• "karşılıklı şapka çıkarmak yerine bir "merhaba"nın aşina kayıtsızlığıyla selamlaşmak, mektup yazmak yerine hitapsız ve imzasız ofis içi yazışmalar göndermek, insani temasta baş göstermiş bir hastalığın rastgele belirtileridir sadece."

    (bkz: adorno)
    (bkz: minima moralia)
  • hayatında karl marx'ın tek bir yazısını dahi okumamış olan anneannemin ~ki bunun nedeni okuma yazma bilmiyor oluşudur kanımca~ sıkça yakındığı durumdur. şöyle ki: hayatının tamamını şehir merkezine bir saat mesafede bulunan bir köyde geçiren bu ırgat avrat arada sırada çocuklarının ve torunlarının ziyaretiyle keyiflenir, kendinden geçer. ufak; şirin köy kadını, oğlunun* ailesiyle birlikte kendini ziyarete geleceğini öğrendiğinde neşeli elf bozlaklarıyla lapa yapmaya girişir. lakin sekiz yaşındaki torunu mcdonald s'ın patates cipsini anneannemin mükemmel köy lapasına tercih eder. yaşlı kadın anlayışlıdır. tarlaya iner, patates toplar ve köy usulü cips yapar*. patates dilimlerini yeterince ince bulmayan beyimiz buna da burun kıvırır ve avluya oyun oynamaya çıkar. dayım "hehehe yeni nesil böyle hehehe" şeklinde çocuğun beslenmesiyle ilgili kaygılı olan nenemin gönlünü almaya çalışıp, "günde 3 yumurta yiyor, 2 bardak süt içiyor maşallah" şeklinde öğün listesini nenemin onayına sunar. işte tam bu sırada şu tarihi diyalog sahnelenir. :

    torun : neneeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!!! kurtarın beniiiii!
    nene : noldu guzzuuummm, ölürüm ben sağaaa...
    torun : beni inek kovaladı. (inek beslemeyen nenem şaşkındır. merakla avluya çıkıp bakar. torununu kovalayan tavuk sürüsünü görür.)
    nene : ineğen böyüğü senin baban oğlum baban. gurban olurum gel lapa yii.
    dayım : hehehe davuk!

    üretim araçlarından koparılan insan; emeğine, ürettiği ürüne, ilişkilerine ve haliyle kendi doğasına yabancılaşır. modern dünya onu üretim sisteminin edilgen bir parçasına dönüştürmüştür. üretken bir güç olmaktan çok tüketici bir varlık haline gelmiştir. demem o ki; yediği yumurtanın çıktığı götü tanımaz, içtiği sütün sevimli üreticisine* yabancıdır. çok sığ oldu bu anlatım farkındayım. nenemin yaşadığı bu dehşet verici hadise sizi kesmediyse 1844 el yazmaları ve alman ideolojisi'ni önerebilirim*.

    şunu da belirtmek isterim ki marx ile anneannem arasında şaşırtıcı bir benzerlik var. her ikisi de analitik düşünebilme yetisine sahip. bu sayede marx dünyayı çözümlemiş, anneannem ise dayımı. dayım ineğen böyüğüdür zira.

    ® marx'ın yabancılaşma üzerine tüm yazıları sol yayınları tarafından yabancılaşma adı altında derlenmişti.* anneannem bir kitap yayımlayana kadar favorim budur.
  • bireyselleşmenin getirdiği bir kavram... genelde büyük şehirlerde insanın kendine bile zaman ayıramayacak duruma gelmesiyle başlar... daha sonra bulunan zaman sadece bireysel zevklere ayrılır... ulaşım, para ve stres de bunlara eklediğinde ortaya soyutlanma durumu çıkar... birey düşüncelerindeki yalnızlığa alışır ve toplum içindeyken sıkılır, gerilir...
  • üretilen ürüne yabancılaşma örneğin fabrika işçilerinde görülen bir durumdur. taiwan'daki nike* fabrikasında bir işçinin 15* dakikada ortaya çıkardığı bir ayakkabıyı satın alabilmesi için 7* ay orda çalışması gerekliliği bunun en şahane örneklerinden biridir.
  • homo economicusun kaçınılmaz sonu...hayatı anlamak* ve paylaşmak yerine varolan düzeni* tercih etmek* ve hayattan soyutlanmak...
  • yabancılaşmama bana göre daha garip bir durum. insanlar nasıl yabancılaşmıyor,nasıl bu kadar kolay mutlu oluyorlar hayatım bunu düşünmekle geçti ve geçiyor. bunu düşünürken kendi kendimi bitirdim. bir sike derman olamadım. hayatımı çok büyük bir şekilde etkileyen bir konu. bunu anlatırken marifet gibi ''abi ben farklıyım kafasında'' değilim. zaten çoğu insan farkında bile değildir bu durumun. anca dışardan ne farklı bir insan derler içlerinden geçerler ama umrumda bile değil. kendimi konumlandıramadım. kariyer,para,istek,arzu sanki bütün duygular biri tarafından çekilmiş alınmış. bir yandan ne yapmam gerektiğini bilmiyorum bir yandan ''olm robot gibi takıl işte,tak maskeni ölmeyi bekle'' diyorum, bir yandan öl diyorum madem bu kadar zor uyum sağlamak ama onu da yapamıyorum. en basit tabirle mal gibi sıkışıp kaldım. insanlar gülüyor,evlilik hayalleri kuruyorlar,çocukları oluyor boş muhabbetler yapıyorlar,kariyer için ömürlerini veriyorlar ben tüm bunlarında dışında bir izleyici gibi hissediyorum kendimi. işin garibi çok entel falan bir bokta değilim. kimine göre hayattan kaçıyorum,yabancılaşma adı altında sorumluluk almıyorum. tek sahip olduğum duygu sevgi galiba. birini sevince bazı tepkiler veriyorum. sonra kendime bu kadar kendini yabancı hissettiğin bir dünyada birini sevmeye ne hakkın var. hayatım kendime sorduğum sorular ve yine kendimin verdiği cevaplar ile geçiyor. psikoloğa gitsem diye düşünüyorum sonra kendi kendime onun da işe yaramayacağı cevabını veriyorum.
  • marx'a gore insanin yasadigi ilk yabancilasma dogaya karsidir ve insan "oteki" ile olan bu ilk mucadelesini kazanmistir, ancak bu mucadele sirasinda kullandigi silahlar (ilim, bilim, kultur, teknoloji vs.) ikinci ve daha tehlikeli bir yabancilasmanin onunu acmistir. ayrica insan yabancilasmayi onun farkina vararak yener ve bu sayede gelisir (bkz: diyalektik materyalizm)
    klasik anlamda ise yabancilasma bir hakkin ya da bir ozniteligin kaybedilmesidir. hegel'le beraber onem kazanan yabancilasma unlu filozofa gore dunyayi "yabancilasmis tin" olarak gormektir.
  • çok derin olduğu için, üzerinde derin derin düşünmeyi gerektiren bir psikolojik harp stratejisidir... üç ayağı vardır:
    1. üretimde yabancılaşma (sermayenin yabancılaşması)
    2. toplumsal yabancılaşma
    3. coğrafi yabancılaşma

    üretimin yabancılaşması, operasyonun en kolay icra edilen ayağıdır. ekonomik krizlerle yerli sermayenin tabutuna çivi çakma olayıdır. yerli sermayenin temel hammadde üretimi, enerji, gıda, ağır sanayi, perakendecilik gibi ana sektörler yabancı sermaye ve onların yerli işbirlikçilerinin kontrolü altına alınır. küçük gruplar yan sanayi üretimine yönlendirilir. hizmet sektörü (reklam, medya vs) büyük işbirlikçi gruplara hizmet eder. madencilik, tarım ve hayvancılık büyük gruplar kontrolüne alınır veya bitirilir.

    toplumsal yabancılaşma ile, milletin her türlü sağlıklı düşünce nirengisi ortadan kaldırılır. milli değerlerin değersizleştirilmesi bu operasyonun ayaklarından biridir. toplum kendi öz değerlerine, ahlakına, dinine, geleneklerine yabancılaştırılır. bununla birlikte etnik ve mezhepsel ayrılıklar körüklenerek daima parlamaya hazır bir ateş samanlığa yerleştirilir. toplum katmanları arasındaki ekonomik uçurum daha da derinleştirilir. kitleler uyutulur. oluşturulan sis perdesi gerçekleri görmeyi engeller. kavramlarda yaratılan yabancılaşma ile anlamlar değiştirilir. dil, dilsizleştirilir.

    coğrafi yabancılaşma, özellikle strateji üreten kişi ve kurumlar üzerinde odaklaşır. operasyonun hedefi olan ülke, kendi hinterlandındaki coğrafyada bile söz sahibi olamadığı gibi kullanılan bir piyon olmaktan öteye gidemez. bağımsız bir savunma/silah sanayi asla kuramaz. kendisini kullananlarla "stratejik ortak" adı altında işbirliği yapmaya devam eder. ülke çıkarı, stratejik ortak adı altındaki küreselci gücün çıkarı neyse ona dönüşür.
  • karl marx (yabancılaşma teorisi) alienation....

    alienation nedir

    insanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavram.çağdaş yaşamın çözümlenmesinde çok kullanılan bu kavram değişik anlamlara gelir.

    1)güçsüzlük: insanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi

    2)anlamsızlık: herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.

    3)kuralsızlık: toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.

    4)kültürel yaygınlaşma: toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.

    5)toplumdan yalıtlanma: toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.

    6)kendine yabancılaşma: insanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması

    yabancılaşma(anomi) terimini en iyi bilinen anlamıyla karl marx kullanmıştır.

    marx’a göre bu kavram; insansal ürünlerin, insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir.

    tarihsel süreçte insan , tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir.

    toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek olanaksızdı.
    bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur.
    bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır.

    bunun sonucu olarak insan, bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.

    kaynak: prof.ülgen oskay ders notları
  • hayatımın ilk on üç yılını geçirdiğim ev. iki katlı, alt kat babamın dairesi, üst kat lojman. kasabanın en güzel yerinde olanca sevimliliğiyle el sallar yoldan geçenlere, denizden geçen takalara. arka tarafı, erik, elma, ıhlamur ağaçlarıyla dolu komşu bahçelerine bakar, odam da.. komşu bahçenin horozu pencere dibime gelip uyandırır beni. annemin ektiği maydanoz, domates, biberleri toplarım hevesle kahvaltıdan önce. mermer merdivenleri yıkarım her sabah, bahçemizi evi saymış, bembeyaz tüylü oyuncu köpeğimiz "pamuk"a yiyecek veririm. kardeşimin arkadaşları gelir, merdivene basmasınlar diye başlarında beklerim, arada komşu kızlarıyla beş taş oynarım bahçede, ip atlarım, yakan topla yanan bacaklarımı annem görmesin diye bahçede yıkar beklerim. kızıl erik toplarız komşularla bahçeden ağustosta. her yıl ankara'dan babamın misafirleri gelir, yakındaki misafirhanede kalırlar. bu önemli misafirlerden birinin oğlu, bir gün, yağmurdan sırılsıklam olmuş halde bahçe duvarında bulunur, kızının oğluna ettiği yüzünden babamı sürmekle tehdit eder kahkahalarla ankara'dan gelen misafir. bunu ciddiye alan ben, sabaha kadar yatağımda ağlayıp misafir çocuğa lanet okurum.

    önce bu saflık çıkar gider evimizden. sonra belediyenin yol genişletme çalışmasıyla annemin domatesleri, biberleri ve kızıl erik ağacı.
    annem erik ağacı için ağlar uzun süre, bense belediyenin zehirlediği, bahçemizi evi bilen "pamuk"a. sonra özelleştirme dalgasına daha fazla direnemeyen babamın çalıştığı kurum, kasabanın en güzel yerinden geçenlere el sallayan sevimli evi, bahçesiyle birlikte satmaya karar verir ve babama merkezde daha iyi bir pozisyon teklif eder. kızıl erik ağacı ve bir kamu kurumuna ait bahçenin beş metresine tecavüz ettikleri için belediye ile "merkez" arasında mekik dokuyup çırpınan babam, bu teklifi kabul etmez ve emekliliğini ister. başka bir şehir ve hayata doğru yola çıkarız bu masalsı evi terk ederek.

    her yıl, bu evin bulunduğu yere giderim. orada bulunduğum gün sayısının iki katı kadar bu evin önünden gelir geçerim. evin yeni sahiplerinin yaptığı ufak tefek değişiklikler dışında, bir zamanlar her gün yıkadığım mermerlerine, bir zamanlar etrafı izlediğim balkonuna, bahçesine bakarım. uzak, bambaşka, yabancı gelir hep. hayatımın ilk on üç yılını geçirdiğim eve yabancılaşmamı , en ufak bir his duymayışımı sorgularım her yıl. yabancılaşma gelir aklıma sonra, sonra marks derim, diyalektik materyalizm derim, aynı suda iki kez yıkanmaz derim, aa bu evi yeni yapmışlar derim, yoluma devam ederim.
hesabın var mı? giriş yap