif balığa dönüşmüş, su altında istediği kadar durabilen mariner için insanlaşmanın tek yolu; kuru toprak ve kadındı. bir şekilde, sancılı bir süreçten sonra kadına kavuştu, ilk başta ne kadını ne de çocuğu kabullenebildi. öyle ki yoluna devam edebilmesi için çocuğu denize atıp ondan kurtulmayı bile düşündü. ya da helen tümüyle kendini ona teslim ettiğinde, onu çekici bulmayıp reddedebildi. çünkü insanlaşma süreci tam gerçekleşmemiş, ya da evrimi tersten yaşayan bir ırkın temsilcisi olarak, kendi deyimiyle dünyanın sesiyle kedersiz yaşayıp gidiyordu. tıpkı altın çağ insanları gibi, onlar da eğer kadınla karşılaşmasalardı, ateş tanrılardan çalınıp onlara verilmeseydi, mutlu mesut yaşayacaklardı. zekalarıyla veya tanrılarınkine yer yer benzeyen yaratıcı güçleri olmadan, adına modernite denen, kişiden kişiye değişebilir karakterdeki şu huzur dolu yaşama maksadından ötesini içermeyen savaş alanını hiç keşfetmeyeceklerdi.

    o eski günlerine supremum vale (ebediyen elveda) veda etti insanoğlu.
    yazın kışın birbirine geçmesine sebep olan hava kirliliğinin, çevre kirliliğinin, nükleer denemelerin -insandan, kentten uzak oldu mu, doğanın göbeğine bomba koyup patlatmanız doğal karşılanıyor. "nükleer gücünü git benim gözümün göremeyeceği bir yerde dene, doğa bunu hazmeder ya." denmek isteniyor.- canına okuduğu düzende, her şey medeniyet için, gidip yerli halka hastalıklı battaniyeler yardımında bulunan düşünceli, modern ve uygar müttefiklerimizin (!) yararı hepimizin yararı oluvermedi mi her çağda katlanarak?

    altın çağı insanlarının yaşamlarında hiç olmayan belki idiotça, belki aşksız, belki sadece gündüzleyin -gece olmadan- sürüp giden yaşamada hiçbirimiz insan değildik. henüz zekamızı ve yaratıcı gücümüzü keşfetmemiş öyle aval aval çevremizdeki cennette, kültürel değil de kendi doğamıza doğmuşluğun sarhoşluğu içinde yaşayıp gidecektik. belki platon'un devletinde devlet dışı kalmış homeros'un yerine aklın, rasyonel düşünce biçiminin en nadide sonucu, güçlünün güçsüzü ezdiği, aklına güvenenin portekiz'den kalkıp, sömürülecek yeni dünyacıklar keşfettiği yepyeni bir altın çağının (!) temelleri atılmadı mı? bu yeni altın çağı'nın sonucu olarak buzullar eridi, ve devrim önce çocuklarını yedi, en modern, en uygar olanlar önce suyun altında kaldı. tekerine çomak sokulmuş harmonianın, filmdeki en ironik görüntüsü de galiba eskilerden, çok çok eskilerden kalma bir national geographic kapağı ve üstünde yazan paradise lost yazısı! mariner ve arkadaşları filmin sonunda kayıp cennete elbette varıyorlar, elbette yeni yaşamaya dair bir ümitleri yeniden canlanıyor. ancak yunan tragedyalarında pek geçtiğince, bir bedel gerekliliği kendini gösteriyor ve balık adamımız, kara parçasında belki de o zamana kadar hiç olmadığı kadar rahatsızlık duyuyor, zaten prometheus 'la eş misyonu yüklenmişliği de yok değil. diğer insanların insanlaşmalarına yardımcı oluyor, kendisi insanlaşırken beri yandan onlara yeni ümidi, pandora'nın kutusunda saklı kalan o ümidi onları kara parçasına ulaştırarak veriyor. artık o insanların önünde egemen olmaya çabalayacakları yepyeni bir kara parçası var, sömürecekleri, tüketecekleri yepyeni bir dünya!

    yeni ümitler, yeni insanlaşmalar... sonra yeniden başa dönerek, sağlanan uyumun bir kez daha canına okumalar... insanın insanlaşma sürecinin kaçınılmaz sonuçlarından biri bu, en azından kötülüklerin kralı korsanımızın bile kuru topraklarda ilerlemekten, gelişmekten söz etmesi ile geleceğe dair, bize hakiki olduğunu sandığımız dünyamızda biçilen insancıl, modern, pek akla dayalı (bkz: rasyonel dunyada en az bedelle en fazla mutluluk) , demokratik, yarım gram da liberal yaşama rolümüzün, uzak uzak adalarda yapılan nükleer çalışmalar vasıtasıyla bile daha huzurlu bir karaktere bürüneceğini sanan romantiklere rağmen, o yepyeni romantik ümitlere rağmen mariner suya, yani ait olduğu yere dönebilmişti, bunu en minimum ölçüde gündelik yaşamın ihtiraslarından uzaklaşmak olarak yorumlayabilmemiz bile mümkün.

    okuduğunuz için teşekkür ederim, nokta.
  • elestirmenlerce yerden yere vurulmasina ragmen kisisel olarak oldukca begendigim bir filmdir...
  • filmin zarar etmesinin sebebi, new york aciklarina kurulan ve cok pahaliya yapilan suustu kalesinin (filmde costner'in hapsolundugu, smoker'larin saldirdigi kale) 4 defa firtina ile batmasi, yikilmasidir.
  • basinda zamaninda niye bu kadar kotulendigini anlayamadigim film. sene oldu 2012, hala daha bu filmden ne kadar beter isler cikariyorlar da onun yarisi kadar yanki yapmiyor arkadas. mis gibi eglenceli distopik bi hikaye iste neyini begenmediniz, 5.9 nedir sevgili imdb'deki lavuklar.

    hayir kiminle konustuysam bu film hakkinda a evet ne kadar iyiydi falan diye konusmusuzdur hep, ki cogunlugunun da televizyondan turkce dublaja magruz kalarak izledigini dusunursek anlayamiyorum sizi coniler.
hesabın var mı? giriş yap