• netflixin 6 bölümlük yeni alman yapımı dizisi.
    todd strasser'in gerçek olaylardan esinlenen ve 1981 yılında piyasaya çıkan the wave isimli kitabından uyarlandı. hikayesi bir grup idealist ve isyankar gencin etrafında şekilleniyor. gençler toplumsal eşitsizliğe karşı kendi aralarında bir topluluk kuruyorlar ve bu topluluk yayılarak bir fenomen haline geliyor. ancak diğer yandan zaman içinde işler kontrolden çıkıyor.
    fragman
  • diziyi bitirdim, sistemi gayet güzel yerinde eleştirmisler. bu alman’lar her şeyden anlıyor be. güzel dizi izleyebilirsiniz.
  • alman yapımı 6 bölümlük güzel bir dizi.
    özellikle sürü psikolojisi, toplulukların nasıl galeyana gelebileceği ile ilgili güzel örnekler barındırır. tabii her halükarda en güzel mesajı da, birlikten kuvvet doğar.
    başlıktaki 3. entrynin bu olması da ayrıca şaşırtıcı.
  • 4. bölümden sesleniyorum. spoiler alert!!!

    --- spoiler ---

    tristan'ın asıl amacı bence silah şirketi. sebebi ise annesini vuran sudanlılara silahı bu şirket sattı. tristan da bu yüzden şirketin ceo'su olan kadını vurarak annesinin intikamını alacak.

    --- spoiler ---
  • katılmadığım ve eksik bulduğum noktalar olmakla birlikte emek verilmiş bir inceleme yazısını paylaşmak isterim...

    "geçtiğimiz günlerde netflix’te karşılaştığım alman yapımı mini dizi tehlikeli oyun’u izledikten sonra bu analizi sizlere sunmak istedim.

    dizi todd strasser’ın 1981’de yayınlanan ve gerçek olaylara dayanan the wave adlı romanından uyarlama.

    daha önce aynı roman 2008 yılında dennis gansel yönetmenliğinde ve yanında peter thorwarth’ın senaristliğinde die welle (dalga) adıyla beyazperde de karşımıza çıkmış ve faşizmin nasıl yeniden var olabildiğini anlatan film, dünya tarihinin kült filmleri arasına girmişti.

    filmin yaratıcıları bu sefer dizi ile başka bir dalgayı bize göstermek istemişler. sonuç olarak farklı birer dalga hikâyesi yaratılmış olsa da film ve dizi çokça ortak yaklaşım barındırıyor. kısaca ikisini karşılaştırdığımızda, ikisinde de temponun yüksek olduğunu ve bütün detayların muazzam bir şekilde düşünüldüğünü görürüz. aslında ikisini de izleyip iki farklı sonucu görmek hepimizin ufkunu genişletir. 2008 yapımı the wave başka bir analiz konusu olarak şimdilik cebimde kalsın.

    alman sinemasının yükselen yönetmenleri arasında olan dennis gansel ve yine yanında peter thorwarth ve jan berger ile bu sefer yaratıcı yapımcılığını üstlendikleri başarılı bir diziye imza atmışlar. yönetmenliğini üç bölüm anca miruna lazarescu, üç bölümde mark monheim üstlenmiş. başrollerini ludwig simon (tristan), luise befort (lea), michelle barthel (zazie), daniel friedl (hagen), mohammed ıssa (rahim) gibi genç oyuncu kadrosu ile oluşturmuşlar.

    ilk bakışta ismiyle çok dikkat çekmemesine rağmen biraz izledikten sonra üst düzey kalite ile dizinin yaratıcı ve detaycı dramaturjisi izleyiciyi dizinin içindeki bir karakter haline getiriyor. ben de filmin içindeki bir karakter gibi hissettiğimden birçok izleyicinin de kendiyle ilgili ortak noktalar göreceğini düşünüp dizi analizini insan anatomisi üzerinden yapmaya karar verdim. çünkü insan anatomisi birçok organın müthiş ve detaycı bir uyum içinde çalıştığına dair en iyi örneklerdendir. dizinin insani yanının bazı senaryo salınımları olsa da ana fikir, yan anlamlar ve senarist ile yönetmenin göndermek istediği mesaj muazzam bir denge oluşturmuş. bunu en iyi anlatabilecek kelime anatomi olabilirdi.

    diziyi analiz ederken dünyanın güncel politik meseleleri ile bağlantısına da sık sık değineceğim ve üzerinden kendime notlar çıkardığım pozitif yanlarına öncelik vereceğim ama bu negatif yanlarının olmadığı anlamına gelmiyor elbette.

    dizi dramaturjisi kapitalizm karşıtı bir hatta konumlansa da içerdiği subliminal mesaj, o anda fark edilmemek üzere çok zekice tasarlanmış. dünyadaki güncel politik meselelerin bir yansıması olarak, netflix gibi kapitalist sistemin parçaları da dünya üzerinde yükselen isyan dinamiğinin farkında. ama onların tek dertleri: bu dinamikten neler alabilirim ve nasıl para kazanırım. ve sistem karşıtlığını güzellemeler ile anlatsam da “subliminal mesajlarımı bilinçaltına göndermeliyim” deyip bize sürpriz isyan dizi ve filmleri satıyorlar. her zaman hayatımızın her alanını reklamlarla donatan netflix bu dizide biraz geri planda durmayı tercih etmiş. dizide bir kelimede bile anarşizm geçmese de kapitalizm karşıtı hattın yanında anarşizmin çıkmazlarına dair bolca mesajda kendini belli ediyor.

    dizinin orjinal ismi wir sind die welle-we are the wave (biz dalgayız). türkiye’deki yayın isminin neden “tehlikeli oyun” olarak çevrildiği ise merak konusu.

    kapitalizme karşıt olarak konumlanan lise son sınıf öğrencilerinin mücadelesinin ismi neden türkiye’de “tehlikeli oyun” olsun?

    örneğin bugünlerde sıkça gündemimizde olan genç iklim aktivisti greta thunberg’in yaptıkları tehlikeli bir oyun mu oynuyor?

    dünyanın birçok yerinden isyan haberleri aldığımız bugünlerde sadece insanca yaşamak için taleplerini sokaklarda duyurmak isteyen insanlar bir tehlike mi?

    evet bir avuç kapitalist azınlık için son derece tehlikeli. “oyun” kelimesinin tercihi ise başka bir dikkat noktası olarak zihnimizde yer ediniyor.

    dizi genel hatlarıyla büyük bir resmin içinde iki bölüm üzerine kurulmuş gibi görünüyor. bu resimlere bir bütün olarak bakıldığında benzerlik taşıyan hikayelerin farklı sonuçlarına odaklanılmış ve bunu yaparken tekrara düşmenin riskine ve bazı salınımlara rağmen sıradanlığın esaretine hapsolmadan ustaca tasarlamışlar.

    bir isyanın anatomisinin konumunun almanya olması pek de şaşırtıcı değil. almanya otonom ayaklanmaların başkentlerini kendi içerisinde taşıyor. dizi de bu tarihten olabildiğince beslenerek güzel bir anlatı sunuyor. bölümler bir isyanın gelişimsel sürecini anlatıp hatalarımızı ve doğrularımızı sorgulayabilme imkânı tanıyor. dizi genel olarak siyasetle alt kültür arasındaki ilişki, çatışmalar ve şiddetin rolü, politik stratejilerdeki değişimler gibi meseleleri de düşündüren bir yerden kendini hayatın içinde var ediyor. başka bir dünyanın mümkün olabileceği gerçekliğini kalplerimizde hissettiriyor.

    beş duyumuz
    dizi kendini bir insan gibi anlatmayı o kadar iyi başarmış ki çoğu zaman bizim gözlerimizde, duyabildiklerimizde, havayı solumamızda, dilin gücünde, derimizi yakan o sıcaklıkta kendini var ediyor.

    dizinin sinematografik anlatısı, dramaturjik hikayesi, oyunculukları, kurgusu ve müzikleriyle başarılı olacak gibi gözüküyor.

    dizinin açılışı hayatımızın rutinlerini gösteren sinematografik anlatı ile çok ince düşünülmüş. hızlı ve akıcı bir açılış sahnesi gayet tatlı olmuş. hikâyenin tonunun sürekli sert bir zeminde ama bir o kadar da esneklik barındıran bir çizgide tutulması tesadüf değil. senaryoda anlatılan hikâyenin, dünyadaki güncel karşılıklarının sorgulanma zamanının artık geçtiği gerçeği ile birebir bağlantılı.

    evet bizim de hissettiğimiz ve analiz ettiğimiz bir yerden dünya “kötü” bir durumda ve vakit yok.

    dizinin mekânsal tercihlerinde yaratıcılar bir karşıtlık dengesi kurmaya çalışmış ve başarılı da olmuşlar diyebiliriz. bu karşıtlık zaman zaman bizi, sorgulamamızı ve üstüne düşünmemizi sağlayan bir atmosferin içine çekiyor. bu imgelemler derinlikli bir mekânsal akış sunmasa da ufak değinimler bizi kendi iç dünyamızın derinliğini sorgulamaya yaklaştırıyor.

    bu imgelemler dünyası ve içerik bize, kariyerizm ve dünyadaki sınıfsal dengeye dair çok şey anlatıyor. karşıtlık üzerinden bir örnek vermemiz gerekirse tüm karakterlerimizin ortak alanı olan okul ve bunun karşısına tristan’ın yaşadığı yeri koyması çok ince bir mesaj. belli ki ikisini karşılaştırıp benzerliklerini görmemizi istemişler. ayrıca her yer sadece mekân özelliğinden çıkıp karakterlerimizin güçlenmesine dair içsel bir mekân oluyor. mekân ve karakter ilişkilerinin detaycı bir tarzda biçimlendirilmesi karakterlerimizin, görünmez olan camdan duvarları görmelerini sağlıyor ve aynı zamanda o camları parçalama isteğini bize hissettiriyor.

    mekân-karakter ilişkileri üzerinden hikâyeyi anlamlandırırken bir gezi sahnesindeki bütün mekânlar, karakterlerimize ve onların neden sistem karşıtı düşündüklerine, bu düşüncelerindeki haklı gerçekliğe ışık tutuyor.

    karakterlerin hiçbirinin belli bir politik bilinci olmasa da sistem karşıtı olmak için politik bilince de(!) pek ihtiyaç yok.

    bu mekân-karakter ilişkisi hikâyemizin aynı zamanda sınıfsal temellerine dair de çokça mesaj veriyor. kapitalizm yaşadıkça var olacak ve hiç bitmeyecek olan emek-sermaye çelişkisi üzerinde konumlanan isyanın temelleri atılıyor.

    ***

    dizi ilk andan itibaren tristan’ın entelektüel ve asi karakterine dair bolca mesaj veriyor. mekanlar ve karakter ilişkisi ile tristan ve lea üzerinden onların aynı sosyoekonomik çevrelerden olduğunu ilk anlarda fark edebiliyoruz.

    bu hızlı gelişen mekân-karakter ilişkisi onların birbirini tanıması adına biçimlendirilmiş. tristan’ın etkisiyle lea’nın kendini sorgulamaya geçtiği ilk sahnede mekânın dili ve sinematografik anlatısı iyi düşünülmüş. devamlılığını sağlama anlamında mekanlar arası ufak bağlantılarla birlikte, “çok mu yüzeysel kaldı” tartışmalarına bir cevap niteliği taşıyor.

    bu bağlantının bir kitap oluşu ve içindeki ufacık söz, zekice düşünülmüş bir sahne. bu bağlantı karakterimizin kendini sorgulamaya devam etmesini sağlarken bir diğer karakterimiz olan tristan’ın hafızasında kalmasına olanak sağlıyor. buna benzer detaylar bir bütün olarak diziye başka bir derinlik katıyor.

    tristan, lea, zazie, hagen ve rahim karakterleri arasındaki uçurumları kapatmadaki ustalık, senaryo matematiğinde kurguyu ön plana çıkarıyor. bu uçurumun kapanması onlara ortak bir kimlik kazandırmanın ilk aşaması gibi. hepimiz biliriz bunu aslında ortak bir amacımız olduğu anda bütün farklılıklarımız o amacın etrafını sarar veya o amacı destekleyen bir konumda durur.

    uzun yıllar aslında fiziksel olarak yakın ama psikolojik olarak birbirine uzak karakterler nasıl bir bütünün parçası olabileceği gerçeği iyi anlatılmış. belki üstüne biraz düşündüğümüzde bizim de yaşamımızda aynı hataları yaptığımız karakterler var olmuştur. ve hiç ummadığımız karakterler bir süre sonra kendini var etmeye başlamıştır.

    karakterlerin iç dünya evrenleri; aile, arkadaşlıklar ve dünya düzeninin paralel bir kurgusu ile oluşturulmuş. bu kurgudaki çıkmazlar ve öfkeleri, onların karakterlerinden bizim karakterlerimize bir geçiş niteliği taşıyor.

    karakterlerin kendi varoluşlarını sorgulama süreçlerinin, onlara kıvılcım olan tristan (ludwig simon) üzerinden şekillenmesi aslında hiçbirimize uzak bir örnek olmayabilir. her birimizin hayatında birileri bize bir kıvılcım olmuştur veya belki biz de birilerine kıvılcım olmayı başarabilmişizdir.

    hikâyenin karakter yapısının çok insani olduğunu ve anatomi gibi detaylıca işlendiğini görebiliyoruz. hikâyenin karakterleri içimizden birileri aslında. dönüp düşününce çevremizde var olduklarını görebiliriz. örneğin; hagen karakterinin bana anımsattığı arkadaşlarım var…

    tristan, lea, zazie, hagen ve rahim karakterlerini üstüne çokça çalışılmış bir titizlikle yan yana getirdikten sonra, bir mekân ve karakter ilişkisinin içinde daha önce senaryoda temellerinin atıldığı etnik kimlik sorunu üzerinden tristan öncülüğünde bir zafer kazanmaları onların dönüşümü açısından tarihsel bir dönemeç. otonom beşlisi bu zafer ile birlikte hem birbirlerine güvenmeyi hem de özgürlüğün o inanılmaz ruhunu hissetmişlerdi. bütün bu gelişimsel sürecin bir pratiğin içinde yaşanması, hikâyenin gerçekliği ve o gerçekliğin bizdeki karşılığını var ediyor.

    dizi öyle ince çizgiler üstüne konumlanmış ki tam bu satırları yazarken balkonda bir mola verip camı kapatayım dediğimizde yolumuzun kesiştiği sineği hapsetmenin verdiği gerçeklik gibi etrafımızdaki bütün ince şeyleri düşünmemizi sağlıyor. gülten akın’ın sözlerini hatırlatan bir senaryo akışı var. “ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya”

    benim en çok önemsediğim ve üstüne düşündüğüm sahnelerden biri eski bir otonomcu olduğunu öğrendikleri sıra verdikleri tepki. buradan yola çıkarak düşünüyorum: tristan kendi karakteri ve pratik eylemlerinin aksine otonomcu kimliği ile var olsaydı ve sürekli bir şeyler “anlatıp dursaydı” gerçekten bu kadar başarılı olur muydu? bazen gerçekten tristan gibi, insanların içindeki ateşi körükleyip ortaya çıkarmaya çalışan kişiler bu hataya fazlasıyla düşebiliyor kanımca.

    en can alıcı noktalardan biri ise: insanların içindeki bilinci, suyun yüzeyine çıkarıp bir dalga yaratmak istiyorsak önce kendi karakterlerimizin var olmasını ve dönüşmesini sağlamamız gerektiği gerçekliği.

    tristan kendi kimliğini etrafına dayatsaydı, onların önyargılarını yıkamaz ve onlara ulaşamazdı.

    ***

    hatırlamakta fayda var “örgütlü bir halkı, hiçbir kuvvet yenemez” sloganı son derece güncel ve dünya düzleminde arka arkaya patlak veren direnişlerle de yeniden ve yeniden anlam kazanıyor.

    ancak “örgütlülüğün örgütsüzlüğü” ya da “örgütsüzlüğün örgütlülüğü” üzerine de düşünmek gerek.

    yakın zamanda gezi isyanı bu ikiliği tekrar önümüze çıkardı. hatırlarız, anti-kapitalist dinamiklerin fiili bir şekilde bir araya geldiği ama politik özne eksikliğinin açığa çıktığı önemli bir dönemeçti gezi.

    güncel koşullarda, kitle ile iletişim ya da iletişimsizliği, o politik özne eksikliğinde temel sorun alanlarından biri olarak bir kez daha karşımıza çıktı.

    dizinin çağrışımları salt bilinç akışımızda değil, yaşamın somut evrelerinde de belirebiliyor.

    tristan karakteri, insanlara, başka bir dünya mümkün demeyi salt anlatarak, söylemle değil, pratik olarak da gösterebildiği için öne çıkıyor. karakterin, yüksek entelektüel birikimini insanlar yahut kitleler üzerinde bir tahakküm aracı gibi kullanmak yerine onlarla dostça paylaşmayı seçmesi onu doğalında güven veren biri haline getiriyor.

    anında ve beklemeden yaratıcı eylem üretebilme cesareti herkesi içine çekiyor. tabi ki tristan’ı “süper bir insan”, “süper karakter” olarak görmüyoruz ama etrafında sağladığı, kendi öz güçlerini keşfetme isteği ve o olmasa asla yan yana gelmeyecek karakterleri bir araya getirebilme gerçekliğini de öne çıkarmak, hatta bazen örnek almak gerek.

    örnek almak demişken lea’nın tristan’a sorduğu akıllıca soru bana türkiye’deki bazı sistem karşıtlarını hatırlatıyor. tristan karakteri, aynadaki suretine bakarak yol almıyor, yaptıklarını “birilerini etkilemek için” yapmıyordu. tristan karakteri gerçekten düşündüğü gibi yaşıyordu. lea’nın tristan’a sorusu kendimize sormamız gereken bir soruyu bize tekrar hatırlatıyordu:

    “düşündüğün gibi mi yaşıyorsun, yaşadığın gibi mi düşünmeye başladın?”

    dizi, tristan’ın yarattığı kıvılcım üzerinden kurduğu dünyada otonom 5’lisi karakterlerimizi ince ve kalbimize dokunarak işliyor. lea’nın çatıda kendini rüzgârın akışına bırakıp değişimin farkına vardığı ilk an gibi:

    “alev almayı bekleyen bir yangın gibiydik. o aradığımız kıvılcımdı.”

    şunu da belirteyim bu etkileyici kısım v for vendetta filminden bir öykünme de olabilir. ama bu ruhu daha iyi anlatabilecek sinematografik görüntüyü sanırım ben de bilmiyorum.

    wir machen eine welle (bir dalga yaratıyoruz)
    zazie karakteri üzerinden hikâyenin ne kadar ileri ve radikal değişimler yaşayacağına dair etkileyici bir sahne oluşturulmuş. birinci bölüm sonlanıp ikinci bölüm başlarken tristan’ın geçmiş yaşamına dair anlatım biçimi de epey sarsıcı. rüya ve gerçeğin karışımı bir anlatım biçimi, onun ruhunu anlamamız için sıradanlığa kaçmadan ve aşılığın sınırlarına dayanmadan duygularımıza yön veriyor.

    karakterlerimize verilen can suyu artık filizlenmeye başladı. bilinçleri artık suyun yüzüne çıkmış, rüzgârın gücüyle birlikte bir dalga yaratıyordu. içlerindeki bu heyecanı paylaşmaktan başka şansları yoktu. artık herkes sorgulamalıydı.

    dalga, kapitalist sistemin karşısında, yine kendisinin yarattığı en temel insani haklar konusundaki adaletsizliklere bir tepki olarak harekete geçmeye başladı. ekolojik talan, barınma, sağlık, eğitim yaşam hakları mücadelesi, kadın mücadelesi, yoksulluğa ve açlığa karşı mücadele; kısacası tüm dünyadaki adaletsizlikleri bedenimizde ve ruhumuzda hissettiren bir yerden var olmaya başladı. dizi bu dalgayı oluştururken ayaklarını sağlam bir yere basarak bunun bütün dünyayı dönüştürmeyeceğini bilse de yanı başımızdaki kapitalist sistemin sorunsallarının karşısında bir gönüllü etkileşimi sağlayabileceği gerçeğini yaratıcı pratik eylemler silsilesi içinde bize gösteriyor.

    çok öteye gitmeye gerek yok. gezi isyanında biz de bunu yaşamadık mı? belki tüm dünyayı o an ve mekanda değiştiremeyeceğimizi biliyorduk ama bize kahkahalar-hüzünler ve çeşitli dönüşümler sağladığı gerçeğini asla göz ardı edemeyiz. belki de 15 yılda karşılaşacağımız bir değişimi bize 15 günde hızlı ve yaratıcı bir pratiğin içinde öğretti. yarattığı dönüşüm her birimizin içinde yerini edindi. ve sadece kitleler değil tüm ülke bir zaman eşiğinden atlayıverdi.

    işte bu dizi de kendini böyle bir akışın içinde var ediyor. kendini simgesel olarak bir mekânın içine hapsetmese de bütün mekânları dalga hareketinin içine katıyor. yaşamın her alanı günden güne dalga hareketi oluyordu. karakterlerimizin ortak akıl ve dayanışma ile başladığı yaratıcı eylemler silsilesi sosyal medyanın gücüyle herkes tarafından görünür ve desteklenir oldu. toplum bu dalganın bir parçası olmak istedi. buna karşı tecrübesiz olan karakterlerimizin büyük bir cesaret ile giriştiği ilk büyüme çabası kontrolsüz bir güce dönüştü ve artık klişeleşmiş bir söz olan “kontrolsüz güç, güç değildir” deyimini bize hatırlattı.

    tüm dünyada benzer şekillerde yaşadığımız isyan modellerine dair onları anlamamız ve nasıl iletişim kurmamız gerektiğine içkin bir tezi görselliği aracılığıyla detaylarıyla ortaya koyuyor. bazen bu iletişim hatalarına hatta zaaflarına sıkça düşüyoruz.

    örneğin, yine gezi direnişine atıfta bulunacak olursak; gezi isyanını anlamlandırmak hiç kolay olmadı. kimi siyasi hareketlerin bu isyanı anlamlandırırken nasıl savrulduğuna tanıklık ettik, kitlelerle ilişkileniş biçimlerindeki zaaflar tüm gerçekliği ile mevzu bahis yapıların hatta tüm siyasi öznelerin yüzlerine, yüzümüze vurmadı mı? kimileri bu isyanı ekim devrimine benzetmeye kadar ileri gitmişlerdi örneğin. küçük burjuva radikalizmi hayalleri bir anda kabarmış ve toplumsal muhalefet kazanımının gerçekliğinden kopuvermişlerdi.

    diziyi böylesi çağrışımlar üzerinden, bu çelişkileri aklımızda tutarak izleyince ne yapıp ne yapmamalı sorularına dair bolca örneklemle karşılaşıyoruz.

    hagen, rahim ve zazie arasında geçen bir diyalogda panik halinde verdikleri cevabın güldürüs?? bile sistem karşıtlığını karakterlerimizin ne kadar içselleştirdiğinin bir göstergesi. ufak bir spoiler olarak kalsın bu cevap:“futbol dünyamızdaki çevre bilinci.” bazı heyecanlı anlar belki hepimizde sarkık bir bilinç yaratsa da hayattaki saçma cevaplarımız bile öğrendikçe değişiyor.

    öte yandan, küçük bir not olarak şunları ekleyeyim. dizideki bazı sahnelerin sürrealist olduğunu düşünüyorum. bu sahnelerdeki gerçekçilik öğesi daha fazla güçlendirilebilirdi.

    dikkatimi çeken bir diğer yaklaşım ise hayatımızın sosyal-kültürel-eğlence mekanlarının bizim kontrol edemediğimiz bir noktada olması ve buna dair alternatif mekanları yaratabilmek ve karakterlerimizde oluşturduğumuz kültürü bu simgesel mekanlar aracılığı ile yaşatabilmenin önemine dair.

    tüm dünya ülkelerinden özelinde de türkiye’de gezi’den sonra var olan ve bir süre etkin sürdürülebilirliği sağlanan işgal evleri kültürü alternatif mekân yaratma adına güzel bir örnek. belki sürdürülebilirliğini sağlayabilseydik işgal evleri mekânlarından toplumsal dokuya kadar uzanıp değecek bir kültürü yaşatmış olurduk. “işgal evleri ve alternatif mekân üzerine düşünmeliyiz” gerçekliğini hatırlatan bir çağrışımı da var dizinin.

    “tehlikeli oyun” yaratmak istediği dalgayı anlamlandırmaya çalışırken iki temel çelişki üzerinde adımlarını atıyor. bu çelişkiyi tristan (ludwig simon) ve lea(luise befort) üzerinden zekice kurgulamışlar. bir karakterin zayıflığı diğer bir karaktere güç kazandırırken bu akış hikâyenin akıcılığına büyük bir katkı sağlamış. bu katkı aslında yaratılan kıvılcımın ne kadar geçişli olduğunun da bir göstergesidir. kıvılcımlar insandan insana sıçrayarak hikâyeye başka bir karakter katıyor. kıvılcım olan kişiler hatalara düşse bile artık bizde var olan kıvılcım yanmaya başladığı anda onu durdurabilecek pek bir şey yok.

    tristan ve lea üzerinden yaşanan çelişkiye dair tahakküm meselesi önemli bir yerde duruyor.

    aynı çağrışımlardan hareketle; bazen “en deneyimlilerimiz” bile bunu yapmaz mıyız? kendi deneyimlerimizi bir tahakküm aracı olarak kullanmaya çalışırız mesela. oysaki insan, doğası gereği hata yaparak öğrenir ve her zaman doğruyu bulma arayışındadır. bu anlamıyla dizi çok açık bir mesaj veriyor: evet çelik gibi olalım ama yanımızda filizlenen karaktere de bir o kadar esnek olalım. onun içinde filizlenen sevgiye sadece can suyu olabiliriz zira.

    bazen en umutsuz zamanlarda bile anı yaşama gerçekliğini unutuveririz. evet, belki tüm dünyayı değiştiremeyebiliriz; ancak buna dair mücadele etmenin verdiği özgürlük hissi bile başlı başına paha biçilemez. özgürlüğün serüvencisi olmak yanı başında olan bitene dair söz söyleyebilme cüreti hiç olmadığı kadar mutlu hissettirir insanı.

    son söz yerine birkaç kelam daha:

    karanlık ve aydınlığın karşı karşıya geldiği sinematografik anlatıda, tristan karakterinin zayıflıklarına rağmen karanlık karşısında ne kadar güçlü durduğu ona dair çok şey anlatıyor. yine tüm dünyanın barınma sorununa dair bir mesele üzerinden yaratılan eylem biçimi bize gençliğin yaratıcılığını ve aynı zamanda “saf” diye tabir edilenlerin kimler olduğunu açıkça gösteriyor.

    dünyada %1 bile olmayan kapitalist azınlığa karşı gençliğin zekâsı ve dilinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha görüyoruz.

    her gün daha iyi bir yaşam hayal ederek sabah 9 akşam 5 çalışıp hayatımızı bir köle olarak mı sürdüreceğiz yoksa kısacık hayatta bir kıvılcım mı olacağız? che guevara’nın bir sözü geliyor aklıma:

    “dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim.”

    hikâyenin sonuna doğru yaklaşırken son bölümler sıkça hissettiğimiz iki temel çelişki ve karanlık-aydınlık savaşının doğurabileceği sonuçlar üzerinde ilerleyen hikâye gerçekliğin acımasızlığını iliklerimize kadar hissettiriyor. çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil; karanlığın acımasızlığına dair hepimizin kalplerinde ve bilinçlerinde bulunan acılar ve öfkeler vardır.

    dizi ölümün ve yaşamın kıyısında zaman ve mekân kavramını yitirip sadece hakikatleri söyleme gerçeğini iyi anlatıyor. bu hakikatleri en barışçıl protesto ile söylesek “bile” karanlığın şiddetinden kaçamayız. onunla savaşmak zorundayız. ama bu savaşımı “onların” bizi itmek istediği küçük burjuva radikalliği ile değil toplumsal muhalefetin o inanılmaz gücünün gerçekliğini gördüğümüz yerden karşılayabilir, ona cevap üretebiliriz.

    tristan üzerinden kimi haklı gerekçeler ile desteklense bile hikâyede küçük burjuva radikalizmine evirilen süreç, lea’nın yaratıcı ve zeki eylem biçimi ile finalde toplumsal muhalefetin gücüne dair bir anlatı sunuyor. ölümü yaratan ve pazarlayan kapitalistlerin gölgesinde dalga hareketi tüm ülkeye kucak kucak umudu saçan bir yerden var oluyor.

    belki de bir film olsa kült filmlerden biri haline gelebilecek olan bu dizi yükselen anti-kapitalist alan ve hareketlerin kendi öznel alanlarında toplanmalarına dair başarılı bir dramaturjiyi hayata geçirmiş. bu dalga hayatımızdaki tüm örgütsel form ve anti-kapitalist öznelerin izleyip anlamlandırması gereken bir yerde duruyor."

    kaynak:
    https://sendika63.org/…n-cetin-el-yazmalari-572526/
  • biraz eksik ama genel olarak güzel dizi. imdb’de o kadar gömülmüş ki şok olmuştum ilk izlediğimde. ben beğendim diziyi izlenebilir. tavsiye: imdb’ye bakmayın konusunu okuyun izleyin.
  • şimdilik 1. sezonu ve 6 bölümü olan bir alman netflix dizisi. bir grup gencin etraflarında olan istemedikleri olaylara karşı başkaldırısını ve bu olayların başka yerlere de yayılmasını anlatıyor.

    bence dizinin en güzel yanı, yakın çevremizde olan bir şeyleri değiştirebileceğimize olan inancımızı arttırması.

    "konuşma, yap! hayal kurma, gerçekleştir!"
  • imdb puanı niye o kadar düşük anlamadım ama gayet iyi diziydi. netflix o kadar gereksiz şeyleri şişiriyorki bu diziyi resmen saklamış.
    tristan için ölüme gidilir :)
  • yıllar önce çekilmiş filmi için :

    (bkz: die welle)
hesabın var mı? giriş yap