• romandan *;

    --- spoiler ---

    ''adam öldürdüğüm için değil; annemin cenazesinde ağlamadığım için idam ediliyorum.''

    --- spoiler ---

    ''onların'' istediği gibi bir insan olamayan bütün yabancılara..
  • cezayir'in fransız sömürgesi olması ve camus'un cezayir'in özgürlük mücadelesine bakışı açısından da değerlendirmenin mümkün olduğu bir albert camus romanı.
    romanı okumamış olanlar için uyarı: aşağıdaki yazı kitabın sonu hakkında bilgi içerir.

    pek çok eleştirmen ve okur camus’un bu romanda fransızların araplara yaptığını tekrar ettiğini düşünür. camus'a yabancı (l'etranger) sebebiyle yapılan “faşist!” suçlamasının dayanağında da bu düşünce vardır. gerçekten de romanda ismi olmayan ve hiç konuşmayan tek karakter romanın geçtiği toprakların asıl sahibi, yani bir araptır. ve araplar gerçek dünyada da tıpkı bu roman karakteri gibi yerinden ve canından edilmiştir. yine romandaki gibi kardeşleri, fransızlar tarafından dövülmüş, hemen hepsi fransızlar tarafından sessizleştirilmiş ve isimsizleştirilmiştir. peki okuyucu, annesinin cenazesinde ağlamadığı için idam edilen adamın haline acısa mı gülse mi bilemez haldeyken, camus gerçekten fransız faşizmini yinelemiş midir?

    bence bu konuyu ilk olarak şu soruyu sorarak irdeleyebiliriz: bir fransızın bir arapı öldürdüğü için idam edilmesi o dönem şartlarında mümkün müydü?
    fransız sömürgesinde yaşarken cezayirin en merkezi ve gelişmiş yerlerine arapların girmesi dahi yasaklanmıştı. toplumun bunca dışına atılan ve insan yerine dahi konulmayan bir arap için fransızlar kendi vatandaşlarını idam eder miydi diye düşünüldüğünde cevap herkes için malumdur; tabii ki hayır. camus’un amacı neydi o halde? örneğin neden katil bir fransızı değil de özellikle bir arapı öldürüyor? camus sanıyorum işin bu noktasında bilinçli bir şekilde yaptığı tercihle okuyucuya şunu söylemeye çalışıyor:
    '' normal olarak kabul gören medeni bir toplumda bir `arapı öldürdüğünüz için idam edilmezsiniz` ama annenizin cenazesinde ağlamayacak kadar garip, yabancı ve ayrıkırıysanız o medeni toplum sizin kafanızı hiç acımadan kesiverir.''

    buradan camus'un arap bağımsızlık mücadelesine bakışını da sezmek mümkün.
    camus bilindiği gibi faşizme ve araplara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasına karşı olmakla beraber cezayirin bağımsızlık savaşını desteklememiştir. ona göre cezayir, fransız toprağıdır. örneğin veba'nın açılış cümlesinde bir cezayir kenti olan oran'ı şöyle tanımlar: "oran, cezayirdeki bir fransız şehri". ona göre arapların isimsizleştirilmesi, ellerinden alınan yaşam hakları, ellerinden alınan toprakları evet bir sorundur ancak o daha ziyade medeni dünyanın modern problemleri ve yaşamın anlamsızlığı ile ilgilenmeyi arapların tam olarak neyi hakettiklerini düşünmeye tercih etmiş gibidir. yani camus’a göre arapın biri isimsiz kalmış olabilir ve hatta pek çok şeysiz kalmış olabilir ama medeni dünyanın değer yargıları kadar saçma değildir bu durum.

    camus'un faşist değil ancak bencil olduğunu düşünüyorum kendi adıma. cezayir halkının yaşadığı korkunç olaylara gözlerini kapatıp modern hayat teranelerini bunca dert edinmesi tabii ki kendi seçimidir en nihayetinde...
  • sahip oldugu cesitli ozelliklerden oturu icinde bulundugu topluluga uyum saglayamamish olan ve bu yuzden de topluluk uyeleri tarafindan bi garip karshilanan kisi.bu insanlar genelde cok iyi gozlem yaparlar ve elestirilerinin icinde bulunduklari topluluklari degistiremeyecegine inandiklarindan oturu sessiz kalmayi yeglerler.
  • spoiler içermektedir.

    albert camus'un kaleminden çıkan; hayatı uçlarda yaşayan, yolu pişmanlık adresine düşmemiş, yüreği vicdanla tanışmamış, kendine kaygısız insanlara kayıtsız kalan meursault'un bir cinayet işleyerek hapse düşmesini, ardından idam cezasına mahkum edilmesine çanak tutan vurdumduymazlığını anlatan bir eserdir.

    yazar, kitabın girişinde: "annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum" cümlesiyle kitabın içinde olup bitenlere karşı bir ön hazırlık yapmış aslında, tabii siz kitabı okudukça anlıyorsunuz bunu. kahramanımızın olaylara verdiği reaksiyonlar sanki bu dünyadan değil izlenimi verse de yine de çevremizde var böyleleri, tabii dozu meursault kadar değil.

    meursault için hiçbir şeyin önemi yok, satırlar arasında nihilizm akımının size yoldaşlık ettiğini gördüğünüzde bunu daha iyi anlıyorsunuz. sayfaları çevirdikçe varoluşçuluk durağında dinlendiriyor yazar. kulağımıza fısıldadığı ölüm gerçeği pek hoş olmasa da onun* varlığı cümle geçişlerinde kırmızıyla yazılmış gibi geliyor insana.

    dili sade, okuması zevkli bir eser. kitabı okuyor gibi değil de genellikle kendinizi olay örgüsü içindeki kahramanlarla konuşurken bulabilirsiniz. mesela ben, meursault idama mahkum edildiğinde; "cinayetten yargılayın şu adamı, annesinin ölümünde yaptıklarından değil!" diye mahkeme heyetine kızarken buldum kendimi.

    devam ettikçe kendimce meursault'a döndüm: "yahu, bu da mı önemsiz, bari buna tepki göster be adam" diye sitem ettim, cevap verebilseydi "bence bir" derdi diye düşünüyorum. meursault'un tepkisizliği, kabullenmişliği, hele ki savunması yapılırken "off ne sıcak oldu burası, mahkeme bir bitse de hücreme dönüp uyusam" düşüncesi, "yok daha neler yahu" dedirtti bana.

    böyle diyorum ama adam da haklı, o kadar saçma şekilde yargılanıyor ki, annesi öldükten sonra sütlü kahve içmiş diye, marie'yle tanışıp sevgili olmuş diye ahlaksız sayılıp toplum dışına itiliyor. burada insan biraz durup kendini sorguluyor; yahu herkes mi ahlaklı? herkesin mi aile ilişkileri yolunda? herkes mi ailesiyle sevgi pıtırcığı durumunda? insanlar ailesini kendisi seçemiyor, ailesiyle sevgi bağı kuramamış olabilir, haliyle ölüm kapıyı çaldığında istenen tepkiyi vermemiş/verememiş olabilir. bu yüzden ölüm cezasına çarptırılmak saçmalıktan başka şey değil!

    neyse işte...

    meursault'un toplum normlarına uzak kalması, aile, arkadaşlık, evlilik gibi konulardaki boş vermişliği çok güzel anlatılmış. velhasılıkelam; muhakkak okunmalı dediğim hoş bir eser.

    aynı anda hem nihilizm hem de varoluşçuluk nasıl olabilir diye merak ediyorsanız kitabı okuyabilirsiniz. merak etmeseniz de okuyun, çünkü her kitap, bir insanın/insanların iç dünyasına yolculuktur.*
  • --- spoiler ---

    "suçluydum çünkü annemin cenazesinde sütlü kahve içmiştim."

    --- spoiler ---
  • "amour" filmini izledim bugün. (sokak lambasindan gelen ses'e selam olsun.)

    kadın, "hayat güzel" dedi ya fotoğraf albümüne bakarken, "çok uzun!" dedi ya böyle uzak uzak! işte orada koptum ben.

    babam iki hafta önce kalp krizi geçirdi, annem bir hafta önce beyin kanaması teşhisiyle hastaneye yatırıldı. bense bu gece ya bu metni tamamlayacağım ya da kızım için harika bir hikayenin konusu olacağım.

    muhabbet kuşum şu anda karşımdaki sandalyenin tepesinde duruyor ve insana özgü tuhaf sesler çıkarıyor, gözlerimin içine bakıp "fıstık fıstık" diyor bana. ona verecek insanca bir tepkim yok, kuşlara özgü tuhaf sesler çıkarıyorum onunla iletişim kurmak için ama beni anlamıyor. (öyle yalnızım ki!)

    hayat yine de güzel. (üstelik çok uzun.) bir fotoğraf albümünü doldurabildiğin sürece sorun yok.

    çorum devlet hastanesine saatler süren uğraş sonunda ulaşabildiğimde benden nefret eden ağabeyim boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. ne yapacağımı bilemedim, "babam hayatta mı?" diye sorabildim sadece. "evet" dedi, "ama durumu kritik. güvenlik görevlisiyle konuşursan seni içeri alabilir." (babamı son kez görebilmem ağabeyim için gerçek bir teselliydi, sonra babam ölsün ya da ölmesin hayat kaldığı yerden devam edebilirdi.)

    güvenlik görevlisinin yanına gittim ve ona babamın kalp krizi geçirdiğini, onu görmek için çok uzaklardan geldiğimi filan söyledim. (izlediğim filmler bunun işe yaradığını fısıldıyorlardı kulağıma.) telefonu kaldırıp birileriyle konuştu ve ahizeyi kulağıma tuttu. kiminle konuştuğumu bilmiyordum, karşımdaki de bilmiyordu. ona dedim ki: "babam kalp krizi geçirmiş ve ben çok uzaklardan geldim, mümkünse kendisini görebilir miyim?"

    "tabii ki göremezsiniz" dedi bana, "babanız yoğun bakımda ve hayati tehlikesi devam ediyor. lütfen anlayışlı olun."

    ben anlayışlı olmaya hazırdım zaten -başka ne yapabilirdim ki!

    ama abim aynı fikirde değildi, az önce coşkuyla sarıldığı kardeşine tiksintiyle baktı ve "sen istersen köye git" dedi, "burada yapabileceğin bir şey yok."

    köye gittim.

    annem ağlıyordu, ablam ağlıyordu, ortanca abim ağlamıyordu (ah! ortanca abim, ölü doğmuş kardeşim!) beni büyük bir göz yaşı seliyle karşıladılar. annem çay demledi, köydeki komşuların ilgisizliğinden şikayet etti, babamın inatçılığından, kalp krizi geçirmesine rağmen namaz kılmaya çalışmasından filan söz etti.

    ne diyeceğimi bilemedim. ben bir yabancıydım ve babamın ölme ihtimali bile bu gerçeği değiştirmiyordu.

    ertesi gün hastaneye gittim, ablam babamı görmeye hakkım olduğunu öne sürdü ve ziyaretçi kotasını benim doldurmam gerektiğini söyledi hastane görevlilerine.

    odaya girdim, babam uyuyordu, neden bilmem yüzünden önce ayaklarına baktım, ayak parmaklarına... bacaklarındaki kılları uzun uzun inceledim, göğsü telaşla çoğalıp azalıyordu ve tam yüzüne bakacaktım ki abim aradı. "babam nasıl?" diye sordu. insana özgü tuhaf sesler çıkardım o anda ama ne dediğimi hatırlamıyorum. babam uyanmıyordu bir türlü ve ben "uyanmaması" için dua ediyordum. ona söyleyebileceğim bir şey yoktu çünkü.

    sonra bir görevli gelip çıkmam gerektiğini söyledi artık, minnetle oradan uzaklaşırken babam uyandı ve "oğlum" dedi, "ne zaman geldin?"

    "buradaydım baba" dedim çıkarken "ama şimdi gitmem gerekiyor, yine geleceğim."

    her neyse, babamı hastaneden çıkarıp ankara'ya getirdik, evlerine yerleştirdik ve bir hafta sonra annemin beyin kanaması geçirdiği haberini aldım.

    ankara hastanesi'ne gittiğimde yıllardır görmediğim büyük abimle karşılaştım. elinde bir paket tutuyordu ve beni görünce çok şaşırdı. (her ikimizi de aynı kadının dünyaya getirdiğini unutacak kadar uzun bir süredir görüşmüyorduk.)

    bir hemşire geldi ve tıpkı filmlerde olduğu gibi, "sadece bir kişi" dedi. "daha fazlası değil"

    abime yalvaran gözlerle baktım ama beni anlamadı ve içeri gönderdi.

    annemin her yerine kablolar takmışlardı, tıpkı babam gibi uyuyordu. ayak parmaklarına bakmaya başlamıştım ki "hoş geldin oğlum" dedi bana, "korkma, iyiyim ben."

    "korkmuyorum" dedim "ama senin de beyin kanaması geçirmeye hakkın yok" demedim. öyle baktım ona, ne diyeceğimi bilemedim. elimdeki paketi uzattım, açtı ve döner ekmeği yemeğe başladı. (yoğun bakım ünitesine döner-ekmek alınmamalı) bir süre yedikten sonra kafasını kaldırdı ve "çok canım çekiyordu, ne iyi akıl etmişsin." dedi.

    daha önce çok yalan söyledim, en gereksiz konularda bile. ama o anda yapamadım ve "bunu abim gönderdi" dedim, "kendisi dışarıda bekliyor."

    o anda unuttu beni annem, hatta -öyle sanıyorum ki- kızdı bana abimin yerine geçip kendisini ziyaret ettiğim için.

    toparlamaya çalıştım durumu tabii, "şimdi gidip abimi çağıracağım" filan deyip sıvıştım oradan, ama ne abimi aradım ne de başka birini. koşmaya başladım.

    hala koşuyorum.
  • bir albert camus romanıdır.

    spoiler içerir.

    kitapta net bir şekilde toplumun kendisine benzetemediği bünyeleri öğütme mekanizması anlatılıyor. fakat bundan ibaret değil. kişiye kendisinin de farkında olduğu birçok yabancı düşüncesini anlatıyor. örneğin;

    "bütün normal insanlar aşağı yukarı, sevdikleri kimselerin ölümünü az çok istemişlerdir."

    işte böyle düz söylüyor. birşeylerle üzerini örtüp, bir takım olaylarla sembolize etmeden. sonra kitapta geçen bu tip durumlar normalleşiyor okuyucu için. yani olması gerektiği yere geliyor. değerleri var etmenin anlamsızlığı siniyor bünyeye yavaştan. sonra da var edilen değerleri yüceltmenin saçmalığı. kitap diyor ki;

    - şu anda ölümle yargılanıyor olabilirim ama aklımdan bir kadının memeleri geçiyor.
    - şu anda annemin ölüsünün yanında oturuyor olabilirim ama sütlü kahveyi de severim.

    kitap diyor ki; yaşıyoruz işte. varız. hava sıcak. tozlu. deniz diye bir şey var. tuzlu. tetiğe basarsam ses çıkar, tanımadığım ve benim için hiçbir şey ifade etmeyen adam ölür. terliyorum. zihnim uyuşuk. sıcak var. toz var. ter var. bunaltı. öyle işte.

    kitap yabancıların toplum tarafından reddedilişinin yanında, yabancıların aklından geçenleri anlatıyor. ve eminim, yabancıların aklından geçenler ile bu kitabı okuyanların aklından geçenler arasında hiç fark yok. biliyorum, bu kitabı okuyan ve okuyacak ve okumamış ve okumayacak herkes bu kitapta kendisini okuyacak. kendisini yabancı zannedecek. merak etmeyin, geçecek. sonra yine gelecek. sonra ha şimdi, ha daha sonra, öleceksiniz.
  • ne kadar şekilci ve yüzeysel canlılar olduğumuzu, aslında hepimizin belli başlı öğretilere sıkıştırılmış, daracık hayatlarda yaşadığımızı, incecik kitaba sıkıştıran albert camus eseri.

    yaşadığı dönemler düşünüldüğünde, bireysel düşüncede sıçrama noktasıdır bana göre. dünden bugüne artan liberalleşme yönündeki gelişmeler, bireysel yalnızlığımızı daha da derinleştiriyor. camus, bunu o günden idrak etmiş görünüyor ki yabancı’yı yazmış. hele ki kitabın sonlarına doğru, ölümünü bekleyen meursault’un rahip ile aralarında geçen konuşma, bugünkü toplumumuzda bilgi ile gelen farkındalığa erişmiş insanların, içinde bulunduğu ruh halini tasvir ediyor kişisel çıkarımım. ilk defa o anda, ölümün sonsuzluğuna doğru sürüklenirken, patlama noktasına gelerek, kendini ifade etme isteği duyan kitabın kahramanı ne yazıktır ki; o esnada da anlaşılamıyor. rahip, meursault‘a karşı gelerek yine belli öğretilerle ruhunu çalmaya çalışıyor, onaylanmanın ve çoğunluğun verdiği özgüvenle. anlatırken yalnızlaşmak bu olsa gerek. o esnada yusuf atılgan’ın aylak adam’ndaki şu sözü akla geliyor; ''sustu. konuşmak gereksizdi. bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı.''

    sanırım büyük yazar olmak böyle bir şey. dünden bugünü betimleyebilmek. ülkemizde bu kitabın, hala çoğunluk tarafından sindirilebileceğine açıkçası olanak vermiyorum. sözlerime başlarken bahsettiğim şekilcilik ve yüzeysellik türk toplumunca aşamadığımız kavramlardan birkaçı. farklı düşüncelere algımız kapanmış ve önyargılar içerisinde boğulmaya yüz tutmuş çoğunluğumuz. kahroluşunu ağlamadan yaşayanlara, sevdiğini sözcüklerle aktaramayanlara, hep aynı önyargı ile bakmaya devam edilecek. onlar da hep yabancılaşacaklar.

    (bkz: yabancılaşma)
  • alevilerin kendi aralarında konuşurken sünni anlamında kullandıkları kelime. aslında daha çok birinin alevi olduğunu anlatmak için "yabancı değil" ifadesine başvurulur.
  • albert camus'un etkileyici kitabi.

    aslında tum insanlar bir yabanci olarak dunyaya gelir ve zorunluluktan dolayi yabanci degillermis gibi rol yapmayi ogrenir.
hesabın var mı? giriş yap